Murat Çetin
Hareket ettik. Önümüzdeki araba, içindeki dört kişiyle sivil plakalı beyaz bir Renault'ydu. Bir ara arkama baktım; bir Renault da arkamızdan geliyordu. Öyle sıkı bir ablukaya alınmıştım ki, neredeyse kendimden kuşkulanacaktım.

Hepsi öğrenciydi; başka başka üniversitelerde okuyorlardı. Aralarından bazıları çok uzun süre içeride kalmıştı. Biri doksanıncı gününe yaklaşıyordu, yani her an sevk edilebilirdi. Gözaltı süresi kırk beş gündü; bu süreden fazla Siyasi Şube'de tutmaya hakları yoktu. Ama kırk beş güne yaklaşırken Sıkıyönetim'e sevk çıkarılıyordu, Selimiye'de savcı serbest bırakıyordu, çocuk da seviniyordu serbest kaldım diye. Oysa çocuğu getiren ekip Selimiye'nin kapısında bekleyip serbest kalanı tekrar tutukluyor, gene Siyasi Şube'ye getiriyordu; ikinci bir kırk beş gün başlamış oluyordu. İçerdeki çocuklar 'birinci kırk beş' ya da 'ikinci kırk beş' diye konuşuyorlardı.

İşkenceden gelen çocuğun anlattığına göre bir eve yapılan operasyonda polislerin elinden kaçan genç bir kız ikinci kattan aşağıya atlamış, bir yerleri kırılmış. Kızın kırıklarıyla oynayarak işkence yapmışlardı. İnanılacak gibi değildi ama insan çığlıkları duyunca başka bir şey olamayacağını düşünüyordu. Sabaha doğru ses kesildi.

Uyumak çok önemliydi, çünkü ertesi gün kimin sorguya gideceği belli değildi. Dinç ve dayanıklı olmak gerekliydi. Bütün bir gece deliksiz uyumak olanaksızdı oysa. Bitler ve pireler, kalabalık ve havasızlık, tek tip besin. (Aynı hücreyi paylaştığım kimya mühendisi Hüseyin'den sonradan öğreniyorum; besinlerin hiçbirinde tuz yok, beden terliyor, tuz kaybediyor, tuz alamıyor. Bu da bedendeki direnci kırıyor, zihni yoruyor. Besinler bilinçli seçilmiş. CIA'nın deneylerinden alınan baskı ve işkence yöntemleri de dahil olmak üzere direnci kırmak için her yol uygulanıyor. Besinlerin hepsi uyumayı da dinlenmeyi de güçleştiriyormuş.)

Gözüm hücrelerde, basamakları indim. Basamaklar bitti. Karşımda bir yüzbaşı belirdi:
"Ne haber Tarık?.."
Sesi de, sorusu da alaycıydı.
"İyiyim komutanım."
"Beni tanımadın mı?"
Yüzbaşının suratına daha dikkatli baktım; ağzına, burnuna, kaşına, gözüne. Hem bakıyordum, hem düşünüyordum. Yüzbaşı:
"Tuzla Yedeksubay Okulu'ndan..."
"Ha, evet, tanıdım komutanım; nasılsınız?"
Samimi, sıcak, güler yüzlü ve inandırıcı bir tavır takınmıştım. Ardından da hemen isteğimi yapıştırdım:
"Komutanım, lütfen benim ifademi aldırır mısınız? Uzun zamandır Birinci Şube'deydim, perişan oldum. Burası da o kadar uzun sürmesin, ifademden sonra ne olacaksa olsun."
"Dur bakalım Tarık, daha yeni geldin, dur bakalım."
Bunları söyleyip gitti. Böylece tanıma numaram da hiçbir işe yaramamıştı. Oysa çok da iyi oynamıştım; tanışanı da bundan farklı olmazdı, diye düşünüyordum.

Arkamı döndüm, gidip yere yüzükoyun uzandım. Yüzümü kimsenin görmesini istemiyordum. İki kişi idam edilecekti...
Öğleden sonra Ahmet'i yakınımızda bir yere getirdiler, ağabeyiyle görüştürdüler. Konuşmalar olduğu gibi duyuluyordu. Ağabeyi bağırarak ağlıyordu. Ahmet sakindi, ağabeyini yatıştırmaya çalışıyordu.
"Abi bu bizim düğünümüz, bu bizim düğünümüz!"
"Komutanım, ne olursun, kardeşime bir kere sarılayım, izin verin, ne olur... "
"Abi, bu bizim düğünümüz, yapma abi."
Koridorda sessizlik vardı. Askerler, subaylar konuşmaları dinliyordu. Herkesin suratı asıktı; herkes düşünceli ve üzgündü. Hücrelerden çıt çıkmıyordu. Kimse konuşmuyordu. Sanki dokun san herkes hep birlikte ağlayacaktı.

Kalktım. Başçavuşla samimiyet kurmaya çalıştım. Yanında prodüksiyon amiri vardı.
"Tarık Abi, mermileri arkadaştan alacağız; sağ olsun, bize yardımcı olacak."
Böylece sinyali almış oldum: Adama kötü davranma' demek istiyordu, işimiz düştü, aman diyeyim...

Öncelikle sansür kurulu için bir senaryo yazılacaktı. Bu tip senaryoları Nadya adında bir kız yazardı; daha sonra filmi çekilen hikâyenin bu senaryoyla hiçbir ilgisi olmuyordu. Sansürden geçmeyen senaryo çekilemediği için böyle bir yol izlemek kaçınılmazdı.

İlk durağımız Bursa'ydı. Bursa Sıkıyönetim Komutanlığı film için izin vermişti ama çekim sırasında engel oldular, izne karşın filmi çekemeyeceğimizi söylediler. Tüm kapıları çaldık, ne yaptıysak olmadı. Israr edersek başımızın derde gireceğini söylüyorlardı. Hemen Bursa il sınırlarını terk etmemiz emredildi.
Üç minibüsle sınırı terk ettik. Minibüslerden birinin camlarına kamuflaj yapıp, çekilecek sahnelerde görevli olan oyuncular ve kamerayla yeniden Bursa'ya girdik. Aracı uygun bir yere park ettik. Kamerayı minibüsün içinde bırakıyor, kapalı perdenin aralığından çekim yapıyorduk. Dört-beş saatte gerekli sahneleri çekip işimizi bitirip Bursa'dan kaçtık.

Çekilen negatifler kuryeyle İstanbul'a gönderiliyor, İstanbul'da biriktiriliyor, parti parti Türkiye sınırları dışına çıkarılıyor, İsviçre'ye ulaştırılıyordu. Tehlikeli bir iş yapıyorduk. Yakalandığımız an hepimiz hapse girebilirdik. Tüm ekip bunun farkındaydık ve hepimiz buna razıydık. En azından, çekilmiş negatiflere el koyamayacaklarını biliyorduk.

Komutan benimle sıcak konuşuyordu. Sansür Kurulu'na attığını palavraları ona da söyledim. Komutan senaryoyu karıştırdı. Bir ara ağzından, "Olabilir, ama senaryoyu incelememiz gerek," gibisinden bir söz çıktı.
Hemen cesaretlendim:
"Komutanım, Diyarbakır'da film çekmek çok zor. Şehir çok karışık. Güvenliğimizin sağlanması gerek. İki cemse asker sabahtan akşama kadar bizi beklemeli."
Komutanın yanıtı umut vericiydi:
"Senaryoyu okuyalım, yarın gerekeni yaparız."
Ertesi gün izin çıkmıştı. Silahları, her şeyleri tam takım, iki cemse dolusu asker vermişlerdi yanımıza. Ama askerleri filme almak yasaktı. Biz de bunun için söz vermiştik. Hemen çekime başladık. Cemseleri, askerleri şehrin ortasına yaydık. Kameranın önünde ben duruyordum ama kamera hep askerleri çekiyordu. Onların halkla konuşmalarını; itişmeleri, kakışmaları, her şeyi çekmiştik. Olup biteni anlamadılar. Daha sonraki günlerde işi iyice abartıp askere diyaloglar vermeye, otobüsleri durdurtup arama tarama yaptırmaya başlamıştık. Urfa'da bir manga askere, köy baskını ve sonrasında olanları oynattık, harika sahneler oldu. Bunlar için askere teşekkür etmek gerek. Gerçek askerler oynamasaydı, bu kadar güzel bir iş çıkacağını sanmıyorum. Çekilen negatifler aynı gün İstanbul'a gönderildi.

"Baba adı... Baba adı!"
"Yaşar."
"Anne adı?"
"Yaşar."
Savcı sinirlenmişti. İyice bağırdı:
"Anne adını sordum!"
"Yaşar, efendim... "
"Peki baba adı ne"
"O da Yaşar... İkisi de Yaşar, efendim... "
Savcı ters ters yüzüme baktı:

Gözyaşlarımı ağabeyimden saklamaya çalıştım, dışarıya baktım. Sokaklardan, caddelerden geçiyorduk. Bir sürü araba, üst üste insanlar, kalabalık... Herkes birbirinin yaşamından habersiz, bir yol tutturmuş gidiyordu, kimse kimsenin umurunda değildi; kimse böyle bir çaba içinde de değildi. Derin bir nefret duydum. "Hapse girmek istiyorum, çünkü bu kalabalığı hiç sevmiyorum," dedim içimden. Sinirlerim bozulmuştu. Selimiye'nin kapısından çıktığımdan beri büyüyen boşluk sonunda en üst düzeyine ulaşmıştı.

Yemekten sonra annemin odasına gittim. Başımı dizlerine yasladım. Kafamda bir yeri işaret edip,
"Burada bit var," diye tutturdum. "Çok kaşınıyor. Tam şurası. Bak bit yürüyor, öldür onu."
Annem çocukluğumdaki gibi iki elinin işaret parmaklarıyla aranmaya başladı.
"Yok oğlum. Burada yok bir şey." "O zaman bir de şuraya bak."
Annem,
"Temiz burası," diyordu.
Ben başka bir yeri işaret ediyordum.
"Yok," diyordu.
Ben, başka bir yeri... Elleri kafamda gezinir, parmakları saçlarımın arasında dolandıkça ellerini hiç çekmemesini istiyordum.
"Şurası, şurası, şurası..." diye uzattığımı görünce,
"Yok oğlum, vallahi yok, olsa kırmaz mıyım!" deyip parmaklarının ucu ile şöyle bir vurdu-itti- sevdi; hepsi bir arada.
Üç gün evden çıkamadım. Üç gün de her fırsatta, günde dört-beş kez annemin önüne çömeldim, dizlerine yaslandım, birlikte kafamda bit aradık. Ne bit bulduk ne sirke.

Filmin bitimine yakın Şerif Gören'den, Hülya Koçyiğit ve Cihan Ünal'la 'Herhangi Bir Kadın' adlı filmde hamal rolü oynamam için ikinci bir öneri geldi. Yapımcı Selim Soydan'dı. Filmin sosyal içerikli, güzel bir konusu vardı. Kabul ettim. Zaten Selim Soydan sansürden geçmeyi kolaylaştıracak pek çok yüksek rütbeli subayı tanıyordu.
Filme başladık. İki hafta sonra Selim Soydan sete geldi. Beti benzi atmıştı, sesi titriyordu:
"Tarık... Delikan'ın sansüre takıldığını biliyor muydun?"
Gülmekten yere düşecektim neredeyse:
"Yahu hiçbir şey yok o filmde," dedim.
"Ne yapacağım ben şimdi? Bizim film sansürden hiç çıkmaz. Perişan oldum..." diyordu.
Çok kaygılı ve telaşlıydı. Onu öyle görmenin ötesinde, sıradan bir aşk filminin bile sansüre takıldığı bir ortamda film çekmeye kalkmış olmak, mahkemenin gerginliği, Yeşilçam'daki durumumun sallantıda olması, sinirlerimi iyice bozmuştu. Selim yakındıkça ben gülmekten yerlere yatıyordum.
"Korkma Selim, sen yolunu bulursun," diye avutmaya çalışıyordum ama sonuçta film yapımcıları, böyle böyle benden uzaklaşacak, kimse benimle iş yapmak istemeyecekti. Çünkü 'Tarık Akan'ın filmleri sansürden çıkmıyor' olacaktı.
Daha sonra Selim Soydan filmi sansürden kurtardı, nasıl yaptı bilmiyorum.

1981'in Ekim'i gelmişti. Yeşilçam Sokağı'nda bir arkadaşımla konuşuyordum. Ne yapıyorsun, ne ediyorsun derken,
"Ben de yarın İsparta'ya Yılmaz Ağabey'e gidiyorum, biletimi bile aldım," dedim. Arkadaşın yüzü karıştı, hık mık etti, sakın ha, falan diye bir şeyler geveledi.
"Ver bakayım biletini..."
Allah Allah... Ben de kuzu kuzu çıkardım bileti, gösteriyorum aklım sıra. Aldı bileti, soktu cebine.
"Gitmiyorsun bir yere, sonra konuşuruz," deyip gitti.
Ertesi gün gazetelerin baş sayfalarına 'Yılmaz Güney Kaçtı' diye kocaman manşet atılmıştı.
Hepimiz tahmin ediyorduk, ama hiçbirimiz nasıl ve ne zaman olacağını kestiremiyorduk. O gün, mutlaka bizi çağırırlar diye bekledik, çağırmadılar. Mahkemeye yansır mı, diye bekledim, neyse ki o da olmadı.

O akşam Cannes Film Festivali'nde muhteşem ödül töreni yapılıyordu. Burada bulunamamak, o heyecanı yaşayamamak sanatçının unutamayacağı en büyük acısı.
Şeref Gür Ağabeyim, Atıf Yılmaz, Zeki Ökten, Ali Özgentürk, Yaman Okay, Şerif Gören, Onat Kutlar ve ben, Yeşilçam Sokağı'nm arkasındaki kebapçıda kendi ödül törenimizi düzenledik.
"Yılmaz Güney şu anda ödülü almıştır, eli havadadır," diyor, biz de rakıları havaya kaldırıyorduk.
O gece hepimiz rakıdan değil, ama mutluluktan sarhoş olduk.

Elimle başındaki terleri sildim; saçları dökülmüş, zayıflamış, küçücük kalmıştı. Aklıma kötü kötü şeyler geliyordu. Bir yığın dalga gözlerime hücum etti. Kendime hâkim olamamaktan korktum; uyandığında beni böyle görmesini istemiyordum.
Bir türlü aklımı dağıtamamıştım, gözlerimin nemlenmesini de önleyemiyordum. Kalkıp gideyim, dedim kendi kendime, ayağa kalkmak üzereyken Orhan Ağabey'in gözkapakları hareketlenmeye başladı. Kendine gel Tarık, kendine gel, kendine gel... Dişlerimi sıkıyordum, bağırtılarım kafamın içinde yankılanıyordu.
Gözlerini yavaş yavaş açtı, baktı, baktı, baktı. Sonra kısık, yavaş bir sesle:
"Mum sönüyor Tarık, mum sönüyor..." dedi ve gözlerini kapadı.
0 Responses