Murat Çetin
Belki de en büyük erdem, eğri bir evrende, doğru çizgi çizebilmektir bu dünyada.

Lades kemiği adı verilen bu kemik milyonlarca yıllık bir gelişim sürecinin sonucunda, dinozordan arkeopterikse (archaeopteryx), arkeopteriksten günümüze geldi. Latince adı furcula'dır. Lades kemiği havayı yarar, suyu yarar, işe yarar. O yüzden, o günden bugüne ulaşmıştır, o yüzden yaşamıştır. Çağları, zamanları, zorlukları yarıp yarınlara ulaşmıştır. Demek ki, belli ki lades kemiği yararlıdır.

Gelişmemiş ülkelere ve geri kalmış bölgelere "gelişmekte olan" denmesi, nezaket icabıdır; belki kandırmacanın kibar bir türüdür, belki de gerçekçi bir ifadedir.

Davete gelenlerin tümü arabalarla gelmişlerdi. Uçakla gelen yoktu. Çünkü Cennetşehir'in havaalanı bulunan büyük şehre uzaklığı uçak gerektirecek kadar büyük değildi. Bu kadarcık mesafe için uçağa binmeye değmezdi. Açılış sırasında, halkın korkunç tezahüratı arasında piste bir tane ilaçlama uçağı indi. Bunu izleyen aylarda ve yıllarda ise Cennetşehir Hava Limanına inen başka bir uçak olmadı. Söylentilere göre pistin boyu kısaydı, büyük uçakların havalanmasına ve inmesine uygun değildi. Havaalanı vardı ama kullanışlı değildi, iş olsun diye yapılmıştı, işlevsel değildi, işe yaramazdı.

Belki bilerek, belki bilmeden, muhtemelen fark etmeden ve fark ettirmeden, Cennetşehirliler ve politikacılar, hem kendilerini hem de birbirlerini kandırıvermişlerdi.

Adem Bey, gençliğinde gümrüğe girecekmiş memur olarak. Elinde üç tane tavsiye kartı varmış. Fakat ne yazık ki elinde beş tane kart bulunan, üstelik kartlarının kalitesi daha yüksek olan bir başkasına kaptırmış bu işi. Bu duruma hayat boyu esef etti Adem Bey. Yüzlerce defa "oraya girseydim başka olurdu" dedi. Cemil babasının neye üzüldüğünü anlayamazdı küçükken ama o da babası gibi , üzülürdü.

İlkokul beşinci sınıfta sınıflarından bir kıza âşık oldu. Tabii bunu kimseye söylemedi. Kızın adı Gülşen'di. Çevresindeki hemen herkesle en azından içinden lades oynadığı halde, Gülşen'le hiç lades tutuşmadı. "İnsan sevdiği kişiyi kandırmamalı" diye düşünüyordu.

sevdiklerimizi kandırmak, onlara karşı dürüst olmaktan her zaman daha kolaydır.

"Sevince ladessiz sevmeli"

Cemil Aybahar'a âşık olmuştu. Aybahar'ı düşündükçe hep "Aklımda" diyordu. Hiç lades demedi. Aybahar hep aklındaydı.

Aybahar, "Teşekkür ederim" dedi. Aynen böyle söyledi. Cemil bu konuşmayı hayatı boyunca unutmadı. O gün pul için sıradaydı, aslında Aybahar için de sıradaydı, talipleri arasında yeri vardı. Uzun yıllar sırada kalacaktı. Tek kazanmışlı bir seçim için, sevgi için, aşk için, bu güzel kızla evlenebilmek için, yıllarca sırada kalacaktı. Postanede sıra mutlaka gelir ama bir kıza talip olduğunuzda sonuç belli değildir.

O zamanlar paranın bereketi vardı, nikahın da kerameti.

pek seyrek de olsa görücülerin oyuna getirildiği, kandırıldığı da olurdu bazen. Şöyle: Diyelim ki görücülerin görmek istediği kızın adı Ayşe'dir. Fakat Ayşe, yeteri kadar güzel değildir. Ayşe'nin içi çok güzel olabilir ama yüzü, ilk elemeyi kazandıracak kadar güzel değildir. Bu durumda ev halkı bir hileye başvurup başkasını gösterirdi görücülere. Örneğin, Ayşe'nin evli barklı, güzel ve genç yengesi, evin genç kızı diye takdim edilirdi görücülere.

Beğenme aşamasından sonra, ikinci bir ziyarette kız istenir, gerekli basamaklardan sonra nikah kıyılırdı. Gelini gerdek gecesi ilk kez gören damatlar çoğunlukla hayal kırıklığına kapılırlardı. Bazı damatlar, kendi gördükleri kızın annelerinin gördüğü kız olduğunu sanırlar, muhtemelen de annelerinin biraz zevksiz olduğunu düşünürlerdi. Böylece kandırıldıklarını anlamazlardı. Kandırılma olayı ancak ertesi gün kayınvalide gelini gördüğünde ortaya çıkardı. Bazı damatlar ise kandırıldıklarını anlar, nikahı bozarlardı. Ama gerdek gecesi gelinin ağlayarak durumu anlatması karşısında, kaderine razı olup durumu sineye çeken damatlar da vardı. Hayvanlar alemindeki birleşmelerde böylesine kandırmacalar yoktur. Bu görücü kandırmacası insana özgü, hüzün verici, insanca bir şeydi.

Bazı insanlar vardır, az konuşarak kapatırlar kendilerini dış dünyaya, bazı insanlar ise, çok konuşarak kapatırlar kendilerini. Büyük laf yığınları içinde bulamazsınız onları. Hani kimselerin uğramadığı metruk köşkler vardır, bahçesindeki gelişigüzel büyümüş ağaçlardan görünmez olmuş köşkler. Sarmaşıklar sarmıştır her yanlarını. İşte çok konuşan bazı insanlar, kaygılarıyla baş etmeye çalışırken o köşkler gibi, yaprakların, kelimelerin arkasına saklarlar kendilerini, farkında olmadan. Nice mantıklı kelime söylerler ama duygularım göremezsiniz arada. O insanların ve köşklerin içleri zengindir mutlaka ve mutlaka birkaç kırık cam vardır pencerelerinde, hüzünlü sonbaharlardan hatıra. Onca kelime, onca yaprak arasında kimseleri göremezsiniz. Kırık camları, hayal kırıklıklarını göremezsiniz. Aslında insanlara sarılmak isteyen nice ev, sarmaşıklara sarılmakla yetiniyor bu dünyada. İşte Demir de böyleydi. Çok konuşurdu, konudan konuya geçerdi. Neşeliydi, canlıydı. Demir'i tanımayan birisi konuşmalarına bakıp içkili zannedebilirdi. Ancak iç dünyası dünyaya kapalıydı. Hissettiklerini değil, düşüncelerini anlatırdı. Sözlerini tarasan, öfkesi dışında bir duygu çıkmazdı altından.

"Evet, problem?" diye sordu Demir. "Bir kız var, abi." "Aferin." "Harika bir kız." "Aferin!" "Evlenmek istiyorum." "Salak!" "Galiba aşığım." "Tam salak. Tedavisiz salak."

"Aşık olmak suç mu, abi?" "Evlâdım, aşk bir yalandır, kandırmacadır. Âşık olduğunu iddia eden hem kendini kandırır hem karşısındakini." "Ben gerçekten aşığım, âşık olduğumu hissediyorum." "Olmaz öyle şey, yanlış hissediyorsun. " "Ama ben... " "Gez, toz, keyfine bak ama evlenme." "Evlenmeden gezemem, abi." "Niye?" "Kız çok mazbut, ailesi de." "Kız mazbut." "Evet." 'Yani şimdi benim gezdiğim kızlar mazbut değil mi?" "Estağfurullah abi. Hepsi ablam olur." "Ha güzel. Demek ki neymiş, sen salakmışsın." "İyi de abi, şimdi ordan bu sonuca nasıl ulaştık?" "Bak aslanım" dedi Demir, "Sen bu kızı beğendin. Tamam. Gezmek istiyorsun ama kız mazbut olduğu için gezemiyorsun. Gezebilmek için evleneceksin. Öyle mi?" "Eh, öyle sayılır." "Evlâdım, evlendikten sonra gezebilen kaç çift var bu dünyada? Para kazanma telaşı, parayı harcama teşrifatı, ev işleri, illâ çocuklar... Gezmeye zaman mı kalır? İnsanlar rahatça gezebilmek için evleniyorlar ama evli oldukları için gezemiyorlar. Şimdi bu salaklık değil de ne? Kendini aldatma değil de ne? Evlilik doğaya aykırıdır, doğal değildir. Hayvanlar evlenmezler, birlikte olurlar yalnızca."

"Abi" diye karşılık verdi Cemil, "Ben de kendimden ötürü âşık oldum. Kimse oyuna getirmedi valla. Medyanın kurbanı değil, meydanın kurbanıyım. Meydanda gördüm bu kızı."

"Efendim, aldatacaksan evlenme. Evlendin aldatmayacaksın. Ben tutarlıyım. Evlenmem de, aldatmam da. Aferin bana!"

Dürüstsüzlük konusunda milli mutabakat var bu ülkede. Birkaç yüz tane hortumcu mevcut ama binlerce pipetçi var çevremizde. Pipetçiler, hortumculara sövüp sayarlar ama kendileri bir mağazaya girdiklerinde KDV pazarlığı yaparlar. Hortumcu milyarlar götürür, pipetçi birkaç TL."

Petrol zengini aynen bizim Bektaşi gibi. Şimdi içkinin katresi haram ya, erenlerden birisi, içki kadehini alıp eline, parmağını içkiye deydirip bir damlasını bir fiskede atıyormuş yere, sonra da 'bu meretin katresi haram, gerisine devam' deyip içiyormuş bir dikişte.

Benim dediğim İttihatçı Enver Paşa. Neyse, bunun babası da paşaymış. Bunun babası yine bir gün gururla 'Ben harama hiç uçkur çözmedim' dediğinde bir dostu, Enver Paşa'yı kastederek 'Paşa hazretleri, keşke helâle de hiç uçkur çözmeseydiniz, sevabınız daha büyük olurdu' demiş.

Ünlü bir batılı politikacı 'Siyaset de sosis de halkın gözü önünde yapılmaz, yapılsaydı kimse yemezdi' demiş.

Siz İstanbul'a göçersiniz. Sonra görürsünüz ki İstanbul da sizi göçertmiş. Pazarda sandığı kaptırabilir, denizde ya da ticarette batabilir, parada, pulda, huyda, ahlakta iflas edebilirsiniz, göçebilirsiniz.

Herkesin izi kalmıştır sende, Herkeste izin senin de.

Böylece dedikodu çıkmadı. Hem çıksa ne yazardı, ülkemizde politikacılarla ilgili dedikoduların hiçbir zaman kendilerine zararı olmamıştır.

Bu tür mantığa bürümeleri, ülkemizdeki, dünyadaki pek çok politikacıda görmek mümkündür, 'Yanlış anlaşıldım, sözlerim amacını aşmıştır" derler. Aslında bu da bir tür kandırmaca, bir çeşit ladesçiliktir. Dünyanın, haddini ve amacını aşmayan insanlara ihtiyacı vardır.

Şöyle ki: Haziran ayında Barbaros Özgüç Cennetşehir'e gelmişti. Cennetşehirliler çılgına döndüler. Sevinçten tabii.

Onlara "kafadar" diyebilirsiniz. Diyebilirim. Ancak ufuklarının dar olmadığı kesindi. Kafalarının dar olup olmadığını ise zaman gösterecektir.

Oysa eskiden "satılmış" sıfatı, Tanrıya satılmış, Tanrıya adanmış anlamında kullanılırdı. Çocuğu küçük yaşta ölen, düşük yapan anneler, oğlana Satılmış, kıza Satı adını koyarlar, böylece onu Tanrıya verdiklerini, armağan ettiklerini düşünürler, uzun ömürlü olacağına inanırlardı.

Sonunda ikisi de iki ayrı mağazada birer tezgahtarlık buldu. Asgari ücretle, sigortasız, yol parasız. Razıydılar, nicesi gibi. Tezgâhtarlık yapmak için üniversitede okumamışlardı ama razı oldular, nicesi gibi.

"Nazmi Bey bir şey soracağım? Mağazamızın adı 'Just Storeies'. Uluslararası bir zincirin parçası mıyız?" 'Yok değil. Uluslararası zincirin parçası sansınlar diye böyle koyduk. Mağazanın adı Türkçe olursa yerlidir diye gelmez enayiler. Şu caddede adı Türkçe tek mağaza yok, Türkçe koyarsan kıro derler, club yazacaksın Simit Center, Hair Designer

"Bir daha etiketi yuvarlama, kusurlu söyle. Biz de biliyoruz bir kuruş veremeyeceğimizi. 39.99 yazınca 'otuz küsur' olarak kalır müşterinin aklında. Ucuza aldım sanır" dedi.

Müşteri de bunu istiyor zaten. 40 lira verdiğinde bir kuruşunu iade edemeyeceğimizi o da biliyor. Ama yine de etiketin üzerinde 40 yazmasın, 39.99 yazsın istiyor. Otuz küsur ödedim'i yaşamak istiyor. Sonuçta herkes memnun bu işten."

Ancak insanlar açıkça dile getirilmediği takdirde, bu dolaylı suçlamaya ses çıkarmıyorlardı. Ama siz bu dolaylı suçlamayı basitçe seslendirip "Kredi kartınız sahte olabilir, kimliğinizi göreyim" derseniz sinirleniyorlardı. Galiba bu müşteriler kendi kendilerini kandırıyorlardı, kendi kendilerine lades oynuyor, "mış gibi" yaşıyor, kimliklerini sessizce uzatırken "suçlanmamış gibi" hissediyorlardı.

"Satış taktiği bunlar, oğlum. Para kazanmakla dürüstlüğün ne ilgisi var? Para kazanmak için aklımızı kullanıyoruz. Biz almasak ellerinden, nasıl olsa bunlar o parayı bir başkasına kaptıracaklar. Namusumuzu satmıyoruz yani!" diye karşılık verdi. İşte böyle dedi arkadaşı, insanoğlu namusunu satmaktan çok korkar ama namussuzluk etmek rahatsız etmez onu.

"Demir abi der, akşam eve misafir geldi diyelim, çocuk misafire oyuncağını vermiyor. Baba hemen 'Çok ayıp kardeşle paylaş' der. Ama kendisi, vergi vermemek, kazancını diğer kardeşlerle paylaşmamak için kırk takla atar. Ondan sonra çocuğu bir ufacık oyuncağı paylaşmadı diye utanır. Kendine gelince haklı, başkasına gelince ahlaklıdır."

Barbaros babanın yeğeni sayılırız. Beni prens seçti zaten. Biz neden beceremeyelim?" "Onlar yeğen değil, yiyen. Biz haram yiyemeyiz."

İstanbul'un susuz semtlerine çeşme yaptırırız. Sonra çeşmenin masrafını vergiden düşüp hem kâra gireriz hem sevaba."

Milletin parasını çarptı derler. Ahır, ağır gelir bize."

Eğer Cengiz Han bizim büyük büyük büyük ninemizle yatmışsa, onun genlerini taşıyoruz demektir. Tabii bu durum her ne kadar dedemiz için utanç verici ise de bence bizim için gurur verici bir durum.

'Ya Ayvaz, hayali ihracat, hayali hastaya kan toplama, hayali konser, abi hiç mi gerçeği yok bunların?" "Olmaz olur mu abi, bunların hepsi hayatın gerçeği."

"Söyler miyim Beyim? Birini vuracaklarını geç öğrenecekler, kimi vuracaklarını ise son anda." "Güzel. Elden geldiğince az bilgi verin ki elleri vakitsiz titremesin. Bilgili tetikçi, önce kendisi tekler, sonra geri teper. Tetikçi, namluyu kime çevireceğini bilmemeli. Eski çağlarda savaştan önce kiminle savaşacağı söylenmezmiş askere."

Belki de çok şey yapıp az kazananlar ile az şey yapıp çok kazananlar şehriydi İstanbul.

Sularda süzülen zarif bir yelkenli gibi uygun rüzgârların kendisini yanına sürükleyeceği, narin ve güzel, uzak bir sevgiliydi Gülnaz. Beklemeye değerdi.

Eski, nadir kitap satıcılarına sahaf denir.

"İzinsiz gösteriler görülmemiş şeyleri gösterir, izinli gösterilerse bildik şeyleri. Eğer bu kadınlar izin alabilseler, söyleyecekleri önemsiz demektir" dedi.

Yeni tanıştığı bir kızla yakınlık kurmak, oturup konuşmak Cemil için yepyeni bir yaşantıydı. Dünyanın, kendi dünyasının, hiç ayak basılmamış bir yerine gelmiş gibi hissetti kendini.

"Babam avukat olmamı, annem ise mimar olmamı istedi. Ben, babam olsaydım avukat, annem olsaydım mimar olacaktım. Ben, kendim oldum, coğrafya okudum" dedi.

listesindesin Aybahar'ın." Cemil: "Bir listede arada olan kişi, bir başka listede başta olduğunda eleştirilmemeli. Aybahar'ınkinde aradayım, Aysen'inkinde birinci."

"Geleceğini korumayan bir ülke geçmişini de korumaz. Sadece geçmişe saygısı olduğunu iddia eder. Bugün ormanı koruyamayan toplum, eski ağaçlardan yapılmış kâğıtlara tek tek kamış kalemle yazılan kitapları da koruyamıyor işte. Ormanlarımızı gerçekten koruma altına aldığımız gün, yazma eserleri de koruyacağız.

Tencerenin büyüklüğü önemli değildir, her konuk kendini midesi büyüklüğünde doyurur.

"Şimdi kitaplar Arap alfabesiyle yazılmıştır. Halkımız Arap alfabesiyle yazılmış tüm kâğıtları, Kuran-ı Kerim'i çağrıştırdığı için kutsal sayar. Aslında bütün kâğıtlar değil, Kuran kutsaldır ama böyle ince ayrıntılara dikkat etmez halkım.

Toplumsal ahlak, ezbere ahlaktır, işe yaramaz. Bireysel ahlak ise yüceltir toplumu.

'Yaşamın Kerteriz Defterleri' diyor. Balıkçılara balıkların yerini bildiren, nerede ne avlanacağını anlatan kerteriz defterlerine benziyor bunlar da; ne zaman, nerede, ne düşünmek, nasıl davranmak gerektiği konusunda Ayyaş Ahmet'in görüşleri.

Wellingtone Dükü Waterloo Savaşı'ndan önce gerekenin iki katı ateş yaktırıp gece, ordusunu kalabalık göstermiş, Napolyon'un moralini bozmuş. İşte bir savaş hilesi daha. "Atatürk, 'Milletin hayatı tehlikeye girmedikçe savaş bir cinayettir' demiş. Kaç tane kral, imparator dikkat etti bu inceliğe. Tarih boyunca krallar milletlerinin hayatının tehlikede olduğunu ileri sürüp komşularına saldırdılar. Çağlar boyunca güçlü ülkeler, suda giden gemilere bindiler, sudan mazeretlerle zayıf ülkeleri yediler. Aisopos'tan günümüze kuzular hep tehdit olmuştur kurtlara. Eti budu yerinde bir kuzu, önce korkutur kurdu, kurt her ihtimale karşı yer onu. Güçlü ve üçkâğıtçı kral, önce kendini kandırır, sonra milletini. Üçkâğıtçılığa dayalı bu tür insan halleri insanlığı mahvetti. İşte bu yüzden dürüstlük gerekli."

Büyük balık küçük balığı yer bulduğu yerde" diye karşılık verdi Cemil. Raif,
"Böyle düşünmemeli. Sen balık mısın derler sonra adama. Tarihte insan insanı yenmedi, savaş insanlığı yendi. Savaş en büyük ahlaksızlıktır. Büyük balık küçük balığı yedi diye insanın balığa özenmesi gerekmez.

"Bir günlerin güzelliği ahiliğin yedi temel ilkesi vardı, dürüstlük en önemlisi. Ancak gelişme, geliştirme fikri yok bu ilkeler içinde. Çalma, hırsa kapılma diye ne yapmaması gerektiği söylenirdi esnafa ama ne yapması gerektiği söylenmemişti, kendini geliştir denmemişti. Gelişme fikri yoksa eğer, önce düzen bozulur, sonra iş, sonra dürüstlük gider."

'Ya Ayvaz, bu Aysen öyle kızlardan değil, çok farklı bir kız." "Abi sen Gülbahar'a da farklı diyordun. Hangi kızı beğensen farklı oluyor."

"Diğer beş kitaba önem verip aldılar, dürüstlüğe kimse rağbet etmedi" dedi Raif. "Yanıldılar. Çünkü o beşi kendini getirir, dürüstlük ise hepsini getirir."

"Üç tür dürüstlük var, doğaya karşı, insanlara karşı, kendine karşı. Bu üç tür dürüstlüğe sahip olan, ne fakirdir ne halinden sızlanır. İnsanlara karşı dürüst olup da kendine karşı dürüst olmayan nice kişi, yaşamla barışamıyor, yalnız ve fakir yaşıyor. Diyojen'in hiçbir şeyi yoktu görünürde, İskender'in ise her şeyi vardı. Aslında hangisi daha zengindi? Kendi tercihiyle hiçbir şeyi olmayan belki de her şeye sahiptir bu dünyada.

Her şeye itiraz edenler de, her şeyi kabul edenler de bir dürüstlük ayarı yaptırmalılar

"Karikatürcü kimi kastetmişse, o adam verir mahkemeye." "Bence veremez abi. Şimdi birisi çıkıp 'Bu beni kastediyor' dedi mi satılmışlığı kabul ediyor demektir. İyisi mi sesini çıkarmayacaksın bu gibi durumlarda, alınganlık etmeyeceksin." Ayvaz:
"Bence Satılmış abi mahkemeye verebilir bu gazeteyi. Üstüne alınmış gibi de olmaz, doğuştan Satılmış kendisi zaten. İsimden kurtarıyor.

"Raif abiden aldığım kitapları daha okumadım. Ama bence, başkasının zaten yapacağı bir ahlaksızlığı, sen ondan önce davranıp yapabilecekken, yapmamayı tercih etmek dürüstlük olsa gerek." "Abi sen o iki kitabı okuma. Okursan kafan iyice karışacak, ahlakın bozulacak. "

"Bir yerde okudum, çocuklar aynı masal kitabını elli kez okuturlarmış ana babalarına. Bu davranışlarının sebebi dünyanın tutarlı, güvenilir bir yer olduğunu görme isteği imiş. Bilgilerin akşamdan sabaha değişmediğini görmek için, belki de anne babalarının yalan söylemediğini görmek için, ezberledikleri halde aynı kitabı tekrar tekrar okuturlarmış. O halde biz çocuğa yalan söylediğimiz zaman 'Bu dünya güvenilir bir yer değil' mesajını vermiş oluyoruz. Güvenmeyeceksin, babana güvenmeyeceksin, annene, komşulara, 'Bu mala zam yok' diyen, 'Devalüasyon yok' diyen yetkililere güvenmeyeceksin, Türk Lirası'na güvenmeyeceksin, döviz alacaksın, hatta bankaya da güvenmeyeceksin, dövizini evinde saklayacaksın. Bu kadar güvenilmez ortam, üçkâğıtçı yaratır, gemisini yürüten kaptan üretir.

Dondurmacı içeri girdi. Kadın gitti, çocuk gitti, Cemil gitti, herkes gitti. Geride bir soru işareti kaldı.

Politikacılar yalan söylüyor diye kızıyor nicesi. Çocuklara yalan söylemeyi alışkanlık haline getirmiş toplumlarda, politikacılar da yalan söyler çoğunlukla. Gökten düşmezler çünkü, bir ailede yetişirler sonuçta."

"Makro yalan nasıl oluyor abi Batı'da?" "Çıkardıkları gazeteleri, dergileri oku, daha da iyisi çevirdikleri filmleri izle, görürsün. Dünyayı ilgilendiren bir yalanlan, hataları varsa, yıllar sonra bile olsa filmini çevirip 'pardon yanılmışız' diyorlar. Böylece hem yüce gönüllülük sergiliyorlar, hem gecikmeli dürüstlük gösteriyorlar, hem de bunun filmini dünyaya satıp para kazanıyorlar.

Ya da tarlakuşu meselâ, tilki peşine takılsa da yuvasını bulamasın diye, sakat taklidi yapıp düşe kalka kaçar, tilkiyi yuvasından yeteri kadar uzaklaştırdığında pır diye uçup gidermiş havada.

Ahlak, ahlaksızlık etme gücü olup da etmeyenler için bir lükstür, pahalı bir hobidir, ama ahlaksızlığa gücü olmayanlar için sıradan bir davranıştır. Şimdi bak, sade bir vatandaşın bebeğinin altını değiştirmesi veya bir omlet yapması basit bir iştir. Ama bir kraliçenin mürebbiyelerin baktığı bebeğinin altını arada bir heves edip değiştirmesi veya on yılda bir mutfağa inip omlet pişirmesi, adamları tarafından yıllarca anlatılan ender, lüks bir şeydir. Ahlak da böyle. Tarihte veya günümüzde bir devlet, bir kral düşün. Bu devlet ekonomik ve askeri bakımdan çok güçlü iken, bir zayıf ülkeye saldırıp onu işgal edebilecekken, sadece insanî-ahlakî gerekçelerle bunu yapmazsa, işte bu ahlaktır ve saldırmanın getireceği kazançtan daha pahalı, lüks bir şeydir. Bu lükse herkes sahip olamaz. Güçlüyken saldırmama, çalabilecekken çalmama lüksüne herkes sahip olamaz."

"Çok büyük bir komutan bir kaleyi kuşatmış eskiden. Kale halkı, 'Kan dökmezsen teslim oluruz' demiş. Komutan kan dökmeyeceğine söz vermiş. Kapılar açılmış, şehir teslim olmuş. Ertesi gün büyük kuyular kazdırmış komutan ve diri diri gömdürmüş gazileri. Böylece sözünü tutmuş, kan dökmemiş.

Osmanlıdan sadrazam Ozdemiroğlu Osman Paşa Tebriz'i kuşatır. Halk, 'Kan dökmezsen ve yağmalamazsan şehri sana teslim ederiz' der. Osman Paşa 'Söz veriyorum, kan dökme yok, yağma yok' güvencesi verir. Halk şehrin kapılarını açar. Asker şehre girer. Kan dökme ve yağmalama olmaz, ancak asker aç ve perişandır, yeniçerinin maaşı verilememiştir,
çünkü hazine bir haftalık yolda, geridedir, ulaşması bir hafta sürecektir. Hazine ulaşana kadar askeri disiplin altında tutmak zor olacaktır. Özdemiroğlu Osman Paşa bir şey akıl eder. Küçük deri parçalarına mührünü bastırıp maaş yerine askere dağıtır. Bir tür çek gibi. Çığırtkanlar çıkarıp halka 'Ellerinde mührüm olan derileri getirenlere istedikleri yiyecekleri, giyecekleri satın, hazine geldiğinde bu deriler para ile değiştirilecek' dedirtir.

"Şimdi ben Osman Paşa'yı anlatırken, sen sürekli, dur bakalım, halka nasıl kazık atacak bu vezir diye düşündün. Doğru mu?" diye sordu.
Cemil gülümseyerek, "Aynen öyle" dedi.
"Ama atmadı. Hikâyenin sonunda sözünü tuttuğunu görmek hoşuna gitti mi?"
"Evet, çok hoş geldi."
"İşte dürüstlük tadına varanlar için hoş bir şeydir. Osmanlıda çok yiyici, hortumcu vezir, sadrazam vardı, kimisi yaptığı her tayinden rüşvet alırdı. En güçlü, en kanunî dönemde, Kanunî'nin döneminde Fuzulî 'Selâm verdim, rüşvet değildir diye almadılar" dedi. Bak, eskiden kalma bir halk hikâyesi vardır Anadolu'da: Bir vali paşa tayin edilmiş doğuya, soyup soğana çevirmiş halkı. Eşraf hazırlanmış, İstanbul'a gidip şikâyet etmek için padişaha. Vali bunu duymuş, eşrafı konağının gizli bölmesine götürüp bir sandık göstermiş. Sandıkta altın, gümüş varmış, silme dolmasına dört parmak kalmış. Vali eşrafa 'Bakın' demiş. 'Ben buraya geldiğimde bu sandık boştu, şu an dolmasına dört parmak var. Eğer siz beni padişaha şikâyet ederseniz, padişah da görevden alırsa, yerime yeni bir vali gelir. Fakat dikkat edin, boş sandıkla gelir, o sandığı yeniden doldurmanız gerekir. Benim sandığın dolmasına dört parmak var, silme dolunca Vallahi dürüst olacağım. Varın siz karar verin.' Eşraf düşünmüş, yeni bir sandığı sıfırdan doldurmak yerine, şu dört parmağı dolduralım, daha kârlı demişler. Ah benim zavallı halkım! Bu öyküde ne var? Vurgunculuğu kabullenme, kanıksama var,

Bir vatandaş Atatürk'ün karşısına geçip samimiyetle 'Paşam be, memurların çok hırsız' demiş. Atatürk de aynı samimiyetle 'Biliyorum çocuk, ama bu hırsız memurlarla da olsa yine de sizi kalkındıracağım" demiş.

"İnsan kitap okurken yaşar. Yaşarken okumalı. Aslında bütün bir yaşam bir kitaba benzer bazen. Yaşamı da bir kitap gibi toptan alırsın eline ve bir gün toptan bırakırsın ama onu sayfa sayfa okuyabilirsin. Ve hiçbir kitabın seni kandırmasını, sana yalan söylemesini istemezsin."

"Kimi yazarlarımız bozuk cümleli ve tümünü okuyorum romanın, bakıyorum hiçbir şey kalmamış içimde. Sonra nasıl oluyorsa oluyor, dünya âlem bunun peşinde."

Aysen tarafından kabul edildiğini ama bunun sınırlı bir kabul olduğunu, Aysen'in buluşmaya başkalarını da çağırarak ona "seninle sevgili değil, dost olmak istiyorum" mesajını verdiğini düşündü. Adeta Aysen'in evine davet edilmiş, ancak salona alınmamış, bahçede ağırlanmıştı.

Ayvaz ve Cemil yine zengin olma,ünlü olma hayallerinden söz ettiler. İhsan,"Siz hep 'bir şey' olmak istiyorsunuz. Bir şey yapmak istemiyorsunuz" dedi,

"İyi de yavrum, bütün bunları bir şeyler olmak, zengin olmak için yapıyorsunuz. Hedefiniz zenginlik, size zenginlik getirecek herhangi bir işi yapmaya hazırsınız. Sevdiğiniz işi yapmak için değil, hedefinize ulaşmak için uğraşıyorsunuz. 'Yapmak' için değil, 'olmak' için uğraşıyorsunuz. Yeteneğine uygun olan, sevdiği işi yapan, hem ünlü olur hem zengin. Oğluna kız aramaya çıkmış annelere benziyorsunuz."

"Amaçları oğullarına belli bir kızı istemek değildir" diye sürdürdü İhsan, "Bir kız bulmaktır. Nice lise öğrencisi de öyle. Sınavda umduklarının üzerinde bir puan alınca, ziyan olmasın diye o güne kadar hiç düşünmedikleri bölümlere giriyorlar, puan ziyan olmuyor ama kendileri ziyan oluyorlar. Onlar da sizin gibi, istediklerini yapmak için değil, zengin ve itibarlı olmak için böyle yapıyorlar. Çevreyi ve kendini kandırmaktır bu.

"Estağfurullah abi, asıl biz ileri gittik. Haddimizi aştık." İhsan:
"Belki de aşmadınız haddinizi. Haddinize, hududunuza, ne bileyim kapasitenize ulaşamadınız. Daha iyisini yapabilecekken» bu dünyada bir şeyler yapabilecekken, yalnızca bir amaçla sınırladınız kendinizi.
Yapabilecekleri işlere odaklananlar, ufukların ötesine ulaşırlar. Yalnızca amaçlarına, örneğin paraya, üne odaklananlar, kendilerine sürekli bir ufuk arayıp dururlar." "Amaç sahibi olmak kötü mü abi?" diye sordu Cemil. "Dışarıdan kaynaklanan amaçlar kötüdür" diye yanıtladı İhsan. "Zengin olmak gibi. Senin içinden gelen, yeteneğinden, bilginden kaynaklanan amaçlar ise iyidir.
Dışarıdan gelen amaçlar sana verilenlerdir. Senin ürettiğin amaçlar ise kendine ve dünyaya hediyendir."

Ayvaz otobüste geç kalacağız diye telaşlanıyordu. İşe geldiklerinde anladılar ki geç kalmamışlardı, erken de gelmemişlerdi. Tam zamanı da değildi. Güven Ticaret'le aralarındaki zamanlaşma sona ermişti. İşten atılmışlardı.

Kapıdan ayrılırken hafif bir sesle, "Biz zaten ayrılacaktık" dedi. Kimse duymadı ama bunu söylemek Cemil'i rahatlatmıştı. Yerinde ve zamanında oynanan bir lades, öncelikle kişiyi rahatlatır bazen.

"Valla hiç yolu yok Beyim, işleteceğiz. Bizim çocuklar vuracak, iş bunların üzerine kalacak. Görünür bir zanlı oldu mu bizimkileri kurcalamaz kimse."

Eşeklere bindiler. Eşekçi ellerine birer değnek verdi, "İnatçılık ederse vurursunuz" dedi. Çubukları almadılar. Yolda yan yana giderken Cemil Aysen'e,
"Keyifle gezelim diye bindik. Bizim keyfimiz olacak diye hayvana vurmak niye" dedi:
"Birileri, sürekli sırtına alıyor birilerini, bir de eziyet etmemeli. Haydi deh, deh!" "Deh, deh!"

çingene mahallesinin aşağısında, (çingenelere Roman diyor nicesi, bence bu bir kandırmacadır, çünkü çingeneler Roman değil, çingenedir ve çingeneler en az herkes kadar saygıdeğerdir)

Eminönü'ne doğru arabayla geçenler, halimize bakıp bizi yaşamda yenik düşmüş zannederler. Evet, çoğu evden, işten atılmıştır bu ayyaşların ama yoldan geçenler bilmezler ki bu yenik düşmüş erkekler, kayalar arasındaki bir avuç toprakta, ıtır kokulu, yosun kokulu, anason kokulu yaşamı teneffüs ederler. Ve, dalgalara, egzoza, yoldan geçen meraklılara, dikkatlilere, dikkatsizlere ve her şeye direnen o inatçı otlar gibi, kendi dillerince ve gönüllerince yaşamayı becerirler.

Bendeniz Ahırkapılı Ayyaş Ahmet. Bugüne kadar hiç içki içmedim. Şimdi siz çelişki gördünüz belki, içmeyen ayyaş tuhaf geldi. Ama bütün çelişkiler misali bunun da bir açıklaması var. Ahırkapılı, surdipli bütün yarenlerim ayyaştır. İçlerinde tek içmeyen benim. İçen çok, içmeyen tek olunca, çoğunluktan ayırt edebilmek için bana Ayyaş dediler. Doğru değil ama işlevsel. Birbirlerine ayyaş deseler doğru olurdu ama işe yaramazdı. Benim ayyaşlığım, toplumda en akıllıya deli denmesi veya ne bileyim, bir grup memur içinde bir tane rüşvet kabul etmeyen varsa ona 'şerefsiz' denmesi gibi bir şey. Adil değil ama anlaşılabilir bir durum. İşte ahlak burada başlıyor sanırım. Toplum, ya adil olanı ya kolayı seçer. Toplum ya dürüstlüğü ya işe yarayanı, işine geleni seçer.

Güçlüyüm, öldürebilirim diye düşünür. Öldürme eylemi kadar, öldürme şeklidir beni yaralayan. Bence, bana doğrusu, tüfekle adam vuran dürüst bir saldırgan. Oysa tuzak kuran veya oltayla avlayan, dürüst olmayan bir saldırgan. Bir yiyecek, bir balığın hasretle beklediği, hak ettiği bir şeydir. Balıkçı balığın bu hakkını oltayla uzatır balığa, önce kandırır sonra öldürür onu.

Kimi ekmek parası için kimi stres atmak, sinirlerini yatıştırmak için avlanır. Kanca balığın boğazını yırtıp çıkarken sen sakinleşirsin. Balıklar, kanmış, yenilmiş, yenmiş canlardır.
Olta, bir geriye bir ileriye, kandırmaya müsait bir zikzak çizip havada, bir yanı kamış, bir yanı misina, bir ucu denize değen bir V gibidir. Olta bir V'dir insan ile balık arasında, lades kemiği gibi bir V, bir kandırma işareti.

Eski İstanbul'da balıkçılar, hangi balığın, hangi mevsimde, denizin neresinde avlanabileceğini, haritalarla göstererek defterlere yazarlarmış. Kerteriz defterleri denilen bu defterleri, avlandıkları dönemlerde kimseye göstermez, denizden ellerini eteklerini çektikten sonra satarlarmış.

"Başarısız oldum, gücüm yok ki, fakirim, mutsuzum, kalbim boş" derler ama hiçbiri ortaya çıkıp da "Kadere bak yahu, ne yazık ki üçkâğıtçıyım, ahlaksızım" demez. İlk beşinin zıttı bende var diye esef edebilirsiniz ama dürüstlüğün zıttı bende yok diyemezsiniz. Çünkü ilk beşini başkaları elinizden alabilir, parayı aşkı sizden esirgeyebilirler ama dürüstlüğü elinizden almazlar, onu siz verirsiniz. Dürüstlük bir kişisel tercihtir, dürüstsüzlük de.

Hayatım acılar içinde geçti. Dinlemeye yürekler dayanmaz, yüreksizler dinlese de anlamaz.

Hırsızlar hep karanlıkta girdi. Hırsızlığın sebebi karanlık mı şimdi? Hırsız zaten girecekti, karanlık sadece ona fırsat verdi. Ortamdan ötürü ahlaksızlık çıkmaz ortaya. Bozuk ortam, kuralsızlık, yalnızca davetiye çıkarır hastalığa. Direnciniz düştüğü için yatağa düşmezsiniz. Direnciniz düştüğünde, içinizdeki mikrop meydanı boş bulur da kendine, o yüzden hastalık gelir size.
İşte ahlaksızlık da böyle. Direnci düşük ortamları bekler kendince.

Eğer bir tek çocuğun başından geçmiş ise herkesin başından geçmiş demektir, benim de. İnsanlar çok kişidir, insanlık bir kişi.

İki tür aldatma vardır. Birincisi şudur: Evli bir insan bir sevgili bulur. Bu tür aldatmalar, bir ruhsal sorun, bir semptom sayılmalı. Eşi aldatmak anneye yalan söylemekten ne kadar farklı? Kırk yaşında evli insanlar eşlerini aldatırken, koltukların arkasında saklanmış çocuklar gibi işler çeviriyorlar. Bir de ikinci tür aldatma var, o da bizdeki. Bizim evlilik dışı ilişkimiz olmadı. Eşim beni kendisiyle aldattı, ben de onu kendimle.

Nice tüccardan, politikacıdan kazık yer de bazı dürüst insanlar, kendileri o işleri yapmazlar, basit görürler, başkaları yapsın isterler, başkaları yapınca da "Kazık yedik" diye sızlanıp dururlar. Dürüstler uzak kaldıkça yönetimden, üçkâğıtçılar ayrılmaz yerinden.

Ülkemde hâlâ nice yerler var ki, kadın kız doğurdu mu üç yemek vermiyor ailesi, kapı pencere kırıyor kiminin kocası. Bu ne iş Yarabbî? Sorsan kadere inandığını söyler hepsi, peki bu kız çocuğunu Allah vermedi mi?

Aslında, mum ışığı ile güneş ışığı arasında nitelik farkı yoktur, nicelik farkı vardır. İşte aynısı, gerçekte yaşayan bir adam ile yalnızca bir yazarın kafasında varolan bir kahraman arasında, nitelik farkı değil, nicelik farkı vardır.

Aysen, Demir, Raif ve Ayyaş Ahmet kendilerini, yaşamı sorgulaya sorgulaya, kendilerine yerleşmeye çalışıyorlardı, sonra yaşama. Oysa ne yazık ki Cemil'e ve Ayvaz'a benzeyen çok sayıda çalışkan ve becerikli insan piyasaya, şehre yerleşme telaşıyla, kendilerine ve yaşama yerleşmeyi unutuyor, kendilerini ve yaşamı ıskalıyorlardı.

"Nice işadamı, yatırımlarıyla, dünyanın gidişatıyla ilgilendiklerinde, kendileriyle ve dünyayla ilgilenmiş gibi görünüyor. Oysa kendileriyle değil, parayla ilgileniyorlar, kendilerini değil, paralarını ve güçlerini artırıyorlar. Kazandığı parayla kendini artırabilen çok az insan var aramızda.

Güneş doğuda da batıyor, batıda da. Batıda da doğuyor, doğuda da. Gelgit denen şey denizde değil yalnızca, karalarda ve kafalarda da gelgit var galiba."

"Foucault Deliliğin Tarihi adlı eserinde der ki 'Tımarhane ve hapishane iktidarların sopası olmuştur tarihte'. Çin Şeddi belki de Çin'de düzeni sağlamak içindi. Çin Seddi'ni çizen kalem, o günden bugüne tımarhanelerle, hapishanelerle hizaya soktu halkı hissettirmeden.

"Atatürk bütün mahzun milletlerin babasıdır" dedi. Gabri, "mazlum milletler" demesi gerekirken, Türkçe'yi tam bilmediği için "mahzun milletler" demişti. Aslında dünyadaki bütün mazlum milletler aynı zamanda mahzun da oldukları için bu önemli bir hata sayılmazdı.

Bir defasında da Gabri "Bizim Afrino'da bir üstünlüğün, iyi bir şeyin varsa övünmelisin" dedi. Anlamadılar. Şöyle açıkladı: "Eğer şayet araban ya da evin, arkadaşının arabasından, evinden daha iyiyse senin ona 'Benim araba senin-kinden daha iyi' demen lazım. Çocuğun onun çocuktan daha güzel ise 'Benim çocuk seninkinden daha güzel' demen lazım."
"Niye, ne gerek var?" diye sordu Ayvaz. "Adet öyle, söylemezsen görgüsüzlük olur."
Afrino'daki bu adet Ayvaz'a da Cemil'e de çok tuhaf geldi, ancak biraz düşündüklerinde dehşet içinde bizde de benzeri bir adet olduğunu fark ettiler. Biz de resmen övünmek yoktu ama çaktırmadan övünebilirdin. Meselâ evin güzelse, villan varsa, ön cepheye kocaman bir nal, nazar boncuğu asarsın. Eğer sıvası, badanası olmayan bir gecekondu yapmışsan bunları asman gerekmez, çünkü övünülecek, nazar değecek bir şey yoktur ortada. Ya da çocuğun sence güzelse yine bir nazar boncuğu asarsın. Nazar boncuğu asmak üstü kapalı övünmek sayılmaz mı? Üstelik bir de suçlama var çevreye: "Siz kıskanırsız bendeki zenginliği, gözünüz değebilir, şerrinizden selamette olabilmek için şatafatlı bir haset kovucu astım kapıma, destursuz girmeyin diye içeriye."

Batı bize hümanist olmayı öğretti, hümanist olmak iyidir dedi, hümanist olduk. Sonra baktık ki hümanist olmayı unutmuş Batı temelli. Kamplara bölüp dünyayı, dostlar- düşmanlar savaş peşinde sürekli. Bize hümanizmayı tavsiye edenler kendi yüreklerinden hümanizmayı tasfiye etmişler."

Ama şimdi güçlü devletler şöyle: 'Karşıdan bir adam geliyor, sana tokat atma ihtimali var, her ihtimale karşı onu vur.' Şimdi medeniyet budur." "Galiba dünya şeker hastalığına tutulmuş başından beri" dedi Cemil. "Fazla beslenmeden derisinde yaralar açılan bir şeker hastası gibi, medeniyet ilerledikçe kanayan cepheler açılıyor dünyanın üzerinde sürekli. Bir zaman Doğu zaptederdi dünyayı, şimdi Batı zaptediyor. Demir abi der, güçlü olan insan, insanlığını unutuyor. Sonra zayıf ülkeler sızlanıyor, adalet istiyor. Aristo demiş ki 'Yalnızca zayıflar adalet ister'."

"Bu ülkede Mevlânâ'ya saygı duymayan yok ama Mesnevi'yi okuyan da yok gibi."

Doğu'ya sefere çıkan padişahlar, Konya'ya uğrayıp Mevlânâ'nın sandukasının saçaklarını öperlermiş ama sonra seferde on binleri kılıçtan geçirdiler bir seferde, bazen teslim olanları bile. Bu ne Mevlânâ, bu ne hümanizma?"

'Onlar geldiler, ellerinde İncil vardı, bizim ise topraklarımız vardı. İncil'i elimize verdiler, 'Gözlerinizi kapatıp dua edin' dediler. Ettik. Gözlerimizi açtığımızda, bizim elimizde hâlâ İncil vardı, topraklarımız ise onların olmuştu.'"

"Mafyanın lideri, piyasadaki küçük hırsızları suçlarmış. Büyük ülkeler de öyle, ta Roma'dan beri küçükleri saldırganlıkla suçluyorlar sürekli. Eğer kendileri saldırırlarsa, dünya için gerekli, küçüklerinki anarşi.

"Burada kadınlar otursa ne olur?" diye sordu.
Ayvaz, "Burada erkekler kadınlara bakar ama yukarıda bakılmama garantisi var" dedi. Cemil ekledi:
"Aile değil, kadın önemli bizde. Erkekler eşlerine 'ailem' der ama hiçbir kadın kocasına 'ailem' demez. Aile yeri aslında kadınlar bölgesi. Aileye önem verseydik, alt katta da üst katta da kadına bakılmazdı sonuçta. Yani kendi kendimizi de suçlamayalım şimdi, bizde sadece kadına değil, ilginç olan her şeye bakılır. Bir sakat çocuğun varsa mutlaka bakar birileri, sonra bir de geçmiş olsun derler mongol çocuğa bile."

Kafalarında soru işaretleri vardı. Soru işaretleri yaşamı aralar ama tümüyle aydınlatmaz ne yazık ki.

Çürük dişler, çok gereksiz gözükür, tedavi olmuyorsa çekip atarsın sonuçta. Ama bunca tedavi, bunca macun, bunca fırça çürük dişler sayesinde ortaya çıktı. Çürük dişler, sağlam dişlerin varlığına katkıda bulunur sessizce.

'Acılar sizi öldürmemeli, tatlılara yüreğinizde yer açmalı. Öyle zengin bir sofradır ki yaşam, acılardan sonra tatlıları beklemeli insan.'

'Ben niye öleceğim' der de nicesi 'Ben niye doğdum' demez hiçbirisi. Doğmamız şart değildi, mutlu olmamız da şart değildir. Hayatınız size verilmiştir. Onu nasıl kullanacağınız ise sizin işinizdir. Doğumunuzdan siz sorumlu değilsiniz ama ölümünüzden bir ölçüde siz sorumlu olacaksınız. Doğumunuzdan önceki dünyadan sorumlu değilsiniz, ancak şu andan itibaren dünyanın gidişatından da siz sorumlusunuz. Yaptığınız iyi ve kötü işlerle öldükten sonra da dünyadan siz sorumlu olacaksınız."

"Belki de bu dünyada en dürüst insan dürüstlüğünden kuşku duyandır" dedi Cemil. "Dışarıda dürüst olduğundan kuşkusu olmayan nice insan var, ahlak abidesi sanıyorlar kendilerini. Aslında çoğu ladesçi, belki de üçkâğıtçı hepsi.

Hayvanlar yeteri kadar akıllı. Gereğinden fazla akıllı olan insan, yalan söyleyerek, yiyebileceğinden fazlasını öldürerek, harcayabileceğinden fazlasını biriktirerek uyumu bozdu. Şimdi resimde armoni, şiirde ve nesirde kafiye, belki de uyumsuz bir dünya gidişatını uyumluymuş gibi gösterme gayreti. Kapsam karanlık olunca zarfı renkli çizmeli."

"Bir abi bulup danışmak, ihtiyar bilgeye yol sormak masallarda kaldı. Okuyup veri toplamak ve kendi aklını kullanarak bir sonuca varmak yerine, Doğu tarzı tembellikle, konuşarak bir bilenden öğüt almak geçmişte kaldı.

Acılara ilişkin şaka yapmak, gülmek, acılar kabuk tutuyor demektir.

Sabahları sıkıntıdan uyanamadığını söylüyordun. Seni gaflet uykusundan uyandırsın diye yeni bir mürşide gideceksin şimdi. Git. Ancak unutma, seni uykudan uyandıran şey, başına dikilen
uyanık birinin eli değildir asla. Bu dünyada her insan, yalnızca kendi beyni sayesinde uyanır uykudan."

"Eşekler inatçı olur, değil mi? Ama ben birkaç defa bindim, benimkiler inatçı çıkmadı."
Mustafa Usta,
"Bilmem, öyle diyorlar ama değil" dedi. "Uzağı görür, tehlikeyi anlar eşek. Eşeğinle giderken durdu mu, inat etti demeyeceksin, gidip ileriye bakacaksın, bir sebebi vardır, mutlaka, bir tehlike filan görmüştür yolda. Eskiler eşek koyarmış kervanların önüne, tehlikeyi görsün diye."

Bir zamanlar kendi türünden köleleri insafsızca kırbaçlayan insanlar gibi, sopalarla, taşlarla dövüyordu eşekleri sahipleri. (Güçlü ve vicdansız bir efendi açıkça döver sizi, akıllı, ahlaksız ve sinsi birileri ise sessizce kandırır herkesi.)

Belki de, doğa ile, doğal olanla uğraşanlar, karşılarında bir samimiyet, bir doğallık gördüklerinde, doğal karşılıyorlardı bunu.

Sonra gün değişti, lades kemiğinin anlamı da değişti, insanlar lades kemiğini kırmaya ve birbirlerini kandırmaya başladılar. Böylece iki kollu lades kemiği yalnızca kazananlara şans getirdi. Kazandılı-kaybettili bir dünyada 1 Nisanlar ve lades kemikleri, kazanlar kaynarken dört bir yanda, yalnızca kazananlara hizmet etti.

Aysen, anayurdun üstünden geçen bir kuyruklu yıldız, hayret ve hayranlık uyandıran parlak bir an, aydınlık bir yaşantıydı, onu gördünüz diye anayurdunuzu terk etmeniz, bu iz bırakan yıldızın peşinden gitmeniz gerekmiyordu. O size ışığını bırakırdı ama onu yanınızda taşıyamazdınız.

Aysen Cemil'in eksik yanlarını artılayan, ona ulaşmak istediği uzakları gösteren, yol gösteren bir yıldız, Cemil'in gizliden gizliye benzemek istediği bir insandı belki de. Cemil'in örtüler, sisler içinde gördüğü şey şuydu yüreğinde: Cemil, o olmak istiyordu aslında, onunla olmak değil. Aysen gibi olmak istiyordu, Aysen'le olmak değil.
Cemil ortaokulda bir kadın öğretmenine âşık olmuştu platonik bir şekilde, aşk tadında ama acı veren bir düşünceydi bu. Kendisi açıkça farkında değildi ya, içindeki gerçek istek, sahip olmak, aitleşmek değil, kimi yönlerden ona benzemekti yalnızca, onun gibi olmaktı.
Belki bütün aşklar, sevdiğine katılmak, sevdiği gibi olmaktır aslında. Bir insanı ya da bir mesleği arzularken, kendimizden vazgeçiyoruz, kendimizden geçiyoruz, o oluyoruz, ona katılıp onunla oluyoruz. Acaba içimizdeki gerçeği yakalayabilmek için kendimizden mi vazgeçiyoruz? Aşk, ötekiyle birleşme mi, yoksa kendini yok sayıp kendinden ayrılma mı?

Kitaplar ve defterler size aşkın ne olduğunu anlatabilir ama içinizdeki aşkın ne olduğunu ancak siz bulacaksınız. Belki gerçeği göreceksiniz, belki kendinizi kandıracaksınız.

"Nasılsınız?" deyince "Kötüyüm" diyeni hiç görmedim, önce "Teşekkür ederim, iyiyim" denir, bir sıkıntı varsa sonra söylenir.

"Arkadaşlar, başkalarının sizi nasıl gördüğü önemli değildir, sizin kendinizi nasıl gördüğünüz önemlidir"

İyi de şimdi ben ne diye açıklıyorum ki, her açıklama bir savunmadır, 'Niçin su içtin?' diyene 'Çünkü içtim' denir varoluşçulukta. Niyet, niyesiz olabilmeli bazen."

belki de insanlar hak ettikleri rolleri almamalılar, aldıkları rolleri hak etmeye çalışmalılar.

İnsan dünyada yalnızdır, kendine ait sandığı pek çok şey ona ait değildir, hatta kendi varlığı bile belli bir süre aittir kendine. Oysa insan her şey elindeymiş, kendisine aitmiş ve hiç ölmeyecekmiş gibi davranır. Bu, insana özgü derin ve temel bir kendini kandırıştır.

Bu dünyada gerçekten senin olan, duyguların ve düşüncelerindir; dışarıdakiler, düşünürsen zihnindedir.

Batı, bu iyi. insanlığa çok hümanist iletiler verdi, bu da iyi. Ancak Batı, insanlığa verdiği sözleri tutmadı, dediği başka, yaptığı farklı. Bizdeki 'Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma' fikri Batı için de geçerli. Doğu güçlüyken savaştı, yendi, Batı da dünden bugüne aynı; Haçlı Seferleri neydi? Avrupa Konstantinopolis'i niçin ezdi? İster Doğu ister Batı, güçlü olan, unuttu sevgiyi, insanlığın kalbine battı.

"Bence bireyler gibi milletler de bitmemiş işlerini bitirmeli, ukdeler ufukların gerisinde kalmalı. Geçmişe esef etmeyelim, geleceği tesis edelim. Tarih boyunca ne resim birleştirdi insanları ne bilim.

Bir garip hipotez benimki de işte, iş arkadaşınızı, içki arkadaşınızı, ev arkadaşınızı vurabilirsiniz ama birlikte şarkı söylediğiniz adamı vuramazsınız."

Ama bir yandan da düşünüyorum da bu 'Harcadıkça kazan' fikri, hayatımızın özeti belki. İnsan evlâdı, bu dünyaya geldi geleli harcadıkça kazanıyor sürekli. En değerli yıllarımızı harcayıp diplomalar, ekmek paraları kazandık. Anneler hayatlarını, vücutlarını, uykularını verip bebekler kazandılar. Yaşam boyu ne kazandıysak harcadık da kazandık, bu dünyada vermeden hiç almadık. Harcayarak kazanmak ve sona doğru yol almak, bu evrende maddeye sinmiş en temel çelişkidir belki. Madenleri, ormanları, atmosferi harcadıkça kazandığını düşünüyor medeniyet. Kazandıkça yıkıma yaklaşıyor halbuki."
0 Responses