Murat Çetin
Zıkkımın Kökü - Muzaffer İzgü

Ve ağaç ağaç ağaç... Ağaçların ardında, geceleri bizi korkutan, titreten koskocaman kükreyen bir aslan... İlk günler çok fısıldadık anama,
- Anaa, biz korkuyoruz, babama söyle kovalasın şu aslanı şuradan, diye.
Anacığım, gel git sonunda inandırdı bizi onun kedi olduğuna. Öyle bir kediydi ki bu, tarzandan bile büyük bir kedi.
- Olur mu, dedim ben abime.
- Olur, dedi. Niye olmasın, babamla Kanlızade Osman Emmiye baksana, babam onun yanında kedi gibi kalmıyor mu?

Babam,
- Soğuk almış soğuk, diyordu.
Anacığımsa kurşun döktü, belki nazar değmiştir diye. Bilmem, neremize nazar değecekti bizim? Bir kez, pek öyle akıllı çocuklar değildik, sonra yoksulun kuru ekmek tombulluğu da yoktu üzerimizde, yüzümüzde kanın zerresini bulmak için tam araç gereçli laboratuvarlar ister; iş böyle olunca neyimize nazar değecekti ki? Eh, ana bu, kuzguna yavrusu zümrütüanka görünürmüş... Kim bilir, biz de anamızın gözünde ne eşi bulunmaz, ne nazar değecek çocuklardık... Bin maşallah!..

Kurşun dökmenin bir yararı olmayınca, tüm duaları okuyup okuyup üzerime üfledi anacığım. İki gün de bu duaların etkisini bekledik durduk... Umut, ne iyi şeydi. Doktor parası, ilaç parası vermeden bir çocuğun iyileşmesi, yoksul evi için umutların en iyisiydi.

Yılda bir kez ev sahibimizin evine giderdik. Adana'da ev kiraları muharremden muharreme toptan ödenir. Muharrem ayı da nedense hiç değişmez, hep eylüle denk gelir ve narların olgunlaştığı mevsimdir. Anam, bahçemizdeki çatlamayan narlardan kocaman bir sepet hazırlardı. Sonra, abimle benim elimizi yüzümüzü bir güzel yıkar, boyama pantolonlarımızı giydirir, bayramlık ayakkabılarımızı (varsa tabii) ayaklarımıza geçirir, ev sahibimizin yolunu tutardık. Narlar, ev sahibimize rüşvet, biz iki kardeş de acıma duygularını devinime
geçirecek birer uyarıcı... Babam yolda uyarırdı:
- Ulan, boynunuzu iyice bükün ha, diye... Nah şöyle bükeceksiniz!
Biz artık, ev sahibimizin oraya dek iyice alışkanlık kazanalım diye, sokakta bile boynumuzu kırar yürürdük.
- Namussuz karı, ulan ne var sanki bizi evden çıkaracak be! Kaltak, yetmedi mi o konaklar sana? Baksana şu iki sabiye. N'ederim ben bu iki sabiynen sokaklarda? İnsan bunlara acır be!
Bilmiyorum, kaç liraydı bu bizim oturduğumuz toprak parçasının yıllık kirası! Toprak parçası diyorum, çünkü üzerindeki çerden çöpten odayı yüksek mühendis babam kondurmuştu.

Kırık boyunla, kıvrım kıvrım merdivenleri çıkar, geniş bir odanın orta yerindeki koltuğa kurulmuş şişman bir kadının elini öperdik. Nedense bu el her zaman keçi gibi kokmuştur bana. Ama, işin ucunda ölüm kalım olduktan sonra, evelallah öpmek değil ya, yala deseler yalardım bu kalın damarlı keçi keçi kokan eli...

Baloncuyu da, çok balonu olduğu için dünyanın en mutlu insanı sanırdım.

O kış okula gerçek ayakkabıyla gittim. Uzun konçlu, kırmızı bir lastik çizme. İçi de apak... İki gece koynumda yatırdıktan sonradır ki, ancak giymeye kıyabildim ve giydiğim gün, çocuk dünyamda yağmur duasına çıktım:
- Allahım bi yağmur!..
Yağmurda sulara girecek, su almayan ayakkabımla geçen yılların acısını çıkaracaktım. Ne yazık ki tam iki ay duamı kabul etmedi Allah!.. Duamın kabul olduğu zaman da, çoktan delinmişti bizim kırmızı çizmelerin altı.

Çulaki pantolonum üç ay dayanmadı. Ona da bir buluş anam uydurdu, nasıl olsa babamdan epeyce kurs görmüşlüğü var.

Başım, anamın göğsünde uyumuşum... Sabahleyin babam epeyce sövdü saydı, kalemi yitene, okula, şuna buna... Eh, yoksulun sövmekten gayri ne gelir ki elinden...
Derse girer girmez Aysel yanıma geldi. Sanki hiçbir şey olmamış gibi gülerek,
- Kalemimi evde unutmuşum, dedi. Güldüm... Çocukça güldüm... Suç üzerimden kalktığı için güldüm…

Herhalde bu abla haşlayıp kızartmamıştır, çünkü çok kibar. Ekmek bile kesemez. Öyleyse bu öküz haşlayıp kızartmıştır. Eline sağlık öküz!!!

Yürümeye, hastanenin etrafında dolaşmaya başladık. Sefa,
- Lan keserler bizi, dedi.
- Kolay mı?
- Kolay ya! Burda hep kesip biçiyorlar zaten.

Yürümeye başladık... Yanımıza bir beyaz gömlekli yaklaşırken iri iri terler döktük. Ama adam bize bir şey demeden geçip gidince, iki kardeş birbirimize bakarak güldük. Abim,
- Bu adam hımbıl da ondan bir şey demedi, dedi.
- Ne hımbılı lan, gözleri çakmak gibiydi.
- Birine kızmış zahir, bizi görmedi.
- O kızgınlıkla bizi bi görseydi, bestilimizi çıkarırdı.
- Gel lan abi, şu kapıcıyı apıştıralım, dedim.
- Nasıl?
- Koşarak önünden geçelim, sonra karşısına geçip zort çekelim.
- Lan tutar döver!
- İyi madem, öyleyse zort çekmeyip öyle geçelim.
- Ama önden ben koşacam!
- İyi, sen koş!

Koşarak gittik evimize. Anahtarı taşın altından alıp odamızı açtık. Ne zordur anasız eve girmesi?

İnsan ağır yükün altına girdi miydi, ağır ağır gideceğine daha hızlı gidiyor. Belki de bu işkence bir an önce bitsin diye...

Gün akşama dek dolaştık durduk; sabahleyin satıcının avcuna saydığımız darı parasını yine de çıkaramadık.
Gece babama bir şey söylemedik. Anlatsak, yoksulun iç boşalması, isyanı belli, şişkoya da, abimi yakalayıp götürene de, belediyeye de, başkanına da ver edecek küfürü.

Çünkü yarın perşembe, anamız hastaneden çıkacak. Çok bekledik o günü anamızı. Ancak ondan bir hafta sonra geldi anamız. Zaten zayıftı, geldiğinde bir deri bir kemik kalmıştı. Ama olsun, tek anamız olsun, değil bir deri bir kemikten, yalnız kemikten olsun...

Bir gece büyük bir gürültüyle uyandık. Babam,
- Vah vah, birinin evi yıkıldı ya, kimin evi, dedi. Ulan yağmur yeter be!
Babamın ardından da hemen anamın çığlığı duyuldu:
- Bre herif kalk, yıkılan ev bizimkisi... Babam o denli iyimser ki,
- Yok yahu, nasıl olur, diyor.
- Vallaha
Fırladık yataklarımızdan. Bizim duvarlardan birinin yarısı yoktu. Günlerdir duvarı döven yağmur, çamurlarını akıtmış, yarısını açıkta bırakmıştı. Babam şaşkınlıkla,
- Avrat, sokak görünüyor vallaha, dedi.
Ya evimiz başımıza çökerse, diyordum. Evin çökmesi önemli değil, ayrıca üzerinde bizi ezecek bir şey de yok, ama bir çökerse yandık belle bu kış günü. Hem de bu hiç dinmeyen şırıl şırıl yağmurun altında!..

Bizi o gece yarısı yataklarımızdan fırlatan anamın çığlığı oldu:
- Kalkın çocuklar, su bastı!
Deli gibi fırladık yataklarımızdan. Fırlar fırlamaz ayaklarımızın suya gömülmesi bir oldu. Su, odamızın içinde dönüp duruyordu. Babam bağırıyordu:
- Eşyaları dutun!
Bir gece önceki yıkılıp yapılan duvar yine yıkılmış, oradan su bütün gücüyle içeriye giriyordu. Eh artık, tatlı canımızı mı kurtaralım, yoksa tatlı canımızdan daha tatlı eşyalarımızı mı kurtaralım, bilemedik... Yakaladığımız eşyayı kerevetin üzerine atıyorduk. Hava da bir soğuk bir soğuk, ıslak pijamalarımızın içinde donacağız sanki...
Türkocağı Mahallesinde pek çığlık yok, bizim evden başka... Çünkü, tüm diğer evler ikişer katlı ve taş... Daha millet iki gün öncesinden önlemini almış, altevlerindeki erzaklarını, şunlarını, bunlarını yukarı odalara taşımışlar. Bizim evden başka çerden çöpten ev yok ki mahallede...

Sabahleyin evimiz, onuruna yakışır bir şekilde sessiz sedasız çöktü gitti... İçinde de, kerevetimiz, iki kırık sandalyemiz ve çok modern sobamızla birlikte... Kömürlerimizin de, hepsi akmış gitmişti... Babamın gözbebekleri uzadı sanki bu manzaraya bakarken... ilk kez tümümüz ağladık, birbirimizin ellerini tuta tuta...

Öğleye doğru su azalınca, babam bir tek atlı araba tuttu geldi, eşyalarımızın geriye kalanını bu arabaya yükleyerek ablamızın evine taşıdık. Eniştemizin bir buçuk oda olan evinin buçuğuna, villamız yeniden yapılıncaya dek yerleştik. Çoğu günler de uzaktan tanıdık Dudu Teyzenin bir göz evinde kaldık... O iyimser babamın hali hiç gözlerimin önünden gitmez, dokunsan ağlayacaktı zavallı... Bilmem, belki de biz görmediğimiz zamanlar yine için için ağlıyordu...

Babam ,durup durup,

- Vallaha avrat, o yağmurda yaşta, o evimiz yıkıldığında iyi ki hasta olmadık, diyordu, seviniyordu.
Bazen duruyor,
- Nasıl da gitti o güzelim çiçekli yastık, diyordu.
Sonra benim saçımı okşuyor,
- Ühüü, kim bilir şimdi hangi denizde yüzüyordur o yastık, diyordu.

Sıcak yorgan altından atılma korkusuyla tekme oyununu hemen durdurmuştuk.
Ah durur muyduk ki...
Bu kez ayak parmaklarımızla birbirimizin ayağının altını kaşır, kıkır kıkır gülerdik. Babam bağırırdı:
- Niye gülüyorsunuz ulan?
- Birbirimizi gıdıklıyoruz baba.
- Eliniz nasıl yetişiyor?
- Ayağımızla gıdıklıyoruz baba.
- Madem öyle beni de gıdıklayın, ben de güleyim.
İki kardeş, babamızı gıdıklar, o gülerken, sanki biz gıdıklanıyormuşuz gibi kahkahalar atar, yorulunca başımıza yorganı çeker, bir arada yatmanın mutluluğuyla hemen uyurduk...

Arasıra konu komşu bizim sırtımızdan çok büyük sevaplar kazanırlardı. Bakarız akşamüstü Fethiye Teyze bir tabak yüzük çorbası göndermiş, ya da İsmail Efendi hizmetçisiyle bir tabak kaysı... Hep şaşardım, niye bunlar gönderecekleri şeyleri taze taze değil de bayatlayıp öyle gönderirler diye... Sanırım çabucak yiyemeyip, tadını çıkara çıkara yiyelim diye. Öyle yersek, duamız da çok olurdu...

Yalnız pilavı şöyle piştikten sonra azıcık dinlendirse, pirinçler dana gözü gibi dene dene olur... Bilmiyor ki... Hayriye Hanımın da kabağına diyecek yok... Bayılıyom o avradın kabağını yerken.
Anam yanıt vermeyince, babam sorardı: Söylesene avrat, nasıl Hayriye Hanımın kabağı?
- İyi iyi...
- Kabak ki kabak!.. Söylesen ya Şadiye Hanıma, bir daha pilavı benim dediğim gibi yapsın.
Anam basını sallardı:
- İçine kuş üzümü de koysun mu?
- Dalga mı geçiyon be!
- Neyine gerek bre herif, adam bilip göndermişler, yersin keyfine bakarsın. Arkasından da duanı edersin, olur biter.

- Komşu geldi, ana, dedim.
- Yeni gelin, dedi.
Aldı beni bir merak, gelini göreceğim diye. Durmadan gözlerim evin penceresinde. Bir adam gelip gidiyor, ama olası değil, bu adam yeni gelinin kocası olamaz. Çünkü, adam hayli yaşlı, benim babamdan daha yaşlı.
Bir gün anama,
- Bu mu yeni gelinin kocası, diye sordum.
- He, dedi.
Şaştım kaldım. Adamı gördükten sonra gelin de gözümde eski gelin oldu çıktı. Kim bilir, gelin de yaşlıdır, belki anam denli vardır diye düşünmeye başladım. Ama hiç de düşündüğüm gibi çıkmadı. Bir öğleüzeri gördüm yeni gelini.

Bedri Emminin rakıcıbaşısı bendim. Gece dokuzlarda bile pijamayla seslenirdi...
- Muzooo lan, Muzooo lan! Fırlardım yataktan...
- Muzo lan, bi ufak al da gel!
Biliyordum ki paranın üstü benimdir. Bunu, anam da, babam da bildikleri için seslenmezlerdi. Daha sonraları bu rakı fasıllarından sonra, Müjgan Ablanın çığlıklarını duymaya başladım. Bağırırdı Müjgan Abla,
- Vurma, vurma, diye. Titrerdim yatağımda...
- Ah, derdim, bir büyük olsam, bir güçlü olsam, koşsam gitsem kapıya, vursam kırsam, bir yumruk çeksem adamın suratına, kaçırıp götürsem Müjgan Ablayı Bursa'sına... Sonra, anama,
- Ana be, öldürüyor Müjgan Ablayı, derdim.
Anam,
- Hüs ulan, avradı değil mi döver, derdi. Hem döver, hem sever.
Bir tür sevgiyi çözmeye çalışıyordum o zamanlar minicik beynimde. Ama bir türlü çözüm yolu bulamazdım.

Filmin heyecanıyla cebinden düşürdüğü on kuruşun ayırtına varmayanlar, sağ olsunlar, sıcağın kavuruculuğunu, terin tuzunu unuttururlardı bize.
- Seyit, kaç kuruş buldun lan?
- İşler kesat, beş kuruş yok!
- Ben on kuruş buldum vallaha!
- Anan seni kadir gecesi doğurmuş oğlum.
Eh, ne de kadir gecesinde doğmuştuk ya. Şayet tüm kadir gecesi doğan çok şanslı kişiler böyle güneşin altında pişiyorlarsa, vay gele onların şanslarının başına!

Filmin, en acıklı, en firaklı yerinde kütür kütür kabuklu hıyar yiyen duygusuz insanlar olduğu gibi elindeki dolmasını bize uzatan çok duygulu insanlar da vardı.
Ne tatlı gelirdi o dolmalar bana!.. Filmdeki baş kadın oyuncu veremin son devresinde kan kusup duruyor, ben gözlerimden şapır şapır yaş getiren zehir gibi acı biber dolmasını yiyorum.
- Vah vah, derdi kadınlar, gazozcu bile ağlıyor.
Sanki gazozcular ağlamazmış gibi...

Kazandığım parayla kendime bir giysi yaptırdım, bir de vişnerengi ayakkabı aldım.
- Eh, diyordum, bu Cumhuriyet Bayramında bayrağı sanırım bana tuttururlar! Tutturmasalar bile giysim uygun değil, diye bayram dışı etmezler...
Meraklıydık daha o yaştan vatan millet bayrağa!..

Kış... Çileli kışlar... Bitmeyen kışlar... Babam, bilmem patronun ortanca kardeşiyle mi atışmış, bilmem ufak kardeşiyle mi, işine tek yanlı son verilmişti kışa girerken... Hemşehrileri bile düzeltememişlerdi bu kötü durumu.
Dahası, hemen o gün bu çok zor mesleğe başka birini alıvermişlerdi.

- Ulan, diyordu babam, siz olmasaydınız var ya, o Tahir denen herifi temizlerdim namussuzum. Bir dikildiniz karşıma, git ulan şeytan dedim...
Babamın hapishane sigortaları biziz... Ya bizim sigortamız kimdi? Yaşam sigortamız... Aş isterdik, ekmek isterdik, kitap isterdik, defter isterdik…
Anamsa iyimserdi bu kez,
- Allah bi kapıyı kaparsa, bi kapıyı açar herif, diyordu.
Ama nedense Allah baba, bir türlü bu kapadığı kapının yerine bir yeni kapı açmıyordu. Aradan günler geçiyor, biz bittikçe bitiyorduk. Her akşam eve geldiğimde, babam aynı şeyi söylüyordu:
- Yok yok, dediler, adama ihtiyacımız yok dediler!
- Baban işe giriyor oğlum!
- Gerçek mi, ne işi?
- Garson oluyor baban.
Gerçi babamın garson giysisi olsa, hemen o gün bile işe başlayabilirmiş ama, ah o giysi. Kara pantolon, beyaz ceket... Kara kara düşünüyordu zavallılar. Eski gri pantolu karaya mı boyasak, ceketi kaput bezinden mi yapsak?
Sonunda, bir garson arkadaşı eski beyaz ceketini verdi. Anam, bu ceketi bir güzel yıkadı; komşudan aldığımız ütüyle bir güzel ütüledi. Pantolona gelince, onu da bitpazarından borca ayarladık. Bitpazarcı:
- Vallaha ne deyim arkadaş, çok dikkatli giyersen, bi iki hafta dayanır, vereceğin paranın yanında bu pantol beleş sayılır, dedi.
Babam, yemin üstüne yemin etti, satıcının parasını iki gün içinde getirip vereceğine. Sonra, pantolon paketini elinde sanki değerli bir kristal taşırmış gibi tutup eve getirdi. Anama,
- Aman avrat, güzel dut, nerdeyse dağılacak ha, diyordu.
Anam artık onu temizleyebilmek için tüm kadınlık hünerini gösterdi. Öyle ya, pantolonun insanın elinde kalması işten değildi...Bir pazar sabahı babamı garson giysisiyle ve resmi bir törenle tüm ailecek uğurladık kapıdan.
- Lan be, diyordu abim, ne yakıştı lan babama.
Anam bağırdı :
- Hösün ulan, nazar deyireceksiniz! Babamsa sanırsınız sanki çok büyük adam... Anam anımsattı:
- Aman ha herif, eyilip kalkma!
Babam, ne eğildi, ne de kalktı, çok şükür bir hafta sonra kazasız belasız o narin pantolonu üzerinden atarak, yeni bir kara pantolona kavuştu. Eski pantolon da atılmadı, bana yelek yapıldı, hem de dört düğmeli, dördü de başka düğmeli...
- Isıtır oğlum ısıtır, yün yündür...

Bizim mutluluğumuz çok basitti. Tencerede yemeğimiz olsun, çıkında ekmeğimiz, lambada gazımız, ocakta çaydanlığımız, yeter de artardı bile...

Bazı günler olur bir çay bardağı bir saat aranır esnafların arasında. Böylece bizim çalışma 13-14 saati geçer. Ama o yorgunluk üstüne bir de buldun mu meret dibi eğri bardağı, tüm yorgunluğun çıkar, sevinirsin ki, ne sevinme... Yoksulun eşeğini yitirip, sonra buluşu gibi...

Ardımızda, sevinçlerimizle, acı çığlıklarımızla çınlamış kapkaranlık bir bahçe, bir de
kilitli kapı bırakarak... Kim bilir, belki de bizden sonra birileri gelecekti buraya, kazmalar kürekler işleyecek, bu bizim her köşesinde bir anımız bulunan avlumuza kocaman bir apartman dikeceklerdi. Ve ben, yıllar sonra oradan geçecek, o elektrik direğinin altında dinelecek, bu apartmanı gözlerim dolarak izleyecektim. Adına da Saadet Apartmanı diyeceklerdi.
Yok canım, bizler gibi hiç kimse mutlu olamamıştır orada, isterse adına Çifte Saadet Apartmanı desinler...

Bir haziran olmadı. İki haziran günü babam, ben, anam arsanın olduğu yere gittik. İçimde bir eziklik, bir burukluk... Ama babamın gözleri ışıldıyor. Galiba bu ışıltı son soluğunu vereceği yeri bilmenin bulmanın ışıltısı olsa gerek... Öyle ya, bizler hep öyle düşünürdük, söylerdik.
Tanrım, rahat döşeklerde göz yummamızı nasip eyle.
İnsanın kendi evi olursa, elbette o evde de üzerinde şöyle rahatça insanın gözlerini kapayabileceği bir döşeği olurdu.

- Korkmadın ya?
- Yok, niye korkayım.
- Ulan erkek oldular vallaha be!
- Sen nasıl oldun baba?
- Ben doğuştan erkeğim oğlum.
- Öyle demedim, yani hastalığın nasıl oldu dedim?
- Hele bi de çamurunu sıvayım, siz o zaman görün, konak olur konak, diyordu. Ve müjdeyi veriyordu:
- Artan tahtalarla şuraya bir de hamamlık yapacağım.

Oh be ne ala... Bir de kapı koyacaktı hamamlığa, meşinden menteşeli, çividen mandallı. Odadan açıp girecektin bu hamamlığa. Leğene elveda... Elveda leğen... Bak görüyorsun. yavaş yavaş biz de uygar ülkeler düzeyine ulaşıyoruz...

Bu arada konu komşuyu da incelemekten geri durmuyordu. Zaten mahallenin bir yarısı gezgin satıcı, bir yarısı da toprak işçisiydi. Her sabah, gezgin arabasına, fasulyeyi, patlıcanı, domatesi dolduran çıkıyordu satışa. Bir gün babam:
- Ben de yaparım, dedi.
- Neyi?
- Herkesin yaptığını.
Ve hemen ertesi gün karar verdi. Öyle ya, birkaç gün daha aylak aylak dolaşırsak, aç kalacağımız belliydi.
Varımız yoğumuzla bir bisiklet tekerleği satın aldık. Ama, ne pazarlıklar ede ede, ne çekişe çekişe... Sonra, o midemize bir lokma sıcak ekmek götürecek tekerleği büyük bir saltanatla getirdik eve. Yolda hep tekerleği bulan ilk insanları düşünüyordum. Sanırım bizim gibi sevinmemişlerdir tekerleği bulduklarında, elimizde o bisiklet tekerleği, babamla evin yolunu tutmuş giderken.

- Lan gaveci, çıkar lan bakalım rakıyı, vardır sende, dedi.
Rakı çıktı ortaya, başladı muhtar, üyeler içmeye. Ah ah, bana ne içsinler, bana ne ister on yirmi kez aynı filmi izlesinler, makinenin kolunu kıvırmakla benim kolum yorulmaz, ama meze niyetine yumurtalarımı yemesinler.
Yediler, kahveci haşlıyor, onlar hap gibi atıyorlardı ağızlarına.
- Yahu emmi yumurtalarımı yemeyin...
- Kes lan, köyün ehlakını namısını bozarken eyi mi, it herif... Abov avrattaki bele bak...

Yıllar sonra bir park kanepesinde bir yontu gibi oturan o yalnız adamın dediklerini hiç
unutmadım, Ula, avrat yokdir, akil yokdir, para yokdir, ben düşünmeyeyim de kim düşünsün. İşte Raziye'nin babası da öyle olmuştu. Akşamları eve gelince, kapının önünde bir iki kez sesli sesli sümkürür, sonra girerdi odasına, bir daha hiç çıkmazdı. Bilmem, belki de uyku kurtuluş oluyordu acılardan...

Sağımızda bir aile otururdu. İfakat'tı kadının adı. Kocası gezgin satıcıydı. Adam akşamları eve gelince, arabayı bir köşeye çeker, ondan sonra da başlardı günlük görevine. Bu görev, karısına dayak atmaktı. Öyle, odanın içinde dövmezdi karısını, sokakta, avluda, nerde yakalarsa orda. Çocuklar için bir eğlenceydi bu. Daha adam karşıdan gözükür gözükmez, çocuklar kapının önüne birikirlerdi. Adam arabayı duvarın dibine koyar, ondan sonra girişirdi karısına, Zavallı İfakat Abla da, iyiden iyiye akortlanmıştı, sessiz sessiz dayağını yer, kocasının arzusunu yerine getirdikten sonra, arabanın üzerindeki meyveleri içeriye taşımaya başlardı. Anam,
- Avradın çocuğu olmuyor da, herif ondan dövüyor, derdi.
Eh işte, çocukları olanlar bir başka türlü, olmayanlar bir başka türlü. Yine anam,
- Bu avrada da dayak amma yarıyor ha, derdi.
Gerçekten de öyleydi. Bol şalvarının altında bile diri kalçaları, yürürken tir tir titrerdi. Belki de istese şöyle bir el itişiyle yere devirebilirdi kocasını, ama ah şu saygı denen şey...
Kocaya saygı, hiçbir zaman bu kadının elini kullanmasına izin vermezdi, O el ki, kocaya kalkan el, öteki dünyada firil firil yanan bir odun olacaktı.
Sert odundan yapılmış adamlara, öteki dünyada bir şey yok muydu acaba?

Mahalleli geçim derdine düştüğü için, bizim ayırdımıza varmıyordu. Zaten duyardık:
- Aşlamacı Bekir'in kızı leblebicinin oğlu Durmuş'a kaçmış da, sabaha kadar ne kızın babasının, ne kızın anasının haberleri olmamış. Ama sabahleyin bir de kalkmış bakmışlar ki kız ortada yok... Heye lan, böyle işde...
Gerçi işin çekirdeğine insen, bu bir boğaz konusu... Evet, bir tek boğaz konusu. Aşlamacının sırtından bir koca boğazın kalkması, Aşlamacı için az buz mutluluk değildir. Üstelik haspanın boğazından başka, bir de renkli renkli kadın donlarının, kadın kombinezonlarının satıldığı gezgin araba geçerken,
- Anaa, gız ana, bana da dese, ki hakkıdır demek, o zaman bu kız çocuğunun masrafı nereye varırdı ki? Para mı dayanır, güç mü dayanırdı? Hele kız biraz güzelse, işe de gönderemezdin elin kıranından, itinden, uğursuzundan.
İşin yoksa, yedir dur, içir dur... Ya öyle ya, el gibi bir don kaça ki efendiler? El büyüklüğünde bir kombinezon kaça ki efendiler?

Onun için burada analar babalar aldırış etmezlerdi kızlarının kaçmasına. Hele oğlan tarafının durumu, kendi durumlarından bir topluiğne başı daha iyiyse, o zaman kız kaçmalarına analar babalar da canı gönülden yardım ederlerdi. Belki de kızın kaçtığının sabahı, aile reisinin mutlu sesi evin ufak oğluna şöyle seslenirdi:
- Lan Hıdır, bugün ekmeği yedi değil, altı tane al, e mi itoğlusu?
Ve kızın kaçıp gitmesiyle, aile bir ekmeklik mutluluğa daha kavuşurdu. Ardından baba sokağa çıkar, töre yerini bulsun diye, kızına da, kaçırana da ana avrat dümdüz giderdi...

İşte hep bu yüzden Raziye'nin babasının göz yumuşlarına hiç şaşmıyordum. Belki de adam, bizi kendi kızıyla, kendi odalarında sevişirken yakalasa, başını alıp giderdi, görmemiş gibi... Mırıldanırdı da:
- Çok şükür kızı bi yere yamadık! Raziye'ye kalsa,
- Hemen gelip oturayım evinize, diyordu. Ama ben;
- Okuyacam, diyordum. O,
- Oku, diyordu, ne var, ben senin ders çalışmana karışmam ki. Hem anana yardım ederim, hem de dersten kafan yorulunca sana yardım ederim.
Ben yine,
- Olmaz, deyince, bu kez kızar,
- Sen beni sevmiyon ki, derdi.
Bir ay geçti aradan. Biz her gün bunun tartışmasını yaptık. Dahası bir gece anamla babam öteki dünyaya biraz daha fazla sevapla yola çıkmak için komşunun mevlidine gittiklerinde, kalkıp geldi, yatağıma girdi.
- Çıkmayacam da çıkmayacam, dedi. Baban anan gelince, onlara ben artık oğlunuzun karısı oldum diyecem,dedi.
- Ama olmadın ki...
- Olsun, ne bilecekler?
- Olmaz Raziye ben okuyacam.
- İyi lan, oku işde... Bizim ne kötülüğümüz dokunuyor sana? Soyunmuş yatıyoruz, kabahat mı?
- Kabahat ya. Babam bizi böyle bir yakalarsa, Allahıma dinime almaz seni çok akıllı oğluna.
- Oğlunda akıl olsa, hı der şimdi.
- Hadi giyin Raziye!
- Len ne güzel uyurduk be sabaha kadar, birbirimize sarılır böyle...
O gece onu zorla odalarına gönderdim, biraz da gözünü korkutarak:
- Bak Raziye, dedim, şimdi kalkıp gitmez sen, bi daha hiç bakmam yüzüne...
Ağlayarak gitmişti.
İşte ondan üç gün sonra da çekip köye gittiler. Pazartesi gecesi buluşamadık. Asmanın altında ancak iki çift söz edebildik. Bana,
- Hep seni düşünecem vallaha, dedi.
- Ben de seni, dedim.
- İki ay kuş gibi geçer, dedi.
- He, dedim.
- Ama deler de geçer, o başka, dedi.

- Raziye'nin ardından gitmiyor musun?
- Sen deli misin ana? İş bulamadık, ara ara yok. Hiç olmazsa şöyle bi ay kadar pamuk toplarsam, kitap defter, giysi miysi...

Babam hiçbir şey dememiş. Hatta anama övünerek,
- Ben onlara rezilliğe öylesine alıştırdım ki. hiçbir şey olmaz, bırak gitsin, biraz daha rezillik idmanı yapmış olur, fena mı, demiş…

Uyuyamadım. Döndüm durdum sabaha dek. Sola dönsem arkamı yiyor sinekler, sağa dönsem önümü yiyor sinekler. Ondan sonra kaşın Allah kaşın. Ulan burası pamuk tarlası değil, sinek tarlası be!

Biraz sonra o korkup kaçan çocuklar yanıma geldiler. Çocukların en büyüğü yedi yaşındaydı. Çünkü, sekiz yaşına basmış bir çocuğun yeri pamuk tarlasıydı.

- Dayımın eymesi ora. dedim.
- Lan oğlum, dedi, it olun, uğursuz olun, bana emanet edip gettiler, ya öyle biriysen?
- Hiç öyle surat var mı bende nene?
- Bilinmez ki oğlum, dedi. İte bakıyon efendi suratı dakınmış, efendiye bakıyon altında it suratı. O sarı gızın babası mı dayın olur?
- He, özbe öz hem de...
- Dayının çekeceği var.
Ödüm koptu Raziye hakkında kötü şeyler söyleyecek diye...
- Niye?
- O gız eyi gız olmaz oğlum. Hep türkü çığırıyor. Gız gısmı, çok türkü çığırırsa ondun hayır gelmez.

Bunları düşündükten sonra, biraz daha babamın malıymış gibi kuruldum mindere, hatta uzandım bile. Sonra, birden usuma geldi. Pekiyi, ben nerede öpebilirim Raziye'yi?
Başımı haymadan çıkardım. yer aradım. Baktım baktım, yok, uygun bir yer yok. Yine içimi bir sıkıntıdır kapladı.

Raziye'nin. hişt, sesiyle uyandığımda iyice uykumu almıştım.
- İyi uyudun mu?
- Hem de nasıl? Gel hele bi sarılayım sana!
- Dur, babam geliyor!
- Baban gelene kadar!
- Geldi bile lan!
Cumali Emmi, eğmeden içeriye girer girmez, hemen ayağa kalktım.
- Yattın mı, dedi, başka hiçbir şey demedi. Hemen uzandı. Biz Raziye'yle dışarıya çıktık:

Yorganın yarısını değil, tamamını yere serdim. Raziye önce eymeye girdi. Yatağına uzandı. Çulun altından ilk kez eli çıktı, sonra başı. Ben de iyice kaydım çuldan yana. Bir tehlike anında çulu indirip sırt sırta döndük mü tamam, eymenin içinde ar namus tertemiz, ben eymenin dışında ar namus tertermiz.

Çok garip adamdı bu Cumali Emmi. Gören, sanki kafasından çok zor bir geometri problemini çözmeye çalışıyormuş sanırdı. Tam bir düşünen adam yüzü vardı Cumali Emmide. Yalnız, borcunu düşünen, karısının kaçtığını düşünen adam yüzü değil, ilimi düşünen bir adamın yüzü. Ama, ne yazık ki, böyle bir düşünen yüze sahip olduğu halde yedi kere yedinin kırk dokuz ettiğini bilmezdi.

Yaz gelince, yine iş aramaya başladım. Şayet yazdan kışlığımızı ayarlamazsak perişan olmak işten değil. Babamın kazandığı yalnız boğaza. Abimin terzilikten aldığı üç beş kuruş yalnız kendi harçlığına. Bu bakımdan şayet okuyup adam olmak istiyorsam, belki de bu yaz tatillerini yoksul çocukları okumak için çalışma olanağı bulsunlar diye koymuşlardır, kim bilir çalışmalıyım.

- Alsaydın beni, ona yar etmeseydin... Hemen aklıma o oğlanla seviştikleri geldi, titredim...
- Seviştiniz mi o ayıynan, diye sordum. Yanıt vermedi. Tekrar sordum:
- He, dedi. N'apacan, herif seni fino köpeği diye almadı ya, elbette dadına bakacak.
- Ayı, diye mırıldandım.
- Ayı ki, ne ayı... Hem ne sorarsın böyle şeyleri Allah'ını seversen?

- De lan söyle! Soğansız yemek olmaz, yalansız yiğit olmaz demişler.
- Sevgilimnen buluştum.
- Bak sen!.. Nasıl?
- Ne nası!?
- Şey lan, şey yani zengin gızı mı diyecektim?
- Hiç zengin kızı olur mu? Benim gibi, tiri tak tak şahi merdan.
- Evlenecek misiniz?
- O evli ki...
- Ne?
- O evli.
- Ne biçim iş lan bu?
- Biz önceden sevişiyorduk senin anlayacağın Fazlı Usta, sona o evlendi, şimdi kocasından memnun değil.
- Şindi sana geldi, ye Memet ye, he?
- Ne Memedi?
- Lan anlıyon ya, gırgır geçiyon. E işde, yedirecek sana.
- Neyi?
- Ayvayı... Kendini teslim edecek lan.
- Ama ben öyle bişey istemiyorum ki...
- Niye?
- Evli, olmaz...
- Oha gaz!
- Kim?
- Sen... Hem de gazların şahı. Sen yemezsen yarın başga biri çıkar yer oğlum, elde gıran çook.

- Gocasına yakalanma da, bak dalgana, dedi. Herif böyle bişeye layık olmasa, gız gelip de sana yalvar yakar olmaz. Şunu bil ki, hangi avrat yoldan çıkmışsa, adamı layıktır bu işe. Çok kez avradı orusbu yapan heriftir.

Bir de üzerine yeni ceketimi aldım. Hiç yapmadığım şey, aynada da saçımı taradım. Lambayı üfleyip çıktım dışarı. Deli bir yağmur yağıyordu. Kim bilir şu anda, şu sabaha bir saat kalmış zamanda uykusunun tadını çıkaranlar için ne hoştu bu yağmur?

- Nerde kaldın lan, dedi.
O zaman anımsadım, küpeyi vermeyi unuttuğumu.
- Eyvah usta, dedim, küpeyi vermeyi unuttum.
- Eyi halt ettin. Unudur mu lan insan hiç be!
- Sen olsan unutmaz mısın usta, beni evine çağırdı.
- Essah?
- Vallaha.
- Ne zaman?
- Yarın.
- Gedecen değil mi?
- He!
- Yaşşa, akıllanıyon.

On yedide evden çıkarken üç saatin nasıl geçtiğini ne o bildi, ne de ben... Üstelik bana bir de hediye verdi, öğrenci hediyesi, çizgili bir kıravat.
- Okula giderken takarsın, dedi.
Bilmem alay olsun diye vermişti, bilmem ciddi. Kıravatı ustaya gösterdiğimde,
- Lan vallaha anladım, bu avrat çok iştahlı, dedi.
- Nerden anladın usta?
- Gıravatın renginden oğlum.
Kırmızıydı kıravat, çizgileri daha koyu kırmızıydı.
- Lan yanıyor be bu avrat senin için...
- Ee n'apayım usta?
- Yapacağını yapıyon. Amma sen bi yok olsan, bu avrat gahrından ölür mü ölür...
- Ölmez usta...
- Ölür ölür...

- N'oldu?
- Gidiyor...
- Kim?
- Bizimki...
- Lan çok zarplıymış vallaha be!
- Zarplı usta, zarplı ama gidiyor işte...
- Nereye gediyorlarmış?
- Oğlanın memleketine, Mardin'e!
- Niye?
- Mal bölüşeceklermiş.
- Eyi ya, avrat yedirir sana o parayı!
- Yalan, herif öğrenmiş bizim dalgamızı, götürecek kızı, bi daha getirmeyecek.
- Ee, avrat getmem de getmem desin!
- Nasıl desin?
- Getmem desin o gadar.
- Döver...
- Dövsün!
- Sürüye sürüye götürür.
- Yok lan, dinime habibime götüremez, hele bi ayak diretsin. N'apacak o zaman herif, mecbur olacak galmıya, böyle fanos gibi avradı bırakıp gedecek deel ya. Boşuyamaz da, neden dersen talih insanın yüzüne bi kez güler.
Boşasa, böyle bi lokumu nerden bulur bi daha?
Aklıma yatar gibi oldu.
- Görmüş mü herif hiç düşünde böyle bir kadın, dedim.
- Heyya, elin adamı böylesinin yanına varmak için evler apartmanlar döşeyip, ayağının altına da taksiler çekiyor, o bulmuş küllü beleşini... Yok oğlum yok, ne götürebilir, ne de bırakıp gedebilir. Bak dalgana!

Şafak Fırınının ordaki şalgamcıya sordum:
- Burdan sarışın bi avrat geçti mi?
- He, dedi.
- Nereye gitdi? Havayı gösterdi dürzü:
- Melaike olup uçtu!
Dişlerimi gıcırdatıp tekrar koşmaya başladım. Ardımdan bağırdı:
- Masar Osmana ordan gedilmez, bu tarafdan bu tarafdan!
Vardım köprünün başına. Artık bir adım atacak gücüm yok. Daha ben durur durmaz, bir polis yapıştı yakama:
- Dur!
- Zaten durdum.
- Yürü!
- Nereye?
- Karakola.
- Bizim işimiz karakolluk değil, dedim.
- Nelik ya?
- Gönüllük...
Bıraktı gitti polis...

- Söyle lan ağam niye ağlıyorsun? Neden sonra söyledi:
- Ya sen de onun ardından çeker gidersen, ben kimlere kardaşım derim?
Öyle bir dokundu ki bu söz bana, bu kez ben başladım yeniden ağlamaya. Düşmüşüz yola, kol kola, hem ağlıyoruz, hem gidiyoruz. O gideceğime ağlıyor, ben Raziye'ye. Yaşlı bir adam,
- Lan n'oldu size, dedi?
Otur da anlat şimdi adama, Raziye'nin gideceğini...

- Ulan avrat, bizim bi de düşümüz olmasa n'ederiz be! Çok şükür Allah'a, düş kurmaya para almıyorlar.

Bir kahveye oturup çay içemedik. Hemen oturur oturmaz garson tepemize dikilip ne içeceğimizi soracaktı. Ulus Parkına gittik. Bir kanapeye oturduk. Çocukluğum hep bu parkta geçmişti. Bir dilenci geldi, avcunu açıp sadaka istedi. Ne desin babam,
- Bozuk yok!
Bütünler var... Bakkal da bozamaz o bütünleri, tütüncü de bozamaz, ancak bankalar bozabilir, bankalar.

Tren yolu, Raziye'yi alıp giden iki keskin ve parlak bıçak!.. Ok gibi saplanan ayrılık bıçağı!..

- Ee hani, biz okuyup büyük adam olacaktık ya baba?
- Maşallah, olup gidersin işte oğlum. Allaha bin şükür bıyıkların da çıktı.
Kararı, bizim bıyıklar onaylamıştı. Adam olmuştuk, artık okumaya mokumaya gerek yoktu. Bıyıklarım sağ olsun!..

Niye lan bu herif yuları avradın eline vermiş?
- Ne bileyim ben Sefer Ağa?
- Ben biliyorum, az gazandığı için. Maaş az olunca, idare edemiyor, napsın aylığı avradın avcuna sayıp sen idare et diyor. Böyle olunca, önce maaş elden gediyor, sonra da yular, annadın mı yeğen? Gabahat hökümetde,
yükseltecek bu heriflerin aylıklarnı, Hepsi gılibiklikden gurtulacaklar.
0 Responses