Murat Çetin
Bu gezegenin şöyle bir sorunu vardı - daha doğrusu eskiden vardı: Üzerinde yaşayan halkın büyük bölümü çoğu zaman mutsuzdu. Bu sorun için pek çok çözüm önerilmişti, ama bunların çoğu genellikle yeşil renkli küçük kâğıt parçalarının hareketleriyle ilgiliydi. Bu da tuhaftı, çünkü aslında mutsuz olanlar yeşil renkli küçük kâğıt parçaları değildi.
Bu nedenle sorun varlığını sürdürdü; halkın çoğunun durumu kötüydü ve onların büyük bölümüyse sefildi, dijital kol saatleri olanlar bile.

Sonra, adamın birinin, değişiklik olsun diye bundan böyle halka nazik davranmanın ne kadar iyi olacağını dile getirdiği için bir ağaca çivilenmesinden yaklaşık iki bin yıl sonra, bir Perşembe günü, Rickmansvjorth'de küçük bir kafede tek başına oturan bir kız, bunca zamandır ters giden şeyin ne olduğunu birdenbire fark edip en sonunda dünyanın nasıl iyileştirilebileceğini ve mutluluğun hüküm sürdüğü bir yere dönüştürülebileceğini anlamıştı. Bu sefer doğru olanı bulmuştu, bu, işe yarayacak ve hiç kimsenin bir yerlere çivilenmesi gerekmeyecekti.
Ama ne yazıktır ki, bir telefon bulup birilerine bundan söz edemeden korkunç, aptal bir felaket meydana geldi ve fikir sonsuza dek yitip gitti.
Bu, o kızın öyküsü değil.
Ama o korkunç, aptal felaketin ve onun doğurduğu bazı sonuçların öyküsüdür.

Galaksinin Dış Doğu Kıyısının daha fazla refaha ulaşmış uygarlıkların pek çoğunda Otostopçunun Rehberi bütün bilgi ve bilgeliğin standart hazinesi olarak herkesçe kabul gören büyük Ana Galaktika Ansiklopedisi'nin yerini çoktan almışa. Çünkü içinde atlanan pek çok şey bulunmasına ve uydurmalarla ya da en azından büyük hatalarla dolu olmasına rağmen kendisinden önceki daha sıkıcı çalışmaya iki yönden üstünlük sağlamıştı.
Bunlardan birincisi biraz daha ucuz olması, ikincisiyse kapağında kocaman, dostane harflerle PANİĞE KAPILMA yazmasıydı.

"Neden inşa edilmesi gerekiyormuş da ne demek?" dedi. "Bu bir kestirme yol. Kestirme yollar inşa edilmelidir."
Kestirme yollar, bazı insanların A noktasından B noktasına çok hızlı bir şekilde gitmesini, bu sırada başka insanların da B noktasından A noktasına çok hızlı bir şekilde varmasını sağlayan buluşlardır. Tam ortada bir nokta olan C noktasında yaşayan insanlarsa sık sık şunu merak ederdi: A noktasında ne var ki bunca insan B noktasından oraya gitmek için can atıyor ve B noktasında ne var ki bunca insan A noktasından oraya gitmek için can atıyor? Çoğu kez insanların hangi lanet olası yerde olmak istediklerine kesin bir karar verip bu duruma bir son vermelerini dilerlerdi.

Ağırlığını bir ayağından diğerine verdi, ama her iki durum da eşit derecede rahatsızdı. Birilerinin korkunç bir beceriksizlik yaptığı gün gibi ortadaydı ve o kişinin kendisi olmaması için dua etti.

"Ama, Bay Dent, planlar dokuz aydır yerel planlama ofisinde duruyordu."
"Şey, evet, dün öğleden sonra, duyar duymaz doğrudan oraya gittim. Planların orada olduğunu duyurmak için kılınızı bile kıpırdatmadınız, değil mi? Bunu gerçekten gidip birilerine ya da bir şeylere bildirmekten bahsediyorum."
"Ama taslaklar asılıydı..."
"Asılı mıydı? Onları bulabilmek için en sonunda kilere inmek zorunda kaldım."
"Evrakların asıldığı bölüm orasıdır."
"Elimde bir fenerle."
"Şey, büyük olasılıkla ışıklar gitmişti."
"Merdivenler de gitmişti."
"Ama bakın, duyuruyu buldunuz, değil mi?"
"Evet," dedi Arthur, "evet, buldum. Kapısında Leopara dikkat et yazılı bir tabela asılmış ve kullanılmayan bir helaya tıkılmış, kilitli bir dosya dolabının dibindeydi."

"Bay Dent," dedi.
"Buyrun, benim," dedi Arthur.
"İşte size gerçeklere dayanan bazı bilgiler. Şu buldozerin dosdoğru üstünüzden geçmesine izin verirsem, buldozerin ne kadar zarar göreceğine dair herhangi bir fikriniz var mı?"
"Ne kadar?" diye sordu Arthur.
"Hiç," dedi Bay Prosser ve beyninin neden hep bir ağızdan ona bağıran bin kıllı atlıyla dolu olduğunu merak ederek sinirli bir şekilde uzaklaştı.

Buna benzer akşamlar çoğunlukla kötü biterdi. Ford viskiyle kafayı bulur, kızın biriyle bir köşeye çekilip ona dili dolanarak uçan dairenin renginin aslında o kadar da önemli olmadığını açıklardı.
Daha sonra, yarı felçli bir halde karanlık sokaklarda sendelerken yoldan geçen polislere Betelgeuse'e giden yolu bilip bilmediklerini sorardı çoğu kez. Polisler de genelde "Sizce eve dönme vaktiniz gelmemiş mi, beyefendi?" gibi bir şeyler söylerdi.
"Deniyorum, bebeğim, deniyorum," Ford'un böyle durumlarda verdiği değişmez yanıttı.

"Ford! Merhaba, nasılsın?"
"İyiyim," dedi Ford, "baksana, meşgul müsün?"
"Meşgul müyüm?" diye haykırdı Arthur. "Şey, bütün İni buldozerleri ve diğer şeyleri önlerine yatmak için buraya getirttim, çünkü eğer bunu yapmazsam evimi yıkacaklar, ama onun dışında ... özel bir meşguliyetim yok, niye sordun?"

"Tamam," dedi Arthur, "konuş."
"Ve içmeliyiz," dedi Ford. "Konuşmamız ve içmemiz hayati önem taşıyor. Şimdi. Haydi bara gidip içelim."
Tekrar gökyüzüne baktı; gergindi ve bir şeylerin olmasını bekliyor gibiydi.
"Bak, anlamıyor musun," diye bağırdı Arthur. Parmağıyla Prosser'ı işaret etti. "Şu adam evimi yıkmak istiyor!"
Ford şaşkın şaşkın ona baktı.
"Tamam, bunu sen yokken de yapabilir, değil mi?" diye sordu.
"Ama bunu yapmasını istemiyorum ki!" "Ha."

"Peki ya evime ne olacak ... ?" diye sordu Arthur, dokunaklı bir sesle.
Ford dönüp Bay Prosser'a baktı ve birdenbire aklına hınzırca bir fikir geldi.
"Şu adam mı evini yıkmak istiyor?" "Evet, yapmak istediği kestirme bir yol inşa ..." "Ve sen buldozerinin önünde yatıyorsun diye bunu yapamıyor mu?" "Evet, ve ..."
"Bir anlaşmaya varabileceğimize eminim," dedi Ford "Bakar mısınız!" diye bağırdı. .
Bay Prosser -o sırada buldozer sürücülerinin sözcüsüyle Arthur Dent'in akıl sağlığı açısından bir tehlike oluşturup' oluşturmadığını ve eğer oluşturuyorsa, bunun için kendilerine ne kadar para ödeneceğini tartışıyordu- etrafına bakındı. Arthur'un yanında birini görünce hem şaşırdı hem de biraz telaşlandı.
"Evet? Ne vardı?" diye seslendi. "Bay Dent'in aklı başına geldi mi artık?"
"Şu an için," diye seslendi Ford, "gelmediğini varsayabilir miyiz?"
"Eee?" dedi iç çekerek Bay Prosser.
"Ve ayrıca bir de," dedi Ford, "bütün gün burada kalacağını varsayabilir miyiz?"
"Yani?"
"Yani adamlarınızın hepsi bütün gün hiçbir şey yapmadan etrafta dikiliyor olacaklar, değil mi?" "Olabilir, olabilir ..."
"Pekâlâ, madem bunu yapmaya razısınız, o zaman aslında onun bütün gün burada yatmasına ihtiyacınız yok demektir, değil mi?"
"Ne?"
"Aslında," dedi Ford sabırla, "ona burada ihtiyacınız yok."
Bay Prosser bunu düşündü.
"Hayır, öyle değil..." dedi, "buna tam olarak ihtiyaç denemez, ama ..." Bay Prosser endişelenmişti. ikisinden birinin söylediklerinde bir mantıksızlık olduğunu düşünüyordu.
"Eğer onun gerçekten burada olduğunu varsayarsanız, o zaman o ve ben yarım saatliğine bara kaçabiliriz. Ne diyorsunuz?" diye sordu Ford.
Bay Prosser bunun tam bir saçmalık olduğunu düşünüyordu.
"Bu kulağa son derece mantıklı geliyor ..." dedi, ikna edici bir ses tonuyla ve kimi ikna etmeye çalıştığını merak ederek.
"Ve daha sonra eğer siz de bir tek atmak isterseniz," dedi Ford, "biz de karşılık olarak sizi idare ederiz."
"Çok teşekkürler," dedi, bu oyunun sonunu nasıl gerileceğim artık hiç düşünemeyen Bay Prosser, "çok teşekkürler, evet, bu çok nazik bir davranış ..." Kaşlarını çattı, sonra gülümsedi, sonra ikisini de aynı anda yapmaya çalışıl, başaramadı, kürk şapkasını kavradı ve tedirgin hareketlerle başının üzerinde döndürdü. Az önceki oyunu kazandığını varsayabiliyordu yalnızca.
"O zaman," diye devam etti Ford Prefect, "eğer buraya gelip yere yatarsanız..."
"Ne?" dedi Prosser.
"Şey, kusuruma bakmayın," dedi Ford, "sanırım demek istediğim şeyi tam olarak anlatamadım. Birinin buldozerlerin önünde yatması gerekiyor, değil mi? Aksi halde onları Bay Dent'in evine girmekten alıkoyacak hiçbir şey olmaz, değil mi?"
"Ne?" dedi yine Bay Prosser.
"Çok basit," dedi Ford, "müvekkilim Bay Dent, yalnızca sizin gelip onun yerini almanız halinde burada, çamurun içinde yatmayı bırakacağını söylüyor."
"Ne diyorsun sen?" dedi Arthur, ama Ford sessiz olması için onu ayakkabısıyla dürttü.
"Siz benim," dedi Prosser, yeni düşüncesini kendi kendine heceleyerek, "gelip oraya yatmamı istiyorsunuz ..."
"Evet."
"Buldozerin önüne?" "Evet."
"Bay Dent'in yerine."
"Evet."
"Çamura."
"Dediğiniz gibi, çamura."
Bay Prosser aslında kaybedenin kendisi olduğunu anladığımda sanki omuzlarından bir yük kalkmış gibi hissetti Bu onun bildiği dünyaya daha çok benziyordu. İç çekti.
"Bunun karşılığında siz de Bay Dent'i bara götüreceksiniz?"
"Öyle," dedi Ford, "aynen öyle."
Bay Prosser birkaç gergin adım atıp durdu.
"Söz mü?" diye sordu.
"Söz," dedi Ford. Arthur'a döndü.
"Haydi," dedi ona, "ayağa kalk da adam oraya yatsın."
Arthur ayağa kalktı, kendini sanki bir rüyadaymış gibi hissediyordu.
Ford, Prosser'ı bir el hareketiyle çağırdığında adam üzgün ve beceriksiz bir şekilde çamurun içine oturdu. Prosser bütün hayatının bir tür rüya olduğunu hisseder, bazen de bunun kimin rüyası olduğunu ve rüyayı görenin gördüklerinden hoşlanıp hoşlanmadığını merak ederdi.

Arthur ise hâlâ çok endişeliydi.
"Peki, ama ona güvenebilir miyiz?" diye sordu.
"Bana kalsa, ona Dünya'nın sonu gelene kadar güvenirdim," dedi Ford.
"Ya, öyle mi," dedi Arthur, "peki Dünya'nın sonuna ne kadar kaldı?"
"Yaklaşık oniki dakika kadar," dedi Ford, "Haydi, bir içkiye ihtiyacım var."

"Öğleden sonraki maçı izleyecek misiniz?" Ford bakışlarını ona çevirdi.
"Hayır, bunun hiç anlamı yok," dedi ve bakışlarını tekrar pencereden dışarıya çevirdi.
"Ne o, yoksa maçın sonucunu tahmin edebiliyor musunuz, efendim?" dedi barmen.

"Arsenal'in hiç şansı yok ha”
"Hayır, hayır," dedi Ford, "sadece dünyanın sonu gelmek üzere de ondan."
"Şey, evet efendim, söylemiştiniz," dedi barmen, bu kez gözlüklerinin üzerinden Arthur'a bakarak. "Arsenal ancak dünyanın sonu gelirse elimizden kurtulabilir."

"Dünyanın sonu gelmek üzere."
Arthur barın geri kalanına tekrar bitkin bir ifadeyle gülümsedi. Barın geri kalanıysa ona çatık kaşlarla baktı. Bir adam kendilerine gülümsemeyi bırakıp işine bakması için ona bir el işareti yaptı.

Traal'ın Kurt-gibi-acıkmış Cırtlak Canavarının bakışlarından (aşırı aptal bir hayvandır, onu göremiyorsanız sizi görmediğini sanır ve sizi görmez - ot kadar aptal, ama çok çok açtır)

Daha da önemlisi, bir havlu büyük psikolojik değere sahiptir. Herhangi bir sebeple, şuursuz bir gezgin (şuursuz gezgin: otostopçu olmayan) bir otostopçunun yanında havlusunun olduğunu fark ederse, otomatik olarak bir diş fırçası, yüz koruyucu maske, sabun, bir kutu bisküvi, termos, pusula, harita, bir yumak ip, sivrisinek ilacı, yağmurluk, uzay giysisi vs. vs. olduğunu da varsayacaktır. Üstelik bunun da ötesinde o şuursuz gezgin bunlardan herhangi birini veya otostopçunun kazara "kaybetmiş" olabileceği bir düzine başka eşyayı ona seve seve ödünç verecektir. Çünkü o şuursuz gezgin, otostopla galaksiyi kat eden, yalnızca temel ihtiyaçlarını gidererek zorlu şartlarda yaşayan, korkunç tehlikelerle savaşıp galip gelen ve hâlâ havlusunun yerini bilen birinin hiç şüphesiz baş etmesi güç biri olduğunu düşünecektir.

Bu nedenle, otostopçu argosuna geçmiş bir deyiş vardır: "Hey, düzayak Ford Prefect ile hiç tanfırdedin mi? O havlusunun nerede olduğunu bilen bir süpdüzayaktır." (Tanfırdemek: tanışmak, farkına varmak, sevişmek; düzayak: gerçekten düzgün bir herif; süpdüzayak: gerçekten de şaşırtıcı bir derecede düzgün herif.)

Tam o anda dışarıdan gelen boğuk bir gümbürtü, barın hafif uğultusunun, müzik kutusunun sesinin, Ford'un yanında oturan ve en sonunda kendisine viski ısmarlatan adamın hıçkırıklarının arasından süzülerek duyuldu.
Arthur birasını püskürterek ayağa fırladı. "Bu da ne?" diye bağırdı.
"Endişelenme," dedi Ford, "henüz başlamadılar."
"Tanrıya şükür," dedi Arthur ve sakinleşti.
"Muhtemelen demin senin ev yıkıldı," dedi Ford, ardından son Arjantinini de kafaya dikti.
"Ne?" diye bağırdı Arthur. Ford'un yaptığı büyü aniden bozulmuştu. Arthur çılgınca etrafına bakındı ve pencereye doğru koştu.
"Aman Tanrım, yıkıyorlar! Evimi yıkıyorlar. Bu lanet olası barda ne işim var benim, Ford?"
"Şu aşamada hiçbir şey fark etmez," dedi Ford, "bırak eğlensinler."
"Eğlenmek mi?" diye bağırdı Arthur. "Eğlenmek!" Aynı şeyden bahsedip bahsetmediklerini anlamak için dışarıya tekrar bir göz attı.

Bar bir an için sessiz kaldı, sonra yeterince utanç verici bir şekilde, biraz önce duruma kahkahalarla gülen adam aynı şeyi tekrar yaptı. Yanında bara sürüklediği kız son bir saat içinde ondan gerçekten nefret etmeye başlamıştı ve bir birbuçuk dakika içinde adamın birdenbire buharlaşıp hidrojen, ozon ve karbonmonoksitten oluşan bir buluta dönüşeceğini bilseydi herhalde çok memnun olurdu. Ancak o an geldiğinde kendisi de buharlaşmakla meşgul olacağı için bunu fark edemeyecekti.

"Merhaba," dedi, Merhaba demeyi kesip demeç vermeye başlamasını dileyerek birbirine sokulmuş küçük yaratık -grubuna. Yaratıklar basın mensuplarıydı. Özellikle onlara sırıttı, çünkü birkaç saniye içinde onlara demecin babasını verecekti.

Gerçi yüzmeye gittiği de yoktu. Programı buna izin vermeyecek kadar doluydu. Şu an olduğu kişi olmuştu, çünkü milyarlarca yıl önce Vogonlar Vogküre'nin kadim, durgun denizlerinden sürünerek çıkıp nefes nefese kalmış bir şekilde gezegenin bakir kıyılarına uzandıklarında ... genç, parlak Vogsol güneşinin ilk ışıkları o sabah üzerlerine vurduğunda, sanki evrimin güçleri oracıkta onlatdan vazgeçmiş, sonra da tiksintiyle arkalarını dönüp uzaklaşarak çirkin ve talihsiz bir hata olarak gördükleri bu yaratıklarla daha fazla uğraşmamaya karar vermişti. Vogonlar bir daha biç evrim geçirmediler: hayatta kalmayı asla başaramamış olmaları gerekirdi.

"Hiç ışık yok," dedi Arthur Dent. "Karanlık, hiç ışık yok."
Ford Prefect'in insanlar hakkında anlamakta en çok zorlandığı şeylerden biri Güzel bir gün, Boyun ne kadar da uzun ya da Ah canım, on metrelik bir kuyuya düşmüş gibi görünüyorsun, iyi misin? gibi apaçık ortada olan şeyleri belirtip tekrarlama huylarıydı. Ford ilk başlarda bu tuhaf davranışa bir açıklama getirmek için bir kuram geliştirmişti. İnsanlar dudaklarını devamlı çalıştırmazlarsa, diye düşünmüştü, belki ağızlarını bir daha hareket ettiremiyorlardır. Birkaç ay süren dikkatli bir inceleme ve gözlem sonucunda bu kuramı bir başkasıyla değiştirdi. İnsanlar dudaklarını devamlı çalıştırmazlarsa, diye düşündü, beyinleri çalışmaya başlıyor. Bir süre sonra, aşırı alaycı olduğunu düşünmeye başladığı bu kuramdan da vazgeçti ve aslında insanlardan çok hoşlandığına karar verdi, ama bilmedikleri şeylerin çokluğu onu her zaman ciddi şekilde endişelendiriyordu.

"Kafa bulmak mı?" Arthur, Ford'un hayatı onun için zorlaştırmaktan zevk aldığını düşünmeye başlamıştı.

"Ford," diye ısrar etti Arthur, "sana aptalca bir soru gibi gelir mi bilmem, ama benim burada işim ne?"
"Bunun cevabını biliyorsun," dedi Ford. "Seni Yerküre'den kurtardım."
"Peki Yerküre'ye ne oldu?"
"Ha. Yok edildi."
"Öyle mi," dedi Arthur sakin bir ifadeyle.
"Evet. Buharlaşıp uzaya karıştı."
"Bak," dedi Arthur, "bu biraz keyfimi kaçırdı."

"Ford," dedi.
"Evet?"
"Bu balık kulağımda ne yapıyor?"
"Senin için çeviri yapıyor. O bir Babil balığı. İstersen kitaptan bak."

Bütün Yerküre'nin yitip gitmiş oluşunun etkisini, sahip olduğu hayal gücüyle kavrayabilmesi mümkün değildi, bu çok fazlaydı. Anne babasının ve kız kardeşinin de öldüğünü düşünerek hislerini şöyle bir dürttü. Bir tepki veremedi. Yakın olduğu bütün insanları düşündü. Yine tepki yok. Sonra iki gün önce süpermarket kuyruğunda arkasında beklediği hiç tanımadığı bir yabancıyı düşündü ve göğsüne ani bir sancı saplandı - süpermarket yok olmuştu, içindeki herkes yok olmuştu. Nelson'un Köşesi gitmişti. Nelson'un Köşesi yok olmuştu ve hiçbir itiraz duyulmayacaktı, çünkü geride itiraz edecek kimse kalmamıştı.

Arthur, Ford'un parmağını izledi ve nereye işaret ettiğini gördü. Bir an için yine anlayamadı, sonra aklı neredeyse başından gidiyordu.
"Ne? Zararsın! Söyleyeceği tek şey bu mu? Zararsız'- Tek bir sözcük!"
Ford omuzlarını silkti.
"Şey, Galakside yüz milyar yıldız var ve kitabın mikro-işlemcilerinde bunlar için ayrılan yer sınırlı," dedi, "ve elbette ki, hiç kimse Yerküre hakkında fazla bir şey bilmiyor."
"Tanrı aşkına, bu maddeyi biraz düzeltmişsindir umarım."
"Ha, evet, editöre yeni bir madde göndermeyi başardım. Biraz kısaltmak zorunda kaldı, ama bu da bir ilerleme sayılır."
"Peki şimdi ne yazıyor?" diye sordu Arthur.
"Çoğunlukla zararsız" diye itiraf etti Ford, hafif bir utançla öksürerek.

Arthur çılgınca çevresine bakındı.
"Şimdi ölmek istemiyorum!" diye bağırdı. "Hâlâ başım ağrıyor! Cennete baş ağrısıyla gitmek istemiyorum, bütün aksiliğim üstümde olacak ve Cennet'in tadını çıkaramayacağım!"

"Hayır, eğer sizin için fark etmezse," dedi muhafız, "ikinizi şu hava-kilidinden atıp yapmam gereken birkaç bağırıp çağırma işine devam etsem iyi olacak."
Ford için kesinlikle fark ederdi.

"Demek buraya kadarmış," dedi Arthur, "öleceğiz."
"Evet," dedi Ford, "tek bir istisna var ... olamaz! Dur bir dakika!" Birden karşısında, Arthur'un görüş alanının arkasında kalan bir şeyin üzerine atıldı. "Bu düğme de neyin nesi?" dedi haykırarak.
"Ne? Nerede?" diye bağırdı Arthur, o tarafa doğru dönerek.
"Hayır, yalnızca şaka yapıyordum," dedi Ford, "eninde sonunda öleceğiz."
Duvara yaslanıp kendini tekrar yere bıraktı ve ilahisine kaldığı yerden devam etti.
"Biliyor musun?" dedi Arthur, "böyle zamanlarda, yani Betelgeuselü bir adamla bir Vogon hava-kilidine tıkılıp kaldığımda ve uzayın derinliklerinde havasızlıktan ölmeme azıcık bir zaman kaldığında, keşke gençken annemi dinleseydim diyorum."
"Neden, ne derdi sana?"
"Bilmem, hiç dinlemedim ki."

Işık öylesine hızlı hareket eder ki pek çok ırkın onun hareket edebildiğini anlaması binlerce yıl sürmüştür.

"Yüce Tanrım," dedi Arthur, "burası tıpkı Southend'deki deniz kıyısına benziyor."
"Vay canına, bunu söylediğini duymak beni rahatlattı," dedi Ford.
"Niçin?"
"Çünkü delirdiğimi düşünmeye başlamıştım." "Belki de sen deliriyorsundur. Belki de bunları söylediğimi sadece sen uyduruyorsun." Ford bunun üzerine düşündü.
"Pekâlâ, bunları söyledin mi söylemedin mi?" diye sordu.
"Sanırım söyledim," dedi Arthur.
"Şey, belki ikimiz de deliriyoruzdur."
"Evet," dedi Arthur, "bütün olanları düşünürsen, burasının Southend olduğunu düşünmemiz için bizim delirmiş olmamız gerek."
"Peki sen burasının Southend olduğunu düşünüyor musun?"
"Ha, evet."
"Ben de."
"O zaman ikimiz de delirmiş olmalıyız." "Delirmek için güzel bir gün."

"Lütfen sakin olun," dedi ses tatlı tatlı, insanın aklına yalnızca tek kanadı kalmış ve iki motorundan biri yanmakta olan büyük bir yolcu uçağının hostesi geliyordu. "Tamamen güvendesiniz."

Aslında tam bir dikdörtgen değildi: iki uzun kenar hafif paralel bir kavisle yana yatıyordu, kabinin bütün açıları ve köşeleri heyecan verici bir bodurlukta şekillendirilmişti. İşin aslı şuydu ki, kabini sıradan, üç boyutlu, dikdörtgen bir oda olarak inşa etmek çok daha kolay ve çok daha kullanışlı olurdu, ama sonra tasarımcılar aç kalırdı.

"Şey, belki de birileri onları daha sonra gemisine alırdı."
"Bir saniye daha dışarıda kalsalardı, şimdi ölmüş olacaklardı."
"Evet, yani sen mesele üzerine biraz daha düşünme zahmetine katlansaydın, şimdi böyle bir derdimiz olmayacaktı."

Marvin ona elektronik bir bakış fırlattı.

"Bence bu gemi yepyeni," dedi Ford.
"Nereden anladın?" diye sordu Arthur. "Metalin yaşını ölçen, acayip bir aletin mi var?"
"Hayır, yalnızca yerde duran şu tanıtım broşürünü buldum. 'Evren sizin olabilir' cinsi saçmalıklarla dolu. Hey! Bak, haklıymışım."

Trillian'ın Zaphod'la ilişkisinde yaşadığı temel zorluklardan biri, onun sırf insanları hazırlıksız yakalamak için mi aptal numarası yaptığını, yoksa düşünme zahmetine katlanamadığı ve başka birinin onun yerine düşünmesini istediği için mi aptal numarası yaptığını, olup bitenleri gerçekten anlamadığını saklamak için mi olağanüstü aptal numarası yaptığını, yoksa gerçekten mi aptal olduğunu ayırt etmeyi öğrenmekti. Adam şaşıma derecede zeki olmasıyla ünlüydü, zeki olduğu çok açıktı - ama her zaman değil, ki tıpkı şimdi olduğu gibi bu besbelli onu endişelendiriyordu. Zaphod insanların kendisini küçümsemesi yerine şaşırmasını yerlerdi.

"Komik," dedi cenaze törenlerine çok uygun bir sesle, "tam hayat daha kötü olamaz derken birden her şey nasıl da daha kötüye gidiyor."

Bunu Zaphod'a sormasının anlamı yoktu, çünkü bugüne dek yaptığı herhangi bir şeyin bir nedeni varmış gibi davranmamış ve anlaşılmazlığı bir sanat biçimine dönüştürmüştü. Yaşamdaki her şeye olağandışı bir deha ve saf bir beceriksizliğin karışımıyla saldırırdı, hangisinin hangisi olduğunu anlamak genellikle çok zordu.

Bir Besinmatik makinesi buldu ve aygıtın verdiği bir plastik bardak dolusu neredeyse, ama tam olarak değil, çaya hiç benzemeyen sıvıdan aldı. Makinenin çalışma biçimi çok ilginçti. İçecek düğmesine basıldığında makine, kişinin tat alma duyargalarını çok kısa bir süre içinde ve son derece ayrıntılı bir incelemeye tabii tutuyor, metabolizmasının spektroskopik analizini yapışının ardından neyin daha çok hoşa gideceğini görmek için sinir sistemi kanallarından beyindeki tat merkezlerine minik deneysel sinyaller gönderiyordu. Ancak hiç kimse makinenin bunu tam olarak neden yaptığını bilmiyordu, çünkü her zaman bir bardak dolusu neredeyse, ama tam olarak değil, çaya hiç benzemeyen sıvıdan veriyordu. Besinmatik, şikâyet bölümü şimdilerde Sirius Tau yıldız sistemindeki ilk üç gezegeninin en önemli kara parçalarının tümünü kapsayan Sirius Sibernetik Şirketi tarafından tasarlanıp üretil misti.

Arthur başını çevirerek arkadaşlarının gergin yüzlerine göz attı.
"Şey, sanırım gitsek iyi olacak, öyle değil mi?" diye önerdi.
"Şışşşt!" dedi Zaphod. "Kesinlikle endişelenecek hiçbir şey yok."
"O zaman neden herkes bu kadar gergin?"
"Yalnızca dikkat kesilmiş dutumdalar!" diye bağırdı

"Dehşet verici," dedi Arthur. "Bunun ne anlama geldiğini anlamıyor musunuz?" "Evet. Öleceğiz." "Evet, ama onun dışında." "Onun dışında mı?"
"Bu, gerçekten de doğru yolda olduğumuz anlamına geliyor!"

"Pekâlâ, şu an için bütanın Magrathea olduğunu kabul edelim. Bu konuda şimdiye kadar söylemediğin şey onu koca Galaksi içinde nasıl bulduğun? Yerini bir yıldız atlasından bakmadığın kesin."
"Araştırma. Devlet arşivleri. Dedektif çalışması. Birkaç şanslı tahmin. Kolay oldu."
"Sonra da burayı aramak için mi Altın Kalp'i çaldın?"
"Onu pek çok şeyi aramak için çaldım."
"Pek çok şeyi mi?" dedi Ford şaşkınlık içinde. "Mesela neyi?"
"Bilmiyorum."
"Ne?"
"Ne aradığımı bilmiyorum."
"Neden?"
"Çünkü ... çünkü ... ne aradığımı bilirsem onu arayamam."
"Ne, delirdin mi sen?"
"Bu henüz eleyemediğim bir seçenek," dedi Zaphod sessizce. "Kendim hakkında, aklımın şu anki koşullar altında kavrayabildiği kadar şeyi biliyorum ve şu anki koşullar pek iyi değil."

Olayların her zaman göründüğü gibi olmadığı önemli ve yaygın bir gerçektir. Örneğin Yerküre gezegeninde, insanoğlu başardığı onca şeye dayanarak -tekerlek, New York, savaşlar vs.- her zaman yunuslardan daha zeki olduğunu varsaymıştır ve bütün bunlar gerçekleşirken yunusların tek yaptığı suda oradan oraya atlayarak eğlenmek olmuştu. Ama öte yandan yunuslar da her zaman için insanoğlundan çok daha zeki olduklarına inanmıştı - hem de tam olarak aynı nedenler yüzünden.
Tuhaftır, yunuslar Yerküre gezegeninin yıkımının yakın olduğunu çok uzun zamandır biliyordu ve insanoğlunu tehlikeye karşı uyarmak için pek çok girişimde bulunmuşlardı, ama iletişim kurma çabalarının çoğu toplara vurmak ya da lezzetli lokmalar karşılığında ıslık çalmak gibi eğlendirme çabaları olarak yorumlandı, onlar da sonunda pes edip Vogonların gelişinden kısa süre önce kendi olanaklarıyla Yerküre'yi terk ettiler.
Yunusların bıraktığı en son mesaj da yanlış yorumlanmış ve ıslıkla Amerikan Milli Marşı'nı çalarken çift ters lakla atarak bir halkanın içinden geçmeleri şaşırtıcı karmaşıklıkta bir numara olarak değerlendirilmişti, oysa mesajın aslı şöyleydi: Elveda ve balıklar için teşekkürler.

Gerçekte, gezegende yunuslardan daha zeki tek bir tür daha vardı ve onlar da zamanlarının büyük bölümünü davranış araştırmaları laboratuarlarında tekerleklerin içinde koşarak ve insanoğlu üzerinde korkutucu derecede ayrıntılı ve kurnaz deneyler yürüterek geçiriyorlardı. İnsanoğlunun bu ilişkiyi de baştan aşağı yanlış anlaması bile aslında bu yaratıkların planlarının bir parçasıydı.

"Bırakın makineler toplama çıkarma işlemleri yapmaya devam etsin," diye uyardı Majikthise, "ebedi gerçeklerle biz ilgileniriz, çok teşekkürler. Yasal durumunu kontrol etsen iyi edersin dostum. Yasalara göre Nihai Gerçeği Araştırma işi, çalışan düşünürlerin devredilemez hakkıdır. Kahrolası makinenin biri gidip gerçekten Nihai Gerçeği bulursa, biz anında işimizden oluruz, değil mi? Demek isteğim, bu makine ertesi sabah size Tanrı'nın kahrolası telefon numarasını verecekse, bizim gece yarılarına kadar oturup Tanrı'nın var olup olmadığını tartışmamız neye yarar?"
"Doğru," diye bağırdı Vroomfondel, "kesin sınırlarla belirlenmiş kuşku ve belirsizlik alanları talep ediyoruz!"

"Tek söylemek istediğim," diye böğürdü bilgisayar, "devrelerimin artık geri dönüşsüz bir şekilde Hayat, Evren ve Het Şey'e Dair Nihaî Sorunun cevaplarını hesaplama işlemine başladığıdır- " durakladı ve herkesin dikkatini çektiğine emin oldu ve daha sonra konuşmasına sessizce devam etti - "ama programı yürütmem biraz zaman alacak."
Fook sabırsızlıkla saatine baktı. "Ne kadar zaman?" diye sordu. "Yedi buçuk milyon yıl," dedi Derin Düşünce. Lunkwill ve Fook gözlerini kırpıştırarak birbirlerine baktılar.
"Yedi buçuk milyon yıl mı!" diye haykırdılar koro halinde.
"Evet," dedi Derin Düşünce, sesini yükselterek, "bu konuda düşünmem gerektiğini size söylemiştim, değil mi? Bana öyle geliyor ki bunun gibi bir programı yürütmek, genel olarak felsefenin bütün alanlarına halkın dikkatini çekecektir. Herkes benim sonunda varacağım cevap konusunda kendi kuramını oluşturacaktır ve zaten medya piyasasından sizden iyi yararlanabilecek kim var ki? Birbirinizle yeterince şiddetli tartışmalara giriştiğiniz ve popüler basın önünde birbirinize çamur atıp uyanık aracılar edindiğiniz sürece, hayat boyu beleşçi kalabilirsiniz. Söylediklerimi nasıl buldunuz?"
İki filozof ağızları açık ona bakakalmışlardı.
"Lanet olsun," dedi Majikthise, "işte ben buna düşünme derim. Hey, Vroomfondel, biz neden hiç böyle şeyler düşünmüyoruz?"
"Bilmiyorum," dedi Vroomfondel huşu içinde bir fısıltıyla, "herhalde beyinlerimiz çok fazla eğitilmiş olmalı, Majikthise."
Bunları söyledikten sonra, hızla topukları üzerinde dönüp kapıdan çıktılar ve en çılgın hayallerinde bile düşünmedikleri bir hayata başladılar.

"Zaphod! Uyan!"
"H ımmmmmmmrrrr ?"
"Hey, haydi, uyan."
"Bırak başarıyla yaptığım şeyi yapmaya devam edeyim, olur mu?" diye mırıldandı Zaphod ve sese sırtını dönerek uyumayı sürdürdü.
"Seni tekmelememi mi istiyorsun?" dedi Ford.
"Bu çok mu hoşuna giderdi?" dedi Zaphod kızarıp sulanmış gözleriyle.
"Hayır."
"Benim de gitmezdi. O zaman bunu yapmanın bir anlamı yok? Rahat bırak beni," dedi Zaphod ve yattığı yerde kıvrıldı.
"O iki kişilik gaz yuttu," dedi Trillian, Zaphod'a bakarak, "iki soluk borusu var."
"Konuşmayı kesin," dedi Zaphod, "zaten uyumaya çalışmak yeterince zor. Şu yattığımız yerin nesi var? Soğuk ve sert."

Tekrar düşündüler.
"İşte sana bir fikir. İnsan kaç yoldan geçmelidir?" dedi, sonra Frankie.
"Hah!" dedi Benjy. "İşte bu gerçekten umut vaat edecek bir soruya benziyor." Cümleyi ağzında biraz evirip çevirdi. "Evet," dedi, "bu harika! İnsanı hiçbir anlama bağlı kılmadan kulağa epey anlamlı geliyor. İnsan kaç yoldan geçmelidir? Kırkiki. Harika, harika, bu onları kandıracaktır. Frankie, bebeğim, paçayı sıyırdık!"

"Seni vurmak istemiyoruz, Beeblebrox" diye bağırdı siluet.
"Bana uyar!" diye bağırarak karşılık verdi Zaphod

Aniden iki polisin de aynı anda üzerlerine ateş açmasıyla havada enerji şimşekleri çaktı.
"Hey, bize ateş ediyorlar," dedi Arthur, sımsıkı bir top halinde kıvrılıp yere çömelirken. "Bunu yapmak istemediklerini söylememişler miydi."
"Evet, ben de öyle söylediklerini sanmıştım," diye ona katıldı Fotd.
Zaphod tehlikeye atılarak bir an için başını kaldırdı. "Hey," dedi, "bizi vurmak istemediğinizi söylemiştiniz!" ve tekrar başını eğdi. Beklediler.
Bir süre sonra bir ses karşılık verdi. "Polis olmak kolay değil!"
"Ne söyledi?" diye fısıldadı Ford hayretle. "Polis olmanın kolay olmadığını söyledi." "İyi de bu kesinlikle onun sorunu, değil mi?"
"Bence de."
Ford onlara seslendi, "Hey, dinleyin! Bize ateş etmeniz bizim için zaten yeterince büyük bir sorun, o yüzden eğer kendi sorunlarınızı da bize yüklemekten vazgeçerseniz, duruma bir çare bulmak hepimiz için daha kolay olacak sanırım!"

"Belli başlı her galaktik uygarlığın tarihi üç ayrı ve fark edilebilir aşamadan geçme eğilimindedir. Bu aşamalar Hayatta Kalma, Sorgulama ve İncelikli düşünmedir; bir başka deyişle Nasıl, Neden ve Nerede aşamaları olarak da bilinirler.
"Örneğin, ilk aşama Nasıl Yiyebiliriz? sorusuyla, ikinci aşama Neden Yiyoruz? sorusuyla, üçüncü aşamaysa Öğle Yemeğini Nerede Yiyelim? sorusuyla tanımlanmaktadır."
0 Responses