Murat Çetin

Birinci karısı ihtiyarlayınca genç bir kadınla evlenmiştir. Lakin gene kabak, Hoca'nın başına patlar. İki kadın, bir yandan aralarında kavga ederler, diğer taraftan da daima Hocaya karşı birleşerek dünyayı adamın başına dar ederler. Her gün, Hoca'ya, hangimizi daha çok seviyorsun diye sorarlar. Hoca'yı, cevap vermeye mecbur etmek için bir gün, suali şöyle tekrar ederler: ikimiz birden suya düşsek hangimizi daha evvel kurtarırsın? O zaman Hoca, ihtiyar karısına dönerek, tatlılıkla, sen biraz yüzme biliyorsun, değil mi der.

Bir gün hasis bir kasabanın camisinde vaaz verirken, sırası düşer,. Hazreti İsa'nın, dördüncü kat gökte olduğunu da söyler.. Camiden çıkarken ihtiyar bir kadın, yanma yanaşıp Hoca efendi, derste bir nokta pek merakımı çekti. Hazreti İsa, dördüncü kat gökte ne yer, ne içer acaba? deyince Hoca'nın tepesi atar. Be vazifesini bilmez kadın; ben memleketinize geleli bir ay oluyor. Bir gün olsun, şu zavallı hoca ne yiyor, ne içiyor diye sormadınız. Şimdi benden, dördüncü kat gökte, Tanrı ziyafetinde bulunan, her gün türlü türlü cennet taamlarıyla beslenen kocaman bir zat-ı şerifi mi soruyorsun der.

Hoca'yla karısı oruç tutmazlarmış. Fakat kadın, Hoca'nın zoruyla her gece sahur yemeği hazırlar, kalkarlar, beraberce yerler, yatarlarmış. Bundan bizar olan kadın, bir gün a efendi, demiş, öyle de öyle oruç tutmuyoruz, ne diye beni bu zahmete sokuyorsun?
Öyle deme karıcığım demiş Hoca, namaz kılmıyoruz, oruç tutmuyoruz, sahur da yemezsek Müslümanlığımız nerden belli olacak?

Hoca, bir gün erenlerden olduğunu söylerken birisi der ki: Bir keramet göster öyleyse. Hoca, ne istersin der. Adam, şu karşıki dağı çağır der, ayağına gelsin. Hoca, üç kere, gel ya mübarek diye seslenir.
Tabiatiyle dağda bir kıpırtı bile olmaz. Hoca derhal dağa doğru yürümiye başlar. Adam, ne yapıyorsun Hoca der, hani dağ gelecekti, sen mi gidiyorsun?
Hoca hem yürür, hem cevap verir:
— Bizde gönül, kibir olmaz, dağ yürümezse abdal yürür.

Hoca, bir aralık kadılıkta bulunmuştu. Bu sıralarda bir gün, yanına birisi gelip der ki: Yayılırken sizin alaca inek, bizim ineği karnından süsmüş, öldürmüş. Hoca, sahibinin suçu yoksa nesne gerekmez. İnekten kan pahası alınmaz ya, der.
Gelen adam, bu sözü duyunca, yanlış söyledim kadı efendi der, ölen sizin inek, öldüren bizimki.
Hoca, daha adamın sözü tamamlanmadan, iş çatallaştı şimdi, indirin raftaki şu kara kaplı kitabı der.

Hoca, bir gece yarısı, kapısının önünde bir gürültü duyar, dinler anlar ki iki kişi kavga etmede. Karısı, yat a efendi, senin nene lazım derse de dinlemez, gece serinliğinde üşümeyeyim diye sırtına yorganı alır, dur bakalım, işin aslı nedir diye sokağa çıkar. Yahu neye kavga ediyorsunuz demeye kalmaz, adamlardan biri, hocanın sırtından yorganı çekip alır, kaçmaya başlar. Öbürü de bir başka yana sıvışır. Hoca, baka-kalır. Koşup yakalayamayacağını anlar, titreyerek içeriye
girer. Karısı sorar:
— Efendi, kavganın aslı neymiş?
Hoca cevap verir:
— Kavga, bizim yorgan üzerineymiş. Yorgan gitti, kavga bitti.

Hoca, bir hamala yük verir, yolda giderlerken hamal  sırra kadem basar. Hoca arar, tarar, hamalı bulamaz.  Tesadüf,  on gün sonra hamala rastlar, bakar ki sırtında da bir yük var, hemen sıvışır. Sonradan  Hoca'yı  görenler  derler  ki:  Hamalı  bulmuştun,  ne  diye yükünü istemedin de kaçtın?
Bırakın Allah aşkına der, ben yükten vazgeçtim, ya on gündür senin yükünü taşıyorum, ver on günlük paramı deseydi ne yapardım?

Bir dostu, Hoca'yı yalancı şahitliğe götürür. Davacı,  dava ettiği   adamdan   buğday   istiyormuş.   Kadı,   Hoca'ya,   bu   adamın buğdayını verdi mi, alacağı var mı, siz ne dersiniz diye sormuş. Hoca, arpayı tamamiyle verdi, bir tane bile  alacağı  yok demiş. Kadı, söze dikkat etmeden hükmü vermiş. Mahkemeden çıktıkları vakit Hoca'yı şahitliğe götüren, yanıldın, buğday diyecekken arpa dedin, iyi ki kadı dikkat etmedi demiş. Hoca demiş ki:
İşin aslı yalan olduktan sonra ha arpa olmuş, ha buğday.

Hoca'nın iki karısı varmış. Hangimizi daha çok  seviyorsun diye Hoca'yı sıkıştırırlarmış. Hoca, ikisine de, ayrı  ayrı birer mavi boncuk vermiş, sakın demiş, ortağına gösterme, söyleme, bu boncuk, seni daha çok sevdiğime alamet. Bir gün,  gene hangimizi daha çok seviyorsun diye Hoca'yı sıkıştırmışlar. Hoca, gözlerini süzerek, mavi boncuk kimdeyse benim gönlüm onda demiş, ikisini de sevindirmiş.

Konya kadısı, rüşvete pek düşkünmüş, hediyesiz  hiçbir iş yapmazmış.,   Hoca'nın,   kadıya   bir   işi   düşmüş.   Bir   çömlek   bal götürmüş.,  Kadı,  balı  görünce  Hocanın  işini  görmüş,  ilamı  vermiş. Geceleyin gene kendisine hediye edilen kaymakla balı yemek istemiş, fakat bir parmak alınca anlamış  ki altı, koyu balçıkla dolu. Hemen Hoca'ya adam yollamış.
Gelen adam, Hocam demiş, kadı efendi seni çağırıyor. İlamın bir yerinde bozukluk varmış, onu düzeltecek.
Hoca, bu sözü duyunca demiş ki:
Bozukluk ilamda değil, bal çömleğinde.

Hoca, bir köy imamına konuk olur. Ev sahibi, efendi  der, uykusuz  musun,  susuz  mu?  Kamı  pek  acıkmış  olan  Hoca,  buraya gelirken der, pınar başında uyumuştum.

Hoca, Bursa'dayken çarşıdan bir çuha şalvar almak ister, on beş akçeye pazarlık eder, uyuşur. Fakat bu sırada bir cübbe alırsa daha münasip olacağını düşünür, vazgeçtim  şalvardan der, elindeki şalvarı bırakır, sen bana der, bir cübbe ver. Adam, bir cübbe çıkarır. Hoca cübbeyi giyip dükkandan  çıkarken dükkancı, hoca efendi der, cübbenin parasını  vermedin. Hoca, canım der, onun yerine şalvarı bıraktım ya. İyi ama der dükkancı, şalvarın da parasını vermemiştin. Hoca,  Allah-Allah der, bu Bursalılar ne tuhaf adamlar, yahu şalvarı almadım ki parasını vereyim

Bir komşusu, Hoca'nın evine gelip çamaşır ipini istemiş. Hoca, içeriye girmiş, bir müddet sonra çıkarak komşusuna,  komşucuğum demiş,  ipe  un  sermişler.  Komşusu,  ilahi  Hocam  demiş,  hiç  ipe  un serilir, mi? Hoca, vermeye gönlüm olmayınca demiş, serilir.

Hoca,  bir  gün  kasabalının  dileklerini  Temür'e  arz  eder. Temür, Hoca'yı fazla laübali görüp,  sen der, benim gibi  büyük bir padişahtan böyle ağır şeyleri küstahça nasıl isteyebiliyorsun?
Hoca, hiç aldırış etmeden, ne yapalım der, sen büyüksen biz de küçüğüz.

Hoca'ya, şu insanlar ne acayiptir demişler, yaz gelir, sıcaktan şikayet  ederler, kış  gelir, soğuktan.  Hoca, sus  be  bilgisiz demiş, baharlara bir şey diyen var mı?

Hoca'ya, kaç yaşındasın diye sormuşlar. Kırk demiş. Aradan bir hayli yıl geçmiş,  gene sormuşlar, kırk deyince,  bunca yıl önce sorduk, kırk dedin, hala mı kırk demişler. Söz bir, Allah bir demiş, ben sözümden dönmem.

Hoca bir gün vaaz etmek için kürsüye çıkmış, ey cemaat demiş, benim ne söyleyeceğimi biliyor musunuz? Cemaat, bilmiyoruz demiş. Hoca, mademki bilmiyorsunuz, ben ne diye söyleyeyim demiş ve inmiş.
Ertesi günü gene kürsüye çıkmış, dünkü gibi ey cemaat demiş, benim  ne  söyleyeceğimi  biliyor  musunuz?  Halk,  evvelce kararlaştırmış, bu sefer, biliyoruz demişler. Hoca, mademki biliyorsunuz demiş, benim söylememe hacet yok ve gene inmiş.
Daha ertesi gün kararlaştırmışlar, kimimiz biliyoruz diyelim, kimimiz  bilmiyoruz  diyelim  demişler.  Hoca  kürsüye  çıkınca  ayni soruyu sormuş. Kimimiz biliyor, kimimiz bilmiyor demişler. O halde demiş Hoca, bilenler, bilmeyenlere öğretsin ve inmiş.

Bir zaman bekler, gelen-giden yok. Kalkar, bari der, gidip haber vereyim, gelsinler kaldırsınlar. Şehre iner, şuna-buna haber verir,  tekrar gider, dağdaki yere yatar. Delikanlılara eğlence çıkar, gelirler, Hoca'yı alıp götürürler, teneşire  korlar, yıkarlar, tabuta  yerleştirirler, kapağını  kaparlar, mezarlığa doğru götürmeye başlarlar. Tam bu sırada, önlerine iki yol çıkar.  Burdan  mı  gidelim,  şurdan  mı  diye  tartışmaya  başlarlar. Tartışma uzun sürünce Hoca dayanamaz. Tabutun kapağını kaldırıp başını çıkarır,  ben der,'sağlığımda şu yoldan giderdim, amma şimdi öldüm, siz bilirsiniz artık.

Hoca'ya  birisi, bana  bir  mektup  yazsana  demiş.  Nereye yollayacaksın demiş. Adam, Bağdad'a deyince, oraya kadar gidemem demiş. Adam, sen gitmiyeceksin ki, mektup gidecek deyince Hoca, iyi amma  demiş,  benim  yazdığım  mektubu  okumak  için  gene  benim gitmem gerek.
Murat Çetin
Bizim Nizamettin Bey'e diyorum, bu kömürde iş yok, kıy paraya... Nizamettin Beyde diyor ki...» Öğretmen emeklisi:
«Ne o? dedi, Gene Nizami Bey, Nizamettin Bey mi oldu? Ulan fırıldak gibi adam be! Gericiler ağır basınca Nizamettin... İlericiler kıpırdanınca Nizami Yalçın oluyor. Kendisine sorarsan İttihatçıdır. Kurban olayım böyle İttihatçıya!

«Doğuda Vali'ydim. Ankara'dan sıkı emirler geliyordu. Çarşaf da çarşaf diyorlar, başka bir şey demiyorlardı. Çağırdım Emniyet Müdürü'nü, Jandarma Komutanı'nı... Kimin sırtında çarşaf görürseniz, ananız bile olsa tutup yırtacaksınız, hem de çatır çatır, dedim! Başka çare yok! Buradan öte vilâyet yok, huduttayız! Anladınız ya!»
«Tamam! Yaşa Hurşit Bey! Yürürse bu iş böyle yürür. Asacaksın daha olmazsa! Halk cahildir, halk
görgüsüzdür, başka çare yok!»
«Duuuur! Yavaş ol!» dedi, Hurşit Bey, «Polis, jandarma cayır cayır çarşaf yırtmaya başlayınca bir cayırtı da halktan koptu. Tamam dedim, halka görünmenin tam sırası... Ağır olun dedim, bizim zabıta kuvvetlerine. Şimdi sıra bende. Bırakın çarşaf marşaf yırtmayı. Vilâyet gazetesinin başyazarını çağırttım. Yaz, dedim, demeç veriyorum: Bundan böyle yalnız ve yalnız genelev kadınları giyecek. Günahkârların kendilerini halktan gizlemeleri için! Peçe bile takabilirler!» Cevdet Barlas:
«Sonraaa?» diye baktı yüzüne.
«Sonrası mı olur artık, bir tek çarşaflıya rastlayana aşkolsun, şehir sokaklarında! Biz böyle yaptık valiliği dostum!»

Acem Hüseyin, içerde söylenip duruyordu:
«Çay değil, toz bütün bunlar... Enfiye diye al, burnuna çek! O eski Akkuyruk'lar.Seylân çayları...» Acem Hüseyin her sabah böyle söylenecekti elbet... Söylenecekti ki bir avuç tozdan tavşan kanı gibi çay demlemenin ustalığı çıksın ortaya!

«Hiç yakalanmış hırsızı, göz göre göre salıveren hâkime de rastlamamıştım!» Öğretmen emeklisi:
«Hayrola!» dedi. «Vukuat mı var!»
«Ekmek çalan biri beraat etmiş!» Takmaz Niyazi karıştı lâfa:
«Asmamışlar demek!»
«Hiç olmazsa altı ay vermeliydi Hâkim. Haydi diyelim ki beraat ettirdin, ne demeye gazetelere
verirsin. İt uğursuz okusun da fırınlara saldırsın diye mi?» Yargıç emeklisi Nihat Haktanır:
«Hiç üzülme sen!» dedi, «İt uğursuz gazetedeki yazıyı okumaya başladığı gün ekmek çalacak adam kalmaz memlekette...»
«Ne olursa olsun... Hırsız, ekmek de çalsa cezasını bulmalı! Ne olur sonumuz!»

«Arkadaşlarla şöyle bir tarayalım dedim... Doğu'ya yardım için... Sorma komşu! Bir dokun, bin ah işit... Torbasızın karısı ne dese beğenirsin. Sizde varsa bize bırakın gelmişken, dedi, «Kızımı okuldan aldım, pabucu yok diye.» İki yüzden fazla kapının ipini çektik, ikiyüz lira toplayamadık!» Öğretmen emeklisi:
«Doğu'da açlık kaldı mı ki...» dedi.
«Kaç kuruş yardım yaptın?..»
«Tam elimizi cüzdana atalım dedik, bir Bakan, 'Doğu'da açlık yenildi' diye beyanat verdi.» Az konuşan Malmüdürü emeklisi:
«Yalan mı?» dedi. «Açlık yenilmiş. Afiyet olsun! Açlık bile yenilip tüketilmiş!»

«Şalvar ıslanmalı, içerden mi, dışardan mı? Yahu şalvar dedim de aklıma geldi kurtçulardan biri parti kuracakmış. Toplayacakmış adamlarını da...»
«Sana ne, kuracaksa...»
«Sana ne olur mu? Ulan, ben tabelâcıyım, iş çıksın bize de... Geçen gün, bir makarna tabelâsı ısmarladılar. Bin lira istedim. Vermem dedi... Sen verecek değilsin ki dedim, makarnayı yiyen verecek... Adamın aklı yattı. Arkadaş, sağcı partilerde çok iş vardır... Hitler ortaya çıktığı zaman propaganda masraflarını top fabrikası sahipleri vermiş, verdiğinin yüz katını ilerde çıkartmak için.»
«Bizde top fabrikası mı var be!»
«Her memlekette top dökmek âdettir. Millet nedense hoşlanıyor kuru gürültüden. Bizde de kuru
sıkı Ramazan topu atılır... Dedim ya...Avrupa'da bu gibi partileri ya gericiler destekler, ya da büyük fabrikacılar... Bizde de celepler, tefeciler, kabzımallar, toptancılar arka çıkar. Hitler Yahudi düşmanıydı değil mi? Bizim sağcılar Yahudi dostu! Bütün Yahudilerimiz, ırkçıların can dostu! Turancılar, bağırıp çağırdıkça yağ bağlıyor yürekleri... Neden mi, diyeceksin... Sağcılarımız
sıyırma kantar devletçiliğe karşı da ondan, «Hadi açın keselerin ağzını» diyorlar, açıyorlar. Karga mandayı hayrına bitler mi? Her şey karşılıklı...»

«Yükü tuttun bu günlerde... Patron oldun! Her gün karşıdaki arsada iki tabelâ yatar, tabut kapağı gibi...»
«Patronlar için parti mi yok, memlekette... Açmaz bizi bu partiler... Bizim tulum leş gibi tiner kokar. Girelim desem de sokmazlar içeri. Burunları rahatsız olur onların. Abi be, sana bir şey diyeyim mi? Biz bilmeyiz haddimizi. Bakmayız da donumuzun yırtığına, rüzgara karşı gideriz. Neyimize gerek ırkçılık bizim! Aç açına insan kalkar da taa Orta Asyalar'a gider mi? Atalarımız zor kurtarmış kendilerini oralardan! Enver Paşa gitmiş de ne olmuş! Bilirsin sen!»

«Ben sahra postalarında çavuştum seferberlikte. Herifler bayılırlardı maydanoza... Bayağı kaz gibi otlarlardı. Sonra maydanoz deyip geçmeyin, ilâç bile yaparlar maydanozdan... Çok şifalı olduğunu söyler eski hekimler... Uyandırır derler erkekliği...»
Öğretmen emeklisi:
«Öyle mi?» dedi,«Ben hiç sanmıyorum!»
«Neden yahu?»
«Çok yerim de, avuç avuç... Ya maydanozun eski hızı kalmamış, ya da bizim hızımız.» Sağlık memuru Ali Derman, Cemal Zülfü'nün kulağına eğildi
«Üç tutam karabiber. Turp tohumu... Nöbet şekeri... Yarım fincan da zerdeçal...»
«Olmaaaz!» dedi Mal müdürü, «Hindistan cevizi rendesi olmadan macun, bir şeye benzemez... Sonra efendim havuç... Havuç deyip de geçmeyin!» Sağlık memuru:
«Ben el yazması bir kitapta gördüm, cevzi bewa... diyor. Mısır çarşısı'nda aradım, buldum, koydum benim tertibin içine... Allah sizi inandırsın, benim sekiz numara var ya... İlhan! İşte bu tertipten peydahlanma...»
«Zerdeçalı biraz fazlaca koymuşsun. Oğlan, kayısı gibi sapsarı çıkmış!»

«Sen keyfine bak! Bir kurt masalı geldi aklıma... Kurtların en sevdiği şey neymiş biliyor musunuz. Ne kuzu eti, ne koyun ciğeri... Hiçbiri değil... Bayılırlarmış eşek kulağına... Kurt eşeğin, eşekliğini iyi bildiği için birden atılmazmış üzerine... Eşeği karşıdan görünce başlarmış yatıp yuvarlanmaya... Bir gün eşeğin biri, otları karnına kadar çıkan bir çayırda yayılırken taaa karşıda kurda benzer bir yaratık görmüş. Otlar öylesine diri, öylesine tazeymiş ki, başını yerden bile kaldırmamış. Kurt onun vurdumduymazlığından faydalanarak sürüne sürüne biraz daha yaklaşmış. Otlar ne kadar gizlese de gene yarı belinden yukarısı kabak gibi ortada... Eşek bir ara başını kaldırıp bakmış. Değil, demiş, kurt böyle olmaz! Kurt bu kuşkulu bakışlardan kurtulmak için başlamış oynaklanmaya... Sıpalar gibi atlayıp sıçramaya. Eşek, gözünün ucuyla yaklaşan kurda bir daha bakmış:
«Hayır!» demiş. «Kurt değildir bu... Kurt dediğin avını görünce hemen sıçrar üzerine. Böyle oynaklayıp durmaz!»
Kurt bu kez de eşeğin kuyruk tarafına kaymış, bakışlarından kendini kurtarmak için... Eşek onun bu kaymasını görünce büsbütün umutlanmış:
«Böyle kurt olmaz!» demiş,«Kulağı bırakıp kuyruğa bakan kurt daha dünyaya gelmemiştir!» Kurt da kurtmuş hani! Saatlerce beklemiş. Varlığını eşeğe lam unutturduğu sırada, hop, birden atlamış üzerine! Önce burnuna atmış pençesini, sonra yapışmış kulaklarına. Eşek böyle kıskıvrak sarılıp sarmalandığını görünce yana yakıla başlamış yaygaraya:
«Oymuş!.. Oymuş!.. Oymuş!.. O!.. O!.. O!.. A!.. A!.. A!.. İL I!.. İ!..»»

İki kafadar peydahlanmıştı, kıraathanenin ortasında... Birinin elinde bir tepsi... Öbüründe bir koçan... Sokuldular emeklilerin masasına:
«Selâmün aleyküm!» dediler.
«Aleyküm selâm!»
«İmanlı din kardeşlerimiz! Bu geceki lodosta Eyüp Sultan Camii şerifinin minaresi uçtu, tam üst şerefenin hizasından. Bu mübarek Ramazan-ı Şerifte acele tamiri için makbuz kesiyoruz. Gelin, siz de bu hayırlı yardıma katılın! Sevabından mahrum etmeyin kendiniz!»
Tefeci Hayri Efendi'ye sokuldu ilkin:
«Sizden elli lira mı?»
«Al şu beş lirayı helâlinden!.. Karınca kararınca...»
Beş lira da Hurşit Bey çıkardı. İş tavsamıştı başlangıçta. Topsakal yapıştı cüzdanına, bir ellilik attı. Bunu gören koçancılar coştular birden:
«Sağol Hafız Efendi. Mekânın cennet olsun!»
Hocanın bağışı işi hızlandırmıştı. Makbuzlar on liradan aşağı düşmüyordu. Tepsinin üstü kabardıkça kabardı. Emekliler temizlenince geçtiler öbür masalara.
Öğretmen emeklisi:
«Kelle sağ olsun cihanda, hiç külah eksik değil!» diye bir mısra yuvarladı. Herkes uyanır gibi olmuştu. Bir kuşku düşmüştü içlerine.
Top sakal bir ara kalktı yerinden. Kapıya doğru yürüdü. İki koçancıya sokuldu, yavaşça:
«Yürüyün çocuklar!» dedi, «Bu dereden bu kadar balık avlanır! Dolmuş durağında bekleyin beni. Biz de emekli kahvesidir diye boş hayallere kapıldık. Nerdeyse benim, tav için attığım elliliği yürüteceklerdi!»

Üniversitede Kalem'de çalışan Bülent:
«Gene dünyasına darıldı emeklilerden biri galiba?» dedi, «Cenazeye gidecekler.» Arkadaşı Behçet:
«Yok, hayır!» dedi, «Keyifli görünüyorlar. Bir yas havası yok!»
«Canım, onlar sıranın kendilerinden atladığını görünce de keyiflenirler. Bilirler her saniye topun ağzında olduklarını.»
«Bak, bak! Bizim Barlas, madalyasını da takmış!»
«Daha iyi ya! Bu madalya cenaze günlerinde değil de bayram günlerinde takılmaz mı?»
«Ölen için cenaze... Geride kalanlar için bayram!»
«Ama var bir şey!»
«Ölüm için değil bir araya gelişleri... Saat ikiyi geçiyor. Öğle namazı çoktan kılınmış olacak.»

Boyabatlılar bir teşkilât!.. Erkekleri kıyak hademedir haaa!.. Kızları hizmetçi!.. Neyse... Hafta geçmeden verir Şişli'de bir apartmana, üç yüz liraya. Aylık da yüz lira!.. Kızı giydirirler, kuşatırlar, şehir kızından farkı kalmaz. On beş gün mü, geçer aradan, bir ay mı, buzdolabındaki pirzola yüzünden bir kavgadır çıkar. Ertesi gün kız babasının yanında...
Hanımefendi de peşinden damlar. Hadi kız, gel gidelim, der. Hacer oralı değil! Anan yahşi, baban yahşi, kız gitmez, gitmez!.. Hanımefendi arkasına bakaaa baka döner gider.»
«Öyle ya!.. Zorla da götüremez ki!» Aradan iki gün geçmeden Hacer başka kapıya... Dört yüz de yeni evden alır...»
«Aylık?»
«Aylık yüz elli! Kız bir ay durmaz ki aylık alsın! Oradan da bir bahane bulup kirişi kırar, iki hafta geçmeden.»

«Tabiii o zaman altı yaşında ya var, ya yoktu. Parmak kadar çocuk da hiçmetçiliğe verilmez ya... Onu da evlâtlık diye veriyor, kısır bir hanımefendiye. Hepsinden de baskın çıkıyor bu bacaksız.» Nevzat birden dikildi ayağa:
«Bakın, bakın!» dedi, «Bir Ford giriyor sokağa... Hayriye'nin dediği doğru demek... Kaçıracaklar demişti ablamı...»
Hasbi Efendi:
«Allah, Allah!.. Herkes bildikten sonra, bu nasıl kaçırmak böyle!.. Vardır bir oyun bu işin içinde!»
«Hayır, kaçıracaklar!»
«Olabilir de... Neyse gelelim hikâyemize... Bacaksız hepsinden de baskın çıkıyor. Şalvarla veriyorlar bir eve, evlâtlık... Üç yüz, beş yüz liraya... Giydiriyorlar kuşatıyorlar. İstanbul çocuğundan ayırabilirsen, aşkolsun! Bir gün sözde babası görmeye gidiyor kızını... Bir yapışıyor babasının boynuna ki, sorma! Sakız gibi... Ayırabilirsen ayır! Ağlar da ağlar... Durmam bu evde diye tutturur. Eh n'apalım derler al götür bari... Çiçek gibi döner eve. Gelir gelmez giydirirler şalvarı, bu sefer başka bir kısır hanımefendiye... Köyden yeni gelmiş şalvarlı çocuğun alıcısı çok olur. Düşünün, ayda bir ev... Her evden üç yüz, beş yüz lira... Allah ne verdiyse. Üst baş da cabası...»

«Hocanın biri cerre çıkmış, bir zamanlar!» diye başladı, «İnmiş konuksever bir köye. Açlıktan zifiri kesilmiş hocanın. Gözünü karartmış, Peygamberin devesi gibi çökmüş, karşısına çıkan ilk biçimli evin önüne! öyle ya, deve bile hamur yutturacak evi hesaplayıp çökmüş olacak. Hoca da öyle yapmış. Evin erkeği çiftinin çubuğunun başında. Evin kadını, oğlundan bir çömlek pekmez göndermiş hocaya. Bir de somun... Hoca batırıp batırıp indirmiş gövdeye. Bakmış ki, ekmek batırmakla çömlekteki pekmezin tükeneceği yok. Çocuktan bir kaşık istemiş. Başlamış bu sefer kaşıklamaya. O da olmamış, kaldırmış çömleği dikmiş. Lıkır lıkır... Hâlâ tüketememiş çömlekteki pekmezi. Oğul, demiş pekmeziniz halis üzüm pekmeziymiş. Siz böyle her gelen Hoca'ya bol bol pekmez çıkarır mısınız? Yok, demiş çocuk, çıkarmayız! Hani Hoca biraz da böbürlenmemiş değil. Ya, demiş; çıkarmazsınız demek? Peki, bana neden bu kadar bol pekmez çıkardınız? Oğlan, neden çıkaracağız demiş, küpe sıçan düştü de... Ziyan olmasın diye çıkardık. Hocanın kavuk tepesinden fırlamış. Kaldırdığı gibi pekmez çömleğini vurmuş yere; tuz buz etmiş. Olandan bitenden ürken çocuk, seslenmiş içeri. Anneee! Hoca, babamın sidik kabını kırdın!»

«Üç metre, kupon. Halis İngiliz! Dört yüz lira! Tam dört yüz! Metelik aşağı olmaz. Sizi kumaştan anlar dediler de geldim. Bir Ocak Başkanı, daha aşağı kumaş da giymemeli!»
«Ne olursa olsun. Çok pahalı!»
Kaçakçının hiç minneti yoktu. Kumaşı topladı, katladı, çantaya koydu. Fermuarını da çekti:
«Hadi eyvallah!»
Ocak Başkanının içi gitmişti ya. Böyle alış verişlerde çok tecrübeli sayılırdı. Adam az sonra nasıl olsa dönüp dolaşıp gelirdi.
Kaçakçı kapıdan çıktı. Dışarda bekleyen arkadaşının elinden ikinci çantayı aldı, kendi elindekini ona verdi. Çantalar tıpa tıp birbirlerinin benzeriydi. Bıraktığı çantadaki kumaşlar halis İngiliz'di ama, aldığı çantadaki iki parça kumaş yerlinin de en bayağısıydı. Desenleri, renkleri benziyordu sadece.
Ocak Başkanı karşında kaçakçıyı görünce kendi anlayışından ötürü böbürlerndi:
«Dört yüzün çok fazla olduğunu sen de anladın değil mi?» diye sordu.
«Dört yüz hiç fazla değil. Bu gece memlekete dönüyorum da. Yirmi beş eksik olsun!»
«Üç yüz iyidir!»
«Üç yüz elli!»
Kaçakçı masanın ucunda duruyordu.
«Tamam mı?» dedi.
«Tamam!» dedi.
Kaçakçı kumaşı çekti, çantanın dış gözünden bir kâğıt çıkardı, sardı. İple de bağladı:
«Buyur, güle güle giy!»

«Bunlar oradan getirdikleri... Ya bıraktıkları?»
«Bir zeytin dalı, bir de plaket!»
«Plaket mi?»
«Üzeri yazılı bir çelik levha!»
«Ne yazılmış üzerine?»
«Biz bütün insanlık adına, barış için geldik buraya!»
«Savaş için geldik diyemezler ki!» dedi Barlas, «Bu adamlar, nerde bir tek insan görse onunla savaşmadan yapamazlar!»
«Ya savaşırlar, ya da dolarla satın almaya kalkarlar...»
«Ayda savaşacak tek insan bulamadıkları içindir, barış için gelişleri... Bununla birlikte ayda ne var ne yok daha belli değil! Hele getirilen topraklar bir incelensin... Mikrop mu var, bakteri mi, bir anlaşılsın... Bir de bakıyoruz ki aydan getirdikleri mikroplar biraz kendilerine geldikten sonra bize savaş açmışlar, almışlar dünyayı elimizden!»

«Gittiler, geliyorlar, kazasız belâsız!» Lâfın yuları Şoför Cemil'e geçmişti:
«Kaza da olmaz, belâ da! Herifçioğlulları tam uykularını alıp direksiyon başına öyle geçiyorlar! Bizim gibi uykulu uykulu kullanmıyorlar arabalarını! Üç kişi içerde! Uykusu gelen çekiliyor geriye! Geçen gün bizim takayla Urfa'ya kadar gittim geldim. Gözlerimi kırpmadan! Aya gitmek iş mi be! Onlar kabadayıysa Urfa'ya gidip gelsinler bakalım!»
«Peki seni bindirseler gider misin, bu ecel teknesine!» diye sordu Zülfü Bey.
Şoför Cemil:
«Neden gitmeyecekmişim!» dedi, «Uyku dersen uyku! Kayıntı dersen, kayıntı! Üst baş da patrondan! Yol dersen ayna gibi! Ne geriden sollayan var, ne karşıdan toslayan! Bir de gidip geldikten sonra on beş gün karantina! Gel keyfim, gel!»

«Valla Beybaba!» dedi, «Ben baktım baktım da o dedikleri şeyden göremedim bu Yılanların Öcü'nde. Sıkı filim... Bir Irazca var ki muhtara bile sert yapıyor. Avukat gibi karı. Köyün erkekleri tüm yılıyor ondan.»
Komutan emeklisi atıldı:
«Hah!» dedi, «Tamam! Kendi ağzınla yakalandın işte. Bir kadın, köy yerinde, hem de cahil bir kadın, tutar da köyü idare eden bir otoriteye kafa tutarsa , bu komünistlik değil de ne? Komünistin boynuzu kulağa mı olur!»
«Sonra bir Kaymakam var?»
«Nasıl, Kaymakam sivil mi?»
«Evet Beybaba, sivil... Ama ne Kaymakam! Geliyor köye... Daha köye girmeden bu Irazca Ana'nın dertlerini dinliyor yolda!»
«Olmaz böyle şey. Öyle Kaymakamlar yaramaz bize. Eee Muhtarın evine inmiyor mu?»
«Suratına bile bakmıyor.»
«Nasıl olur? Kaymakam dediğin köye indi mi, doğru Muhtar'm evine iner. Demek, filimde inmiyor ha! İşte burası da çarpık! Kaymakam dediğin, önce Muhtar'la temasa geçer. Ne var, ne yok, köylü hükümetten hoşnut mu, değil mi? Bir sızıntı var mı, yok mu, sormazsa, yani o filimde sordurulmazsa bir kurt yeniği var, demektir.»

«İngiliz'in biri, Arap sömürgelerinden birinde vazifeliymiş!» diye başladı, «Bir gün trene binip uzak bir yere gitmesi gerekiyormuş, İngiliz'in. İstasyona ininceye kadar tren, düdüğünü çekmiş, almış başını, düzülmüş yola. İlk istasyonda biraz fazla bekleyeceğini hesaplayan açıkgöz İngiliz, peşinden yetişmek için, bir eşek kiralamış hemen, düşmüş yola. Eşeğin sahibi de dili bir karış dışarda, koşarmış eşeğinin arkasından. Kan ter içinde kalan Arap, başlamış ne kadar küfür bilirse verip veriştirmeğe, ana avrat düz gidiyormuş. Tek kelime Arapça bilmeyen İngiliz, bu küfürleri eşeği gayrete getirmek için söylediğini sanıyor, üstelik de keyifleniyormuş sövdükçe... Karşıdan gelen bir dalkavuk durumu çakmış; Heeey, Mister, demiş İngilizce, bu adam boyuna kalaylıyor seni. Boşvermiş Mister. Gayretli dalkavuk, bırakır mı peşini. Yedi ceddini dipten doruğa boyuyor, ana avrat düz gidiyor, senin kılın bile kıpırdamıyor diye morfinlermiş boyuna. İngiliz'in tepesi atmış. Eee demiş, ne yapalım sövüyorsa! Bu küfürlerin istasyona yetişmeme bir zararı var mı? Seninki şaşkın şaşkın, ne zararı olsun, yok tabii... İngiliz, bırak demiş, sövebildiği kadar sövsün öyleyse!..

Kocasına baskı öylesine artmış ki ister istemez vermiş mahkemeye İcracıyı. Hâkim, sormuş tanıklardan birine. Evden çıkarken gördün mü, demiş. Gördüm efendim! Ne vardı üzerinde, yâni ne giymişti? Ne mi giymişti. Koyu renk bir elbise... İkinci tanığa sormuş. Verdiği cevap şu: Koyu renk bir elbise... Üçüncü tanığa sormuş. Verdiği cevap şu: Koyu renk bir palto! Öbürüne sormuş, ne vardı üzerinde? Cevap, pardesü!.. Ne giymişti? Açık renk bir elbise... Öbürü demiş, pijama! Sıra gelmiş lokantadaki tanıklara... Hâkim ne duydun diye sormuş! Efendim demiş tanık, İcra memuru dedi ki, ben İstasyon Müdürü'nün karısıyla yatıp kalkıyorum. Güzeeel, demiş hâkim. İcracı bunu söylerken kadeh elinde miydi, masanın üzerinde mi? Elindeydi demiş, tanık. İcra memuru, yatıp kalkıyorum derken, radyo çalıyor muydu? Radyo mu efendim, demiş, çalmıyordu! Öbürüne sormuş, kadeh nerdeydi, diye. Masanın üstünde diye cevap vermiş. Radyo? Radyo mu, çalıyordu efendim, demiş. Pekiii diye sormuş, çalıyordu da nasıl duydun icracının dediklerini. Az açmışlardı, demiş, öbür tanığa sormuş. Kadeh nerdeydi? Kadeh mi efendim, diye başlamış, düşünmeye... Kadeh yoktu, rakı da içmiyordu demiş, çıkmış işin içinden! Yâni sizin anlıyacağınız çuvallatmış tanıkları. Kurt kurdu ısırır mı? Tabii beraat!
Kaymakamlar memleketin hemen her yerinde ağaların dostudur. Bu işin böyle kapanıp gitmesine gönlü razı olmamış Kaymakam'ın. Bir tanık takımı da Kaymakam kurmuş. Körüklemiş yeniden dâvayı... Ayrıca idarî tahkikat da açtırmış. Kaymakam'ın arkasında Vali! Vali'nin arkasında Ankara. Hani İcracıyı kolundan tutup atsalar iş bitecek! Atamazlar bir türlü.... Halkı oyalamak lâzım. İstasyon Müdürü'nü verseler bir yere daha, iyi, atlaya atlaya gidecek ama, neden versinler. Dedikodunun kökü kurudu mu halk açlığının farkına varacak! Değirmenci, değirmenin gürültüsünü, ancak çarklar zınk diye durunca farkedermiş!»

«Eğlenebildiniz mi bari? Var mı, hani o sahnede çırılçıplak soyunan karılar?»
«Yok o eski soyunanlar!»
«Demek şimdi seyircileri soyuyorlar!»
«Eh! Aşağı yukarı! Taaa kapıdan girerken garsonlar yürüyor müşterinin üstüne. Mahmutpaşa hesabı! Müşteriyi kapıdan kapışana! Her garsonun kapıda bir simsarı var! Bak Ahmet, diye sesleniyor, beyleri al ön masaya! Neşeli bir masa olsun!»

«Ya!.. İşte böyle Haşim'ciğim!» dedi, «Her gün iki kamyon karpuz geçsin elimizden, git, Belediyenin bilmem ne gazinosunda, karpuzun dilimini elli kâğıttan ye! Sen milleti kazıkla. Belediye de tutsun seni kazıklasın!»

«Şu şarkıcı Yesari Bey mi?» Acem Hüseyin'de şafak atmıştı:
«Ne şarkıcısı be!» diye çattı kaşlarını. «Romancı Yesari Bey... Muharrir ama, hazâ muharrir! Nah şu masaya bir çöktü mü; romanını yarılamadan kalkmazdı. Çayını elimle götürüp verirdim. Nerde şimdikiler! Nerde Yesari Bey! Nur içinde yatsın!»
«Evet!» dedi; Hüsamettin Düzeltmen; «O nur içinde yatsın... Babıâli'nin kitapçıları; gazete patronları da kuştüyü yataklarda... Son romanını seksen liraya yazdığı söylenir; onu da olduğu gibi ilâca yatırmış zavallı. Zaten ilâç parası için atmış imzayı kontratın altına! Geçimi için o kadar çok yazı yazmak zorundaydı ki... Gazetelerdeki tefrikalarını anca günü gününe yazabilirdi. Halil Lütfü; gazetesi için uzun bir tefrika istemiş, kuzum Yesari demiş, yaz bitir de, öyle al parasını. İyi ama, romanı bitirene kadar ne yesin, ne içsin Yesari! Mahmut Yesari'nin yemesi değil de içmesi daha önemli! Hiç olmazsa biraz avans ver de başlıyalım diyecek olmuş... Ne avansı! Halil Lütfi adama ortada fol yok, yumurta yokken para mı verir! Hele sen bitir romanı da kolay diye tıkamış lâfı ağzına. Ne yapsın Yesari... Rahmetli sarı defterlere yazardı. Bir defter almış, oturmuş Meşrutiyet Kıraathanesi'ne. Bütün gün yazmış... Doldurmuş sarı defteri... Birkaç gün uğramamış Halil Lütfi'ye. Tam gideceği gün, ne kadar eski romanlardan kalma sarı defter varsa toplamış, üst üste koymuş. En üste de başladığı yeni defteri. Tutmuş göstermiş Halil Lütfi'ye... Patron evirmiş çevirmiş. En üstten üç beş sayfa okumuş. Bakmış ki tefrika mükemmel! Sıra gelmiş bu sefer paraya. Yesari'çiğim demiş, bir miktar avans vereyim de... Tefrika başladığında bir miktar daha... Malûm ya... Romanın reklâmı var, ilânı var!.. Ya çıkıncaya kadar gazete kapatılırsa... Ben öyle şey bilmem demiş, Yesari Bey, sen yaz getir, para peşin, dedin, ben de bir haftadır gece gündüz oturdum yazdım. Almazsan gider Hakkı Tarık'a veririm. Sanki Tarık Bey cimrilikte öbüründen aşağı kalırmış gibi... Ne yapsın Halil Lütfi, eli titreye titreye ödemiş bütün romanın parasını... Üç beş gün sonra bütün defter küt diye bitmiş... İkinciye başlayacaklar... Ne isimler tutar birbirini, ne olaylar. Belki defterlerin sırası karışmıştır diye öbür defterlere bakarlar... Onlardaki isimler, olaylar daha başka! Bir haber uçururlar Yesari'ye. Kulağı kirişte olduğu için çakar dalgayı. Oturur o günün tefrikasını yazar. Dedim ya, hayatı ona göre ayarlanmış!
Hali Lütfi köpüre dursun, girer odasına, yeni yazdıklarını çıkarır, masanın üstüne bırakır. Üstat der, hiç telâşlanma! Ben tefrikanın parasını, yazdıkça almak isterim, sen peşin verdin. Tefrika dediğin günü birliğe yazılır. Benim alışkanlığımı bozamazsın sen. Her gün mürettip çırağını başımda dikilirken göremezsem, yazamam. Gönder Kıraathaneye çırağı, aldır tefrikanı bundan sonra.

«Yörüğün biri...» dedi, «Almış karısını, kasabaya iniyormuş. Yolları dağ köylerinden birine düşünce aman, demişler; yolları eşkiya sarmış, dön geri! Dönemem demiş, hükümette işim var! Vurmuş dağ yoluna. Karı da arkadan. Tam adamın kıt yerinde, eşkiyalar, davranma diye uzatmışlar martinleri. önce adamı soymuşlar dipten doruğa, sonra sıra karısına gelmiş! Eşkıyaların başı, böyle ayan beyan bir avradı soymak ayıptır demiş, onu şu köknarların arkasında soyacağız. Kocasının etrafına fır dolayıp bir daire çizmiş. Eğer demiş, bu çizgiden dışarı bir adım atarsan, kendini ölmüş bil! Alıp karısını götürmüşler köknarların arkasına. Beş dakika... on dakika... Yarım saat, bir saat... Karısı yorgun argın dönmüş geriye. Tuuh, senin suratına! Demiş. Sen de erkeksin ha! Korkak herif! Ne korkağı diye çatmış kaşlarını kocası, o çizdikleri çizgiden boyuna çıktım girdim de kılıma bile dokunmadılar benim!»
Murat Çetin
Bu kitabı okuduktan sonra, yalnız başınıza yürürken, içindeki öyküleri düşünmeyiniz, riskli olabilir. Durduk yerde ya da duramadığınız yerde gülmeye başlayabilir ve yanlış anlaşılabilirsiniz. Ama kitabımı sürekli olarak elinizde taşırsanız, herhangi bir sorunla karşılaşmazsınız. Kitabım böyle bir durumda delil yerine geçecektir.

Kitabımı, önünüze gelen ya da sizin her önüne gittiğiniz kitapçı dükkanına sorunuz. Ve hatta, başka ürünler satan dükkanlara da sorabilirsiniz. "Burası kitapçı dükkanına benziyor mu?" gibi bir soruyla karşılaşmanız halinde, bunu yalnızca "Pardon," sözcüğüyle yanıtlamanız size hiçbir şey kaybettirmeyecektir. İnanın oldukça dikkat çekeceksiniz. Eğer birinin "Var," yanıtıyla karşılaşacak olursanız, "Aldım zaten, yalnızca sizde de olup olmadığını merak etmiştim," demeniz yeterlidir. İnanın herhangi bir yaptırımla karşılaşmazsınız. Bu küçük katkınız sonucunda, aradan geçen küçük bir süreçte bütün kitapçı dükkanlarında ve hatta vitrinlerinde yer alacak olan kitabım; okura ulaşmak için, “En Çok Satan Kitaplar" listesine girecektir. Bu boyutta, bol miktarda, sayısı küçümsenmeyecek kitap satıcısına ulaşmış olan kitabım;henüz kitap kurtları, kitapseverler, kitap dostları, kitap biriktiricileri, kitap okurlarıyla buluşmamış dahi olsa "En Çok Satan Kitaplar" arasında yer alacaktır. Ve listeye girdikten sonra, doğal olarak satacaktır. Siz de böylece, "En Çok Satan Kitaplardan birini en önce okuyan, ailenizin gelecek kuşaklarına bu kitabın ilk basımlarından birini miras olarak bırakma şansına sahip öncülerden olacaksınız.

"Kamyonun hemen hemen her yanında birer tümcelik plakalar asılı. Kazadan sonra bunu bizzat ben de gördüm. En ilginci de kamyon kasasının arkasındaki... Bu yazılar dikkat çekiyor ve çektiği gibi de, dağıtıyor dikkati tabii. Yani yazıların ikili bir işlevi var. Dikkatin hem çekilip, hem de dağıtılması, trafikte Seyreden araçların, bunları seyreden şoförlerinin bazen çarpışıp, araçlarıyla birlikte dağılmasına yol açabiliyor.

Bölünme tamamen fikirsel. Bir bölümü mafya diyor, diğer bir bölümü ülkücü mafya diyor. Kazanan taraf hangisi olacak, bu henüz belli olmadı. Bene bu tartışma uzar gider. Mafya ya da ülkücü mafya; bayağı da tanınan biriymiş. Ünü yurt dışına taşmış. Oralarda da tanınan ve aranan biri olmuş. Yorumculardan duydum.
Bunun için, kırmızı bir davetiye mi, kırmızı bir bülten mi ne,bastırmışlar. Ama bir türlü kendisine ulaşamıyorlarmış. Davetiyeyi bizim devlete bırakmışlar: 'Bulursanız verirsiniz, bizi durumdan haberdar edersiniz,' demişler. Bizim devlet de: 'Şimdi burada değil, görürsek iletiriz,' demiş. Bir söylentiye göre de, o davetiye mi, kırmızı bülten mi nedir, ölen o üst düzey emniyetçinin cebindeymiş ve ölmeseymiş, ölen öbür ilgiliye, yani mafyaya verecekmiş.

Müdür beyden önce, makyaj odasındaki arkadaşların elinden geçmek zorundasınız. Çok sert bir görünümünüz var. Önce onlar, sizi biraz yumuşatacaklar. Ondan sonra sıra müdür beye gelecek. Buradaki hiyerarşi böyle çalışıyor. Önce makyaj odasındakiler, sonra müdür bey..."
"Annamadım! Medyatik olacağız diye... Bu yaştan sonra olmaz öyle şey! Önce makyaj odasındakiler şey yapacak, sonra müdür ha? Kalsın kamera mamera... Delikanlı doğduk, delikanlı öleceğiz."

İki yardımcı, üç denetçi ve ikişerden dört adet de yedek olmak üzere toplam on kişi apartmanın yönetimini paylaşıyordu. Yani, ikinci hafta, genel kurul toplantısına katılanların hemen hemen her biri birer görev alıyorlardı ama, bir yıl boyunca da albay hariç, hiçbiri görev yapmıyordu. Zaten albayın da arzusu bu doğrultudaydı. Albayın düşünce sistematiğine göre, matematiksel olarak, çok kafadan doğal olarak çok ses çıktığından, sesler birbirini etkileyip ve aynı zamanda da etkilenip, uyumsuzlaşıyordu. Yıl boyunca, yalnızca albayın çıkan sesi, uyum işini tam bir başarıya ulaştırıyordu.

Albayın adı Evren, soyadı Topçu'ydu. Yani, Topçu Albay Evren Topçu... Apartmanın
girişindeki diafonun künyesinde ve kendi dairesinin kapı girişindeki zil butonunda on iki punto harflerle aynen böyle yazıyordu. Topçu Albay Evren Topçu... Yerin müsait olmamasından olacak, "Emekli" ya da kısaltılmış olarak "Em." yazmıyordu ünvan olarak.

Emekli oluncaya kadar birçok şehir gezmiş, her türden insan tanımış olan albay, her şeyi bilirdi. Maydonozun faydalarından, kazan dairesindeki brülörün üstünde yer alan cıvatalara kadar her şeyi... Bildikleri aslında yüzeyseldi ve pratikte hiçbir kıymet, mana veya ehemmiyet ifade etmiyordu. Ama o bildiğini biliyordu. Ve bu da kendisine yetiyor ve her şeye karışıyordu.

Kız mini, dar etek ve iri göğüslerini açıkta bırakan bluz giymişti, elinde de cep telefonu vardı. Mini eteğine, mini etek demek, kişiden kişiye değişebilirdi. Buna bazıları mini, bazıları da mini mini diyebilirlerdi. Ve her iki bakış da doğru idi. Çünkü bu tür durumlar için konunun uzmanları tarafından net bir tanımlama yapılmamıştı henüz. Kız ayakta dururken giydiği kilodun rengi ve modeli belli olmuyordu, ama bir yere oturunca, bu konuda aydınlanmak için, bu bölüme yalnızca bir bakış atmak ya da o bakışı fırlatmak yeterliydi.

"Biz Doğuluyuz albayım, bu sebepten dolayıdır ki, gelenimiz gidenimiz çok olur. Ayrıca geldik geleli, bir hoşgeldine gelmediniz yönetim kurulu başkanı olarak! Fakirhanemize teşrif buyurursanız ikramda kusur etmeyiz!"dedi.
”Albayım"a, albayım diye hitap ederek konuşan birinin, ilk defa hitabetine icabet etmedi "Albayım". Ve hatta kızdı içinden. Kadın "Albayım”a üstü kapalı rüşvet teklif ediyordu. Üstü kapalı da olsa, açık da olsa rüşvet rüşvetti "Albayım" için. İkramının ne olacağı da malum... "Albayım"a özel, bedava pezevenklik yapacaktı kadın.

Temel Dursun Bey de üzülmüştü, çaresiz insanların başvurduğu tümceyle telefon görüşmesini sonuçlandırdı:
"Üzülme, bir çaresi bulunur elbet!" dedi.

Bir iki daire buldum, fakat kısa süreli kiraya vermek istemiyorlar. Bana ise kısa süreli, yedi aylığına kiralayabileceğim bir daire gerekiyor. Bilirsiniz, apartmanlarda kapıcılar her şeyi bilirler. Sizin daireniz de size dokuz ay sonra gerekliymiş, oğlunuz gelecekmiş galiba." dedi Temel Dursun Bey.
Hicabi Bey hemen düzeltti konuşmadaki yanlışı:
"Oğlum değil, kızım gelecek!"
Temel Dursun Beyin attığı yemin ucunu ısırmıştı Hicabi Bey. Düzeltmeden sonra devam etti hemen Temel Dursun Bey:

Jeton alımında bulunduğu sırada, yaptığı el kol hareketlerinden, sağır olduğu sonucunu çıkardığını söyledi memura. Ardından dayanıldığını sözlerine ekledi. Memurun "Sağır" olmadığını,şu birlikte bulunmak zorunda oldukları zaman diliminde, onun tam bir "Sığır" olduğu sonucuna, tüm verilerin ve belirtilerin ışığında ulaştığını söyledi. Ve yanıt hakkı tanımadan postaneyi terk etti.

Rıdvan Beyin arkadaşı, Rıdvan Beye bırakmaksızın uzanıp, Rıdvan Beyin ineceği kapıyı iterek açtı. Bu hareket, Rıdvan Beyin daha da sinirlenmesine yol açtı. "Sanki, işini bitirdiği orospuyu indiriyor arabadan it!" diye, araba içinde gerçekleştirdiği son düşüncesini de kullandı.

Önce kala ile balık hecelerini ayırdı birbirinden. Balık istifi gibi sözcüğü, caddeyi tanımlamak için önce uygunmuş gibi geldi kendisine. Sonra denizdeki balıkların durumunu düşündü, hiç uygun değildi bu sözcük. Denizler balıktan arındırılmıştı. Bir süre sonra, deniz ve balık sözcüklerinin birbiriyle hiçbir ilişkisi kalmayacaktı. O zaman doğal olarak, "Balık istifi" deyimi anlamını yitirip, yalnızca tarihsel bir sözcük olarak tarihteki yerini alacak ve halk arasındaki kullanımdan çekilecekti.

Rıdvan Bey, sandalyesini oyuncuların masasına, kendisi de üstünde olmak üzere kaydırdı. En yakınındaki çift atan genci hedef alarak: "Daha yakından izleyip, izleyemeyeceğini?" sordu.
Genç:
"Ne demek izlemek! Gel yanıma hayatını yaşa! Birlikte idare edelim durumu! Babama bak be!" gibi, pek de ne anlama geldiği, ilk duyulduğunda kavranamayacak, fakat el kol hareketleri ve tavırlarıyla olumlu karşıladığını ifade etti. En azından Rıdvan Bey, isteğinin uygun karşılandığı sonucuna ulaştı.
Genç, çay ocağına doğru:
"Yap bir çay babama, benden!" diye bağırınca Rıdvan Bey, okeycilerin masasına yaklaşmasının hiçbir sakıncası olmadığına emin oldu.

"Taş çalıyorsun ulan!" demesiyle, masa, etrafını saran oyuncularla birlikte birbirine girdi. Samimi arkadaş görünümündeki oyuncular, birbirlerine saldırıya geçtiklerinde, küfürleri onlara eşlik ediyor, kavgalarına fon oluşturuyordu.
Masa etkileşim sonucu devrilmiş, sandalyeler de savrularak eşlik durumunu bozmamış, okey taşları ve ıstakalarsa kahvehane içinde geniş bir alana yayılmıştı.
Rıdvan Bey, "Ulan"la temel harcı atılan kavganın ilk anlarında, kahvehanenin uygun bir köşesine kaçarak, kendini güvenceye aldı. Küfürleşen ve birbirine giren dört oyuncu, eylemlerini sürdürmek için, bulundukları alanın darlığını içgüdüsel olarak düşünmüş olacaklardı ki, kahvehanenin dışına sürüklendiler. Kahvehane önünde gelişimini sürdüren kavga, giderek daha uzak mekanlara kadar ulaştı. Daha sonraki üst gelişime göre, kavganın tarafı olan genç insanların, ses ve görüntüleri, kahvehane çevresinde de yitiklere karıştı.

Bir süre geçtikten sonra, garson Rıdvan Beyin yanına gelerek:
"Yirmi iki çay var hesapta amca!" dedi.
Rıdvan Bey, garsonun ifadesini yorumlayamamıştı:
"Ne yirmi iki çayı?" dedi.
Garson:
"Oğlunun içtiği ve sen dahil ısmarladığı çaylar!" diye açıkladı. "Yaptığım hasar tespit çalışmasında ise kayda değer bir şeye rastlayamadığımdan, ek bir talepte bulunmuyorum!" dedi.
"O, benim nereden oğlum oluyormuş?" diye tepki gösterdi Rıdvan Bey.
"Onun anası, on beş dakika uzaklıktaki Zürafa Sokak'ta (Zürafa Sokak: İstanbul Karaköy'de bulunan, devlet denetiminde ve gözetiminde, resmî, meşhur genelev sokağı.) icrayı sanat eyliyor. Belki oradan oğlun oluyordur!
Ne bilim ben! Sana babam diye hitap etmedi mi? Yap bir çay babama, demedi mi? Yirmi iki çay için oğlunu inkar mı ediyorsun?" diyerek, Rıdvan Beyin tepkisel sorusunu, sorunsal tümcelerle yanıtladı garson.

Rıdvan Bey ve sakallı, birbirlerine kalabalıktan ötürü vuramıyorlar, ancak vücutlarını iki samimi dostmuşçasına kucaklayabiliyorlardı. Ortam ne yumruklaşmaya, ne de güreşmeye uygun değildi. Öylece bir birlerine sarılmışlar, yalnızca bağrışıyorlardı.

Tüm dikkatler onların üzerinde toplanmışken, polislerden biri; hep birlikte topluca konuşan, ama aslında bağrışarak, anlam kaymasına uğramış sesler çıkartan kitleye, hırsızın hangisi olduğunu sordu. Birkaç parmak, olayın gerçek kahramanlarına şans tanımadan, bir anda Rıdvan Beyi gösterdi.
Rıdvan Beyin, kendisini savunacak tümcesinin ilk sözcüğü henüz ağzından çıkmadan:
"Geç lan sen şuraya!" diyen polisin, tam olarak gerçekleştiremediği, hatta gerçekleştirmek istemediği tümcesi ve suratının ortasına patlattığı destekli yumrukla oluşan, gözlerinin önünde ışıl ışıl yanan yıldızımsı görünümdeki soyut parlaklıkla, gösterilen yere, istemi dışında, biraz da sarsılarak ulaştı Rıdvan Bey. Işık hızıyla yarış yaparcasına gerçekleşen otobüs dışı, karakol önü gelişmelere, bu kez kadın, aynı süratli davranışla, Rıdvan Beyin daha fazla hırpalanmasını engellemek için:
"Hayır, hırsız değil, ırz düşmanı!" diye bağırarak konuşmaya başladı.
Polis, tümcenin devamını beklemeden, Rıdvan Beye yeni bir girişime başlama aşamasındayken, kadınının kollarına yapışan hareketiyle duruldu. Hiç beklemediği bir engelle karşılaştığını gören polis, eylemini kesintiye uğratarak, tümcenin devamını dinlemeye karar verdi.
Kadın:
"Hayır, bu hırsız değil. Hem de ırz düşmanı da değil. Hırsız olmayan, ama ırz düşmanı olan bu!" diye pis suratlıyı gösterdi.

Tacize uğrayan kadın, geçmiş yaşamına ilişkin benzer bir olayı anlatmaya başladı:
"Böyle bir olay gene otobüste başımdan geçti memur bey." dedi. “O olay mahkemeye yansıdı. Hem şahitler de vardı ve duruşmaya bile geldiler. Ama mahkeme salonundan çıkıp, koridorda yürümeye başlamıştık ki, kocamın taciziyle karşılaştım."
Polis, kadının anlatımının arasına büyük bir şaşkınlık ifadesiyle girdi.
"Nasıl yani, kocan adliye koridorunda mı sana şey yapmaya kalkıştı? O; devletin, komşularının, ailenin kabullendiği, nikahlı resmî kocan değil mi? Hevesini niye eve saklamadı da, orada şey yapmaya yeltendi? Sapık mı senin kocan?" dedi.
"Sapıktır bir parça memur bey. Beni herkesin içinde tekme tokat dövmeye başladı. Hevesini eve bile saklayamadı. 'Namusumu herkesin içinde ayaklar altına aldın orospu,' diyerek dövüyordu beni. 'Bir daha, namusumu herkesin içinde ayaklar altına alırsan öldürürüm seni!' diye de, önceki tümcesini güçlendiren bir tümce ekledi. 'Bu davayı geri alacaksın. Ben namusumu, böyle herkesin içinde çiğnetmem. Nasıl sen böyle, her şeyi açık açık, herkesin içinde anlatırsın?' diyor ve Allah yarattı demiyordu. Adliyedeki görevli polisler zor aldılar elinden memur bey. Her tarafımdaki çürüklerle, günlerce öyle gittim işe!"
Polis gene girdi araya:
"Kocanın bu yaptığına taciz denmez. Sapıklık da değil bu! Seni bir temiz dövmüş. Dövüldüğüne üzüldüm, ama senin kocan bu. Kocanın vurduğu yerde gül biter. Ama sen sulamadığın için gülü soldurmuşsun. Olayın üstünden zaman da geçmiş ayrıca. Şikayetçi misin kocandan? Orada şikayetçi olacaktın, hemen rapor da alacaktın! Hem konumuzla ne ilgisi var anlattıklarının?" dedi.
Kadın:
"Kocamdan şikayetçi değilim memur bey. Yuvarlanıp gidiyoruz birlikte. Daha doğrusu, o beni yuvarlıyor, ama idare ediyoruz. Ama bu kez öldürür beni. Çok sinirlidir. En ufak şeyde; ne eti senin, kemiği benim der, ne de kemiği senin eti benim diye savlar. Hem etim, hem de kemiğim onundur, bu yüzden ikisini de bırakmaz. Eve gitmeliyim, o kahvehaneden dönmeden yemeğini hazırlamalıyım. Bu ırz düşmanından şikayetçi olsam, mahkemeye gitsem, affetmez beni bu sefer kocam. Namusunu ikinci kez ayaklar altına aldım diye öldürür beni!"
Kadının anlatısını polis ve Rıdvan Beyle birlikte tüm dikkatiyle dinleyen pis surat, şikayetçi olunmamanın da verdiği rahatlıkla:
"Valla billa, ben bacıma bir şey yapmadım zaten memur bey!" dedi.
"Sus lan sen eşşoğlu eşşek," diyen memur, otomatik bir hareketle, peşi peşine iki tokat salladı sakallıya. Tokatlardan yalnızca biriyle sakallının suratı temas kurmuştu. İkinci tokat, ilk tokatın etkileşimiyle yere yıkılan pis surata rastlamamış, boşluğu dövmüştü.

"Buyur komşu, evine mi gidiyorsun? Seni bırakayım."
dedi otomobilin içinden bir ses.

"Epey klakson çaldım komşu!" dedi Aydın Bey. "Nerelere gitmiştin öyle? Dalıp gitmişsin. Feneri nerede söndürdün? Bize de anlat, gidip biz de söndürelim fenerimizi!"

Komşusu Aydın Beyin:
"Geldik işte, evlerimiz göründü!" tümcesiyle mutlulandı. Gerçekten evleri gözüküyordu. Orda evi vardı,görse de, görmese de, o ev onun eviydi.
“Çok teşekkür ederim komşu, hiç ileri gitme, dur senin evinin önünde. Elli altmış metre yürürüm ben." dedi
Rıdvan Bey.
Komşu Aydın Bey itiraz etti:
"Olur mu komşum?! Seni elli altmış metre yürütür müyüm?! Bırakır, geri dönerim ben." diyerek, tam Rıdvan Beyin kapı girişinde durdurdu otomobilini.
Rıdvan Bey kapıyı açıp inmeden:
"Gerçekten çok teşekkür ederim, mahcup ettin beni, nasıl öderim senin bu borcunu?! Bize gel de bir kahve içelim. Acı Kahve... Bunca yıllık hatırımız var, üstüne bir kırk yıl daha eklensin." dedi.
"Gelmeyeyim komşum, bir iki tur daha atayım. Malum, ar dünyası değil, kâr dünyası bu!" dedi komşu Aydın Bey. Rıdvan Bey uyandı. Uyumuyordu, ama komşusu Aydın Beyin konuşması, ancak bu sözcükle açıklanabileceğinden uyandı. Fakat gene de bir gaf yapmaktan korkuyordu. Gaf yapmak yerine, gereksiz bir laf yaparak, ne kadar dolaşacaksın, diye sormak istedi. "Ne kadar..." dedi Rıdvan Bey. Dolaşacaksın, sözcüğüyle tümcesini tamamlayacaktı ki, araya girdi komşusu. Rıdvan Beyce gereksiz olduğu tespiti yapılan tümcenin, Aydın Beyce gereken bölümü kullanılmıştı.
"Sen yabancı değilsin komşu, ver bir şeyler!" dedi komşu Aydın Bey.

Ve bu ana kapının anahtarını ise sık sık kaybediyorlardı. Kendi daire kapılarının anahtarlarını niye kaybetmezlerdi de, özellikle bu kapınınkini kaybederlerdi? Kapıcı da sık sık, kapı otomatiğinin düğmesini kullanmamak için, kilidin uygun yerine bir mandal sıkıştırıyordu. Kapıcıyı bu konuda uyarmıştı birçok kez Rıdvan Bey. "Hırsızlık olabilir, güvenliğimiz tehlikeye girer, kapı hep kapalı dursun!" demişti. Kapıcı da bu uyarıları hep aynı yanıtla: "Peki bey!" diye karşılamıştı. Zaten kapıcı hiçbir uyarısına ya da sorusuna olumsuz yanıt vermemişti şimdiye kadar. Ama hiçbirini de verdiği yanıt doğrultusunda uygulamamıştı.

Şimdiye kadar verdiğim kararlar, pratik bağlantılarım, ilişkilerim, ilkelerim veya ilkesizliklerim patrona hep kazandırmış, bu özelliklerimin yankısıysa beni bulunduğum yere taşımıştı. Taşınma işim, anlatımımdan da anlaşılacağı gibi pek kolay olmamıştı. Sırtıma zaman zaman ağır yükler binerdi ve ben bunları hep bir yolunu bulup başkasının sırtına yükleyerek, ayrıca kendimi de başkasının sırtına basarak kurtarırdım. Bu kez yük tamamen benim sırtımdaydı. Fakat hiçbir girişimim negatif sonuç vermemişti.
Murat Çetin
Sekiz kamyonla nasıl vuruyor bizi bu Hacı Dursun?.. Muhasebeden hesaplarını çıkarttırdım geçen yılın... Nerdeyse yarı yarıya zarar... Yani yarı yarıya kâr demek istiyorum..»
«Esas defterden mi?..»
«Gelir defterinden çıkartacak değilim a!.. Söyle neden başaşağı gidiyoruz?»

«Ekrem'i arıyordum ben... Siz kimsiniz?»
«Ben mi efendim? Ben Ekrem'in annesi!»
«Olamaz! İmkânı yok.. Olamaz!»
«Neden olamazmış?..»
«Bu gece sabaha karşı... Ameliyat masasında!.. Bir yanlışlık olacak.. Siz.. İsminiz?»
«Sakine efendim!»
«Olamaz efendim... Nasıl olur? Sakine hanım ameliyat masasında... Sizlere ömür!..»
«Aman dağlara taşlara... Ölmüş falan değilim!» şaban şanlı kadından daha bitkindi:
«Öyle ama, dedi, oğlunuz, dün gece sizin ameliyat masasında...» Sakine hanım, yarı öfkeli, yarı neşeli, patronun sözünü kesti:
«Öyledir o... Başı sıkıştı mı, hemen beni öldürür!»
Birkaç dakika karşılıklı sustular. Sade solukları geliyordu telefondan...
şaban şanlı, elinin ayasıyla şakağından sızan terleri silerek:
«Peki, şimdi ne olacak? dedi.. Muayene ücreti, ameliyat parası, cenaze masrafı...Beşbin liraya patladı ölümünüz!»
«Yani ne yapmamı istiyorsunuz? Masrafınız boşa gitmesin diye ölmemi mi? Hayır şaban Bey, ikinize inat ölmiyeceğim... Kendi ecelimle ölene kadar çok yaşayacağım daha!»

Sahanlıklarda bir soluk payı bile vermeden, taa beşinci kata kadar çıktım, Yılmaz'ın tabelâsının dibine yığılıvermişim. Kapalıydı kapısı... Vurdum, vurdum, yoktu içerde kimse.. Karşı kapıdan siyah göğüslüklü bir kız çıktı gürültüye:
«Ne oluyor!» diye bağırdı çattı da kaşlarını..
«Su!» dedim. «Hanım kızım, bir yudum su!»
Bir yudum değil, bir içim suydu karşımdaki. Kızın kapısının açıldığını duyan bir sürü genç de, yan kapıdan fırladılar dışarı.. En iri kıyım olanı:
«Heeeyt!» dedi. «Asılmıyalım!»
Bir kıza baktı, bir de bana... Sonra kızın karşısına geçti:
«Ne oluyor, anlıyalım» yani.
Anlıyacak birşey yoktu. Ortadaydı herşey. Kız:
«Hayır Vural!» dedi. «Merdivenleri hızla çıkmış olacak.. Su istedi.» Vural dediği genç, döndü kapının önündeki arkadaşlarına:
«Tutun çocuklar!» dedi, «Alın içeri.. Sunî teneffüs yaptıralım!»

Kulağının dibinden ikinci bir parmağın aynı kravata doğru uzandığını görünce şaşırdı:
«şu kravatı rica ediyorum!» Bakımlı, yeni ojelenmiş bir parmaktı uzanan. İngilizlerin Lady dedikleri türden bir sayın bayanındı bu uzayan parmak. Yani sağduyulu, sağbeğenili, sayın bir bayan! Zevklerinin birleştiğinden de anlaşılıyordu ki, genç kız gerçek bir Lady idi.
Kapıdan çıkarken şapkasına davrandı saygı ile: «Bendeniz, Nail Morali» dedi,
«Kültür ataşesi!» «Ben de Margaret Emerson!» Yalandı demek, İngilizlerin biçimsel gelenekçiliği. İssız adaya düşen iki İngilizi tanıştıran papağan güldürüsü uydurmaydı. Bal gibi, papağansız da tanışılıyordu işte.

Shakespeare'in siyah gözlü kadına yazdığı sonelerden bir iki tanesini ezbere okuyup şaşırtacaktı Margaret'i. Shakespeare'in anasının, babasının adını soracaktı, bilmiyecekti tabii... Biz bütün sanatçılarımızın yedi göbek soyunu biliriz diye öğünecekti. Kız nerden bilirsiniz deyince de «Nerden olacak, mahkeme dosyalarından!» diyecekti, «Bizim en iyi şairlerimizi önce basın savcıları bulur çıkarır, ebediyet dünyasına armağan ederler.

«Çöksene hemşerim,» dedi. «Yer yok» dedim.
«Hele dur, beyim, sana da bir yer buluruz! Uçak kalksın da...»
Demek hostesliği bizim şoför arkadaş yapıyordu:
«Biletler!» diye yeni vazifesine başlamıştı bile. Çıkardık, teker teker yırttı. Yolcu sayısı hoşuna gitme 'misti. Açık kapıdan seslemeğe başladı:
«Bursa bir iki, kalkıyor!» Koşarak bir yolcu daha geldi:
«Hiç de haber vermezsin!» dedi, «Hani evden alacaktın beni?» Hasan Efendi pişkin bir gülüşle:
«Akşama kadar üç seferimiz daha var. İstanbul'da bırakacak değilim ya seni!» dedi.
Sonra bize dönerek bağırdı:
«Sıkı durun, kalkıyoruz!»
«Pilotsuz mu kalkıyoruz?» dedim. «Merak etme, hepsi hazır! Sen gel bakalım şöyle yanıma!..»
Kapıyı bir iki kere hızla çekti, yanaşmadı. Cebinden çıkardığı bir iple sıkıca bağladı. Sonra, pilotun yerine geçti.
«Ay, pilot da mı sensin?» dedim. «Onun gibi biri şey» Eğer kapı iple bağlı olmasaydı kendimi atacaktım dışarı.
«Ne o!...», «Beğenemedin mi?» Can burnumun ucuna gelmişti: «Onun gibi bir şey» dedim. Güldü.

«Kablo kopmuş. Çakın var mı?» Bir çakı verdim. Kablonun üstündeki kauçuğu sıyırdı. Nerdeyse kanatlar suya değecekti. Yolcular bağırıp çağırmaya başlamışlardı. şoförden bozma pilotumuz kalktı ayağa: «Geçin yerinize!» diye bağırdı, «Yerinize geçmezseniz bırakırım onarmayı! Ne var ki, ne telâş ediyorsunuz!» Koyuldu işine. Kabloyu bağlamış, motörü çalıştırmıştı. Uçak yavaş yavaş yükseliyordu. Oooh!.. Kurtulmuştuk. Yol aldıkça sert bir lodos uçağımızı göğüslüyordu. Çeyrek saattir sıra kavakların üstünde demirlemiş gibiydik. Ne ileri ne geri!
Lodos biraz daha hızlansa uçak kıçın kıçın kalktığımız hava alanına kayacaktı?
«Usta!» dedim, «İneyim de dayanayım mı arkasından?» Can burnumun ucundaydı:
«Sen babanın... töööbe töbe!.. Sırası mı şimdi alayın be! şakanın da bir zamanı var!» Öyle ya! Her işimiz o kadar ciddiydi ki, sırası mıydı şakanın! Lodos mu
hafiflemişti, motor mü güçlenmişti, yerimizden kıpırdar gibi olmuştuk. Neyse geçmiştik kavakları. Bursanın minareleri görünmüştü. Birden zınk diye duruvermişti motor. şoförden pilot: «Stop!» dedi, «Bu sefer tamam! Benzin bitti!» Herkeste bir telâştır başlamıştı. Bizimki hiç oralı değildi:
«Ne var telâşlanacak be!» dedi, «Hava alanı olmamış da buğday tarlası olmuş, ne fark eder? Tarlanın sahibi düşünsün!»
Ama gene de yelken uçuşuyla Bakacak'ın üstünü tutturmuştu. Uçağın kıçı kayalara vura vura alana süzülmüştük. Uçak keseklerin üstünden çekirge gibi sıçraya sıçraya yürüdü, sonra zınk diye durdu. Pilotumuz bir Lindberg çalımıyla:
«Tamam, buraya kadar!» dedi, «Yandı paralar!»
«Kapının ipini çözdü, bir hostes nezaketiyle elimizi sıkarak uğurladı bizi:
«Güle güle sayın Bursa yolcuları! İstanbul'a hava kararmadan dönüyoruz! Sakın geç kalmayın!»
İstanbul'a dönmek haaa!.. Hem de hava dolmuşuyla öyle mi?...

Bir de kovaladığın kişinin yaşına bakacaksın. Bizim işimiz, daha çok onbeşle yirmi beş arasındakilerle... Daha yaşlıların çekiver kuyruğunu demişti. İnsanlar yaşlandı mı her rejimde kendi derdine düşmüştür, bırakmıştır toplum işlerini.
Genç olup da zıpır değilse, züppe, savruk değilse eğer, düş peşine, demişti şef, yüzünü kara çıkarmaz senin! Hele otobüste, vapurda delikanlı, cebine davranıp da kimseye duyurmadan «şebeke» dedi mi, bırakma peşini. Delikanlı nereye, sen de oraya! Yakalında rozeti var mı, elinde kitap taşıyor mu... Rozetten, kitaptan, hele hele konuşmasından hangi fakültede öğrenci, aç gözünü de öğren, demişti.

Arkadan gelen yakıcı bir güneş, önüme seriyor gölgemi. Genç adam gidiyor, ben gidiyorum. Köşeyi döndü, ben de... Hızlandı, ben de hızlandım. Birden durdu, ben hızımı alamadan yürüyüp geçtim genç üniversiteliyi. Halime acıdığından mıdır, nedir, geriden yetişip geçti önüme. Güneşi gene arkamıza alıp yürüyoruz. O gidiyor, ben gidiyorum. Sağa sapıyor, ben de... Sola saptı, ben de saptım. İleri!

Koşmaktan dilim dışarı çıktı. Yavaşlıyorum, o da yavaşlıyor. Ben yürüyorum, o da yürüyor. Taban tabana, iz ize yürüyoruz. Cadde boyunca yürüdük, meydanı geçtik. Yeni yapılan blok apartman arkamızda kaldı birden. Önüme bakıyorum, siliniverdi izinden gittiğim adam. Sağa mı saptı? Hayır! Sola mı saptı? Hayır! Önümde, ilerde mi? Görünmüyor hiç! Yer yarıldı da içine girdi? Öyle oldu zaaar! Kovaladığım kendi gölgem olmalı... Arkamda dağ gibi blok apartman. Bu apartman değil mi izlediğin genci yutan? Arkamdan gelen güneşi kesen, bu apartman çünkü. Yüreğim ağzımda izlediğim kendi gölgemmiş meğer! Önüne düşen kendi gölgesini kovalayan karikatür hafiyesi mi oldum ben! Aman, bunu yazmayayım rapora. şef canıma okur!

«Sayın yurddaşlarım!» diye başladı. Duyanlar, başlarını sesten yana çevirdiler. Bu kadar ilgi yeterdi ona! Bir iki öksürükle sesini ayarladıktan sonra üsteledi:
«Muhterem vatandaşlarım!»
Dil akımlarından haberi olan usta bir hatibe benziyordu. Hem yenileri, hem, eskileri memnun edecek bir başlangıç: Hem, sayın hem muhterem!..
Cebinden çıkardığı bir paket jileti kibarca parmaklarının arasına alarak kaldırdı havaya:

Biraz toparlansa, Baba şükrü çoktan sepetliyecekti öbür hastanelere... Ameliyat olacak güçte değildi ki Hacı, tutup taburcu etsin... Cin ifrit olduğu halde güleryüz göstermek zorunda kalıyor, yerine göre şakalaşmaya bile kalkışıyordu:
«Haydi hacı!» diyordu, «Biraz toparlan da koluna Mzıar Koğuşundan birini takıp taburcu edeyim seni! şöyle dişine göre bir hatuncukla beraber!»
Hacı'nın ağzında tek dişi olmadığına göre, koluna takılacak olan hatuncuğu gözümüzün önüne getiriyor, katılıyorduk gülmekten!

Doğru, biz körkütük olmaya gelmiyoruz buraya. Hem, böyle bir niyetimiz bile olsa, Barba'nın yarı yarıya sulu şarapları, ispirtodan sulandırılmış votkası, sidik gibi sıcak birasıyla buna olanak mı var sanıyorsunuz?
«Barba, bir Kavaklıdere aç!» diye seslenen arkadaş, bilir ki bu Kavaklıdere daha, çok önceden açılmış, içine belli bir ölçüde terkos karıştırılmıştır.
Barba, Kavaklıdere'yi raftan alır. Sanki daha iki üç saat önce eline almamış gibi, şişeyi, aydan aya yıkanan kirli bir bezle siler, tozunu alır. Dedikoduyu önlemek için, şişenin mantarını bilhassa bizden yana çevirir, tirbuşonu ustaca takar, bütün gücüyle çekermiş gibi dişlerini sıkarak açar. Oysa şişe bir toplu iğne ucuyla bile kolayca açılabilir durumdadır. O, tirbuşonu ne kadar zorlanır gibi ustaca çekerse çeksin, mantarın çıkardığı kof ses, her şeyi açıklar. Ama o gene hiç bozmaz:
«Mantarlar da bozuldu!» diye bir muhaliflik havası içinde savunmasını yapmış olur.
Arkadaşlardan biri, söz gelimi Metin, hani o akşam biraz efkârlı olup da tak tak beş altı bardak şarabı arka arkaya çekip hâlâ kafasında bir uyanma görmezse şöyle bir gevezelik yapabilir:
«Birader meyhane değil, Tuzla içmeleri! Biz buraya kafamızı bulmaya değil, taş düşürmeye geliyoruz!»
Bunun anlamını hiç kuşkusuz, Barba da anlar. Biz onu utandırmamak için, gene onun adına bir savunma yaparız:
«Her şey bozuldu! Terkos'un bile eski tadı kalmadı!» Onun en belâlı müşterisi Erdoğan'dır. Yıllardan beri Barba'nın bize kabul ettirdiği gelenekleri son kadehlere doğru, altüst eder. Hele son dakikada, hesap görülürken «veresiyemiz yoktur» kuralını yürürlükten kaldırıp atıverir.
Bununla birlikte Erdoğan öyle takmak için takmak ilkesini güden müşterilerden de değildir. Üç şişe yerine beş şişe parasını (Parası olduğu zaman) gözünü kırpmadan verebilir.
Barba da bilir bunu. Ona surat asması «kötü örnek olma» korkusudur.
Kim ne derse desin en itibarlı, ve eli açık müşterisi de odur.

Erdoğan bu içki konusunda bizden biraz farklıdır. Üç beş şişe açtırmazsa, kendisine gelemez. İkinci, üçüncü şişelerde, kekemeliğini unutacak kadar dilinin bağı çözülür. Dördüncü, beşinci şişelerde kekemelik geri döner, daha sonra da, ağzını kapatıp işarete döker işi. Saat dolunca, şişesini parafe ederek Barba'ya teslim eder. Ertesi akşam, tam bıraktığı yerden başlar. Bu şişe imzalamak yüzünden bakın Barba'nın başına neler geldi:

«Ço... Ço... Çocuklaaaar!», dedi, «Bu... Bu... Buuuu kadar tesadüf olur!..»
«Ne var? Ne tesadüfü?» mânasına başlarımızı çevirdik ondan yana.
«şu şişe yok mu, şu şişe...»
ş'ler adamakıllı birbirine karışmıştı. Yardım için:
«Evet, o şişe!» dedik.
«Hayret, bu kadar tesadüf olur...»
Memnundu, tam onyedi tatlı su sarhoşunu ağzının içine baktırmıştı.
«İşte bu şişe, tam üç akşam önce, benim huzuruma çıkmıştı. Bakın, üç günde depoya gitmiş, yeniden dolmuş, sonra dönmüş dolaşmış, şu memlekette bu kadar meyhane varken, yine Barba'nın meyhanesine düşmüş.»

Sinop'un bir köyünde bir dere üstüne devrilen ağaç, halk tarafından köprü gibi kullanılmaya başlanmış ve Ankara radyosu bu köprü için bir açılış töreni yapıldığını bildirmişti.

Öylesine bir köprü kurduk ki gören «pardon!» desin. Malzeme yerli, plân yerli, mühendisi, işçisi hep yerli. Öylesine bir köprü ki, beton desek değil, kârğir desek değil, dünyada eşi emsali yok. Bu, fennin son icadı, son model bir asma köprüdür. Şu Fahrettin Kerim'in rüyalarına giren asma köprüden. Görsün de çatlasın. Size yalnız böyle asma köprüler değil, metrolar da yapacağız, her şeyin zamanı var. Köstebeklerden yararlanıverin şimdilik.

Resimler gazetenin verdiği numarayla neşrolunacak. İsterlerse adımı da yazsınlar. Saklımız gizlimiz yok. Notu ister gazete versin, ister okuyucu. Ar yılında değil, kâr yılındayız! Bütün koşullar, güzellik kraliçeliğine girmeme tıpatıp uygun.

Çaresiz indik uçaktan.. Sarayın adamları sıra olmuşlar, davetli bekliyorlardı. Uzattım davetiyemi, Biri aldı eline. Hayretle:
«Vuzet Türk?» dedi.
«Türk!.. Ne olmuş?»
«Hani fes, şalvar, harem, nargile?»
«Müzede...»
«Çarşaf?»
«Demokrasiye giydirdik.»
«Külah?»
«Giydirilecek birini arıyoruz. Sam Amca'ya dar geldi. Herifci oğlunda kafa var.»
«Oralardan ne haber? Enflasyon?»
«Parayı kaldırdık piyasadan, enflasyon da kalktı.»

şunu açıklamak zorundayım önce: Ben, otuzyedisinden tam altı ay almış durumdayım yaş bakımından. Yani yerine göre otuz yedi, yerine göre otuz sekiz yaşındayım. Hatta bana bu kritik durum şu avantajı da kazandırabilir: Ben, işime geldiği zaman otuz beş, işime geldiği ya da gelmediği zaman kırkındayım.

«Kaç yaşındasın sen?» diye sordu.
Adamı şaşırtmak için:
«Elli!» dedim.
«Elli mi?»
«Neden şaştın? Çok mu genç gösteriyorum?»
«Yoo!.. İşte o kadar... Kırksekiz, elli...»
Ne içmek isteği kaldı bende, ne yaşamak...
O günden sonra, kim sorarsa sorsun, yaşımı doğru söylemeye karar verdim.

«Çok fark var...»
«Meselâ?»
«Var işte, yirmi yaş falan...»
«Falansız?»
«Ondokuz!»
«şekerim» dedim, «Farzet ki, ondokuz değil, otuz fark var. Ne olacak, yani, bir kusurumu mu gördün?»
«Görmedimse de görebilirim. Böyle kalacak değilsin ya!..»
«Canım sen de hep onsekizinde demirliyecek değilsin ya!..»
«Baksana bana...» dedi, «Senin emekli aylığın için evlenmiyorum ben seninle!»
«Haaa!.. Demek benimle evlenmeğe karar verdin öyle mi? Hiç de haber vermezsin!» Az sonra giyinip çıktı, bir daha da yüzünü görmedim ama ben, kim sorarsa sorsun,
yaşımın doğrusunu söylemeye karar vermiştim bir kere.
Kadınsız kalacak değilim ya, yaşıma uygun bir bayanla tanıştım bir çayda.
Sonra bir kahvede buluştuk. Bir meyhanede içtik. Herhalde, bir otelde de sabahladığımızı anlamışsınızdır.
Sabaha doğru, konuşacak bir şey kalmayınca, iş benim yaşıma geldi, dayandı. Yatak arkadaşım, yaşımdan ürkecek kadar küçük olmadığından, cesaretle:
«Otuz yedi!» dedim.
«Ne, otuz yedi mi?»
«Ne var ürkecek bunda?» Telâşla kalktı, giyindi:
«Ben jigololuk edecek yaşta erkek istemiyorum! Allahaısmarladık.» Artık şunu anlamış bulunuyordum:
İki tarafın yaşları denk olmalıydı!
Ama tam kendi yasımdaki kadını nerden bulacaktım ben! Nüfus cüzdanları asılı değildi ki boyunlarında. Yaşlarını bildiğim kadınlarla, yani çocukluk arkadaşlarımla tanışsam diye düşündüm... Bu düşüncem fena değildi. Hemen araştırmalara başladım. Buldum da... Hem de kaç tane... Ama kimi buldumsa kaçıyordu benden. Bana yaş üzerinde söyliyecekleri hiçbir yalanları olamazdı çünki. Yallah yallah, söyliyecekleri iki üç yıl onların işine gelmiyordu. Tam benim yasımdaki kadın (iki aşağı, iki yukarı) genç görünmek, küçük görünmek zorunda olan kadındı. Kaçıyorlardı benden, hem de yerden göğe haklı olarak! Onlar haklıydı ama ben de kadınsız kalamazdım.
Yeniden yaş konusunda bir prensip kararı almam gerekti. Hiç vakit kaybetmeden hemen aldım da:Tanıştığım kadına göre yaşımı ayarlamak! O yirmi beş mi, ben otuz... O kırk mı, ben elli... O, onbeş mi, ben yirmi beş!.. Eh, çok rahattı böyle... Yani oynak bir yaş taktiği uygulamak!
Ama bu taktiği uygulamak için ilk iş kadının yaşını öğrenmem gerekiyordu. Kadının yaşı yoktur ki, ne öğrenecektim? En büyük gerçeği işte o zaman öğrenmiştim: Kadının istediği yaş vardı, okadar. İşin hem güçlüğü, hem de kolaylığı buradaydı işte!

Gizli işlerini el etek çekildiği zamana bırakan ulularımız ne hikmetler savurmamışlardır ki etekler üzerine. Öyle hikmetler ki bugün yalnız anlamını değil değerini bile yitirmiştir, genç kuşaklar arasında. Bunlardan bir tanesi:
«Etek öpmekle dudak aşınmaz!»
Hem de kimin eteğini öpmekle!.. Bu öpülen kadın eteği olsa can kurban! Sen bu öğüdü, bugünün dikbaşlı delikanlısına gel de anlat bakalım! «Ben öpsem öpsem ancak mini etekleri öperim!» deyip ters ters bakarlar yüzüne.

Mektupları, Sezer Apartımanının kapıcısı Kırşehir'li Rıza Demir'in kızı Şazimet Demir (Hiç sakınca yoktur.) götürüp getirmekte iken... Bir gün ismi hiç lâzım değil bey, bakmış ki, şaziment, ismi lâzım değil hanımdan daha genç, hem daha güzel. «Hele mektup şöyle bir kenarda dursun!» diyerek genç kızla mercimeği fırına vermiştir.
Temiz Palas Apartımanının kapıcısı Mehmet'in karısı Zeynep bu kepazeliği haber alınca, doğru ismi hiç lâzım değil beye koşmuş, «Sen utanmıyor musun, gül gibi hanımı bırakıp böyle şıllıklarla mercimeği fırına veriyorsun?» diye çıkışmıştır. İsmi hiç lâzım değil bey bakmış ki Temiz Palas Apartımanının kapıcısı Sivas'lı Mehmet Çalışır'ın karısı Zeynep Çalışır Şazimet'ten çok daha güzel, «Doğru söylüyorsun!» demiş, «Aptallık bende. Sen dururken benim onlarla mercimeği fırına vermemde hiç mânâ yok! Bunun üzerine Zeynep'e bakkaldan bir kilo mercimek aldırtmış ve beraberce mercimeyi fırına vermişlerdir.
Bütün bu olup bitenleri öğrenen ismi lâzım değil hanım, ismi hele hiç lâzım değil beye giderek, kendisinden hâmile kaldığını, şerefinin iki paralık olduğunu, ne yapıp edip şerefinin fiyatını yükseltmesi gerektiğini yüzüne karşı haykırmıştır.

«Siz karınızın kaçıncı kocasısınız?» dedi.
«Efendim?»
«Yani bayan Carol'ün ilk kocası siz misiniz?»
«Ha, evet! Ben onüçüncü nişanlısı ve ilk kocasıyım!»
«Bu onüç rakamı?»
«Bana göre hava hoş. O benim onüçüncü nişanlım değil ki.»
«Çıplak filmlerini çekerken kıskanmaz mısınız?»
«Objektiften mi kıskanacağım?»
«Hayır, seyircilerden.»
«Nihayet gördükleri filmdir. Hem onları niçin, Martin'in güzel vücudunu
seyretmekten mahrum edeyim? Bu kaba bir bencillik olmaz mı?»
«Peki, İngilizler niçin karınızın filmlerini makaslıyorlar?»
«Ne anlar İngilizler kadından?»
«Ama Diana Dorst'tan anlıyorlar.»
«Demek daha güzel bir Fransıza tahammülleri yok. İngiliz gururu!.»

«Oh, oh! Memnun olduk. Bir sual daha: Filmlerde neden boyuna soyunuyorsunuz?
Sağuk alma tehlikeniz yok mu?»
«Sanat uğruna soyunduğum için üşütmüyorlar beni!»
«Kendiliğinizden de soyunduğunuz olur mu?»
«Kendiliğimden soyunduğumu hiç hatırlamıyorum. Hem soyunmak için önce giyinmek gerekmez mi? Ben böyle basın toplantısından basın toplantısına giyinirim. Toplantının sonu geldiği anlaşılıyordu:
«Bana Yeşilköy'de halk çok yakınlık gösterdi... Hele gazeteciler... Sizlere bu vesile
çok teşekkür...»
«Daha da fazlasını gösterebilirdik... Bugünlerde efkârlıyız da...»
«Sebep?»
«Biraz fazlaca hırpalıyorlar bizi...» Kalktı, hepimiz adına bir genç kızı öptü. Kocası da öpecek birini aradı ama, yüz bulamadı. Kol kola girip çıktılar.
Salondakiler öpülen genç kıza saldırmışlar, Martine Carol'un dudaklarının değdiği yeri öpmeğe çalışıyorlardı.

Abidin Beyciğim, çalış çabala, servet sahibi ol... sonra mektep yaptırıyorum diye, bu servetin altından gir, üstünden çık! Bunadı namussuzum!»
«İz'ansızlık, bu kadar olur işte!»
«İz'ansızlık değiiil, hayinlik! Başka adı yok bunun! Hayır, yani bunaklık demek istiyorum, aklî muvazenesizlik! Resmen bunadı bu herif! Bir dilekçe... Başla Abidin Beyciğim yazmaya! Konya'ya mektep yaptırmak haaa!.. Çok lâzımdı Konya'ya mektep! Gösteririm ona, Hanyay'la Konya'yı! Eğer Konya'ya mektep lâzım olsaydı, hükümet yaptıramaz mıydı! Sen hükümetten de mi zenginsin be!..

Abidin Beyciğim! Kanun var! Baba tozuttu mu, oğlu el koyar, babanın malına mülküne, alışına verişine. Öyle değil mi Abidin Beyciğim... Millî servetin heba olup gitmesine, göz yumar mı kanun hiç!?»
«Nasıl yumar Rıfkı Beyciğim!»
«Öyleyse biz de yummayalım, açalım gözümüzü! Yazalım dilekçemizi!»
«Yazalım Rıfkı Beyciğim!»
«Peki, ne duruyorsun hâlâ!»
«Yazmasına yazalım ama, kimdi bu bunak? Adı, Soyadı?»
«Adı batsın!... Adı Kâmil, Soyadı Dönmezer! Yâni babam! Babam olacak Eşek!
Babam olacak hayvan bu, bunak!.»
Murat Çetin
Paralı, itibarlı, imtiyazlı bir insan olmadığımı anladığım günlerde şöyle düşünmüştüm:
«Oğlum Azmi! Para sahibi olamazsın, para sahibi olamadığın için de itibar sahibi olamazsın! Geriye bir iyiniyet sahibi olmakla, imtiyaz sahibi olmak mı kalıyor. iyiniyet sahibi olsan bile, kimseyi inandıramıyacağına göre, ha olmuşsun, ha olamamışsın, hepsi bir! Kala kala bir imtiyaz sahibi olmak mı kalıyor? Bilmem kaç kuruşluk pulun başına gelir. Yaz dilekçeni, git tütüncüden dört de beyanname al.. O kadar. Meseret kahvesinde doldur, iliştir dilekçene. Dayan valiliğe, oldun bir gazetenin imtiyaz sahibi.. Gazeten ister çıksın, ister çıkmasın!»

Ben önde, memur arkada tuttuk cezaevinin yolunu. Çift kanatlı demirkapı, ziline dokunur dokunmaz açıldı, nöbetçi gardiyan: «Kim bu?» dedi. «Azmi Halktanır, teslim!» «Tamam!» diye imzaladı teslim kâğıdını. Ne imtiyazname aradı, ne nüfus cüzdanı, ne nüfus cüzdanında fotoğraf.
Bu gibi belgeler, ancak bankadan adına gelen beş doları almak için sorulurdu. Cezaevine girmek için ne gereği vardı bu ıvır zıvır şeylerin!

Ertesi gün hemen hepsinin gözleri gökyüzündeydi. Havada imama inat en küçük bir bulut yoktu. Çolak Recep:
«Gitti benim karatavuklar!» dedi. «şu kara talihime bakın. Tavukların en kararları da benim kümeste çıktı. Haci Hamdi'nin bütün tavukları benekli.»
içeri giren Durdu'nun Hasan:
«Kabardı geliyor!» dedi.
«Ne yandan?» diye içerdikler sordular.
«Asfalttan!»
«Asfalttan yağmur gelmez bizim köye. Senatûrler gelir!»
«icra memurları...»
«Kaymakamlar, valiler...»
«Yağmur gelmez!»

Akordiyon, saksafon, keman, ne varsa davuluna kadar, bir cayırtıdır gidiyordu.
«Mahvolduk!» dedi Oğlak Ali. «Ne bet kalır, ne bereket artık!» Gökyüzüne kalkan başlar, önlerine düşmüştü. Kara kara düşünüyorlardı.
Beatles'lerin bir twist'iydi bu çaldıkları. Kız erkek ne varsa, ingilizce bir şarkı tutturmuştu. Çolak Recep:
«Yağsa yağsa bundan sonra bu Devrimgören köyüne taş yağar!» dedi.
«Yalan da değil!» diye hak verdiler Recep'e. «Temiz bir sopa istiyor bu zıpırlar!»
«Hem de eşek sudan gelene kadar!» Çaldıkları havalar gittikçe oynaklaşıyordu.

Kahvenin önündeki kalabalık daha da artmıştı. Namazdan çıkan imam da cemaatini takmış peşine getirmişti. Çok ferahtı içi. Başarısızlığını örtecek bahane kendiliğinden çıkmıştı işte.. Artık kümesteki kara tavukları keser keser, gönül ferahlığıyla yiyebilirdi.
«Öğretmene haber gönderin de çıkarsın bunları ' köyden,» dedi, «Geceyi burada geçirirlerse değil rahmet, abdest alacak su bulamayız!»
«Taşlayalım!»
«Saygısızlık bunlarınki..»
«Dinsizlik!»

Dantelli mendilin sahibi bayan da boncuk boncuk terliyordu boyuna. Yerimi, iki çocuklu bayana mı vermeliydim, yoksa bu dantelli mendilliye mi ? Çocuklusuna versem, bir teşekkürle hesap kesilir biterdi alışverişimiz oracıkta... Ama bu dantelliyi yerime buyur etsem, öykünün sonu uzar da uzardı. şöyle bir baktım alıcı gözle, değer miydi öyküyü uzatmaya ?... Yok hayır ! Onun yarı buçuk güzelliği, çocuklu kadını ayakta daha çok bekletmeye hiç değmezdi ! Hem sıkılgan, ürkek bir bayandı bu otuzbeşlik, dantel mendilli kadın. Çok yorabilirdi beni, vaktimi boşuna harcatırdı ! Tam çocuklu kadına yer vermeyi düşünürken birden buyur edecek bir yerim olmadığını anlayıvermiştim! Ayağımın ikisini birden yere basmam, kendimi bir yer sahibi olmuş saymamdan ileri geliyordu. Güldüm kendi kendime.

Çok sınavlar geçirdim, çok karakol, mahkeme gördüm, soru'nun, sorgunun her çeşidiyle karşılaştım ama, şu ev sahiplerinin, adamın beynini allak bullak eden soruları gibisine hiç rastlamadım. Ev tutmak, ev kiralamak zorunda mı kaldınız...
Diliniz dolaştı da ağzınızdan uygunsuz bir sözcük kaçırdınız mı, kara kışta sokak ortasında kaldınız demektir. Karakolda istediğiniz kadar saçmalayın, hiç zararı dokunmaz size. Aksayan yani er geç mahkeme'de düzelir. Mahkemede zırvalasanız bile, işin temyizi var, karar düzeltmesi var... Ev sahibi:
«Hayır, evimi size veremem!» dedi mi, lamı cimi yok, sokakta kaldınız demektir. Ne yaparsanız yapın, kapısından içeri bir adım atamazsınız... Değil adım atmak, göz bile atamazsınız, bir daha!
«Evet banyo yüzünden... Vakitli vakitsiz, seni teknede görmek deli ediyor beni.»
«Sudan hoşlanıyorum ben. Kimse mani olamaz bu zevkime!»
«Ömrün banyoda geçiyor, ördekler gibi!»
«Yapamam sudan hoşlanmayan erkekle!»
«Yapamazsan ayrılırız!»
«Ayrılırsak kıyamet kopmaz ya!»
«Bir deneriz.»
«Hemen deneyelim, ne duruyoruz!»
«Hemen!»
«Gidiyorum annemlere.»
Tülin kalktı, üstündekileri çıkardı. Atışmayı mutfaktan izleyen hizmetçiye seslendi:
«Kız Seher, leş gibi rakı kokuyorum, annemin evine de böyle gidecek değilim ya. Yak şu banyoyu!»

Senarist sordu:
«Pekiii..» dedi. «Dün ne oldu, neye karar verdiniz?»
«Neye mi karar verdik? Tam bir haftadır arkadaşlarla meyhanede, sinemada, tiyatroda evlerde teker teker konuşmalar yaptım. Hepsi de toplantıya geleceklerdi. Hele bizim Zülfü Kanat.. Göğsünü yumrukluyor, ah, diyordu, önce bizim film yapımcılarından başlayacağım işe, ağzıma geleni söyleyeceğim. Kim imzalamazsa imzalamasın, Başbakanlığa protesto telgrafı çekeceğim. Sansür heyeti, ne zamana kadar eserlerimizi linç etmekte ısrar edecek, diye soracağım. Hadi diyelim ki, sansür heyetini gerekli görüyorsunuz. Mutlaka aynı adamlar mı kalacak bu heyette. Bir tanecik de sinemacı karışmayacak mı aralarına?» Senarist sordu:
«Peki, Kayhancığım, ertesi gün bu arkadaş toplantıda nasıl konuştu? Protesto telgrafı için imza toplayabildi mi?»
«Zülfü Kanat mı?» «Evet!»
«Herkesten önce geldi. Sinirli sinirli geçti yerine. Bizim çocuklar toplanmağa başlayınca, eğildi kulağıma “çok onemli bir işim var. üzülerek söylüyorum, toplantıya katılamayacağım. Hemen gitmek zorundayım.” Ağbi, dedim, gitmezsen olmaz mı? Çok, çok üzgünüm, kalamadığım için dedi. Haydi sizlere başarılar dilerim, aman boyun eğmeyin sakın onlara!.. Sen hiç merak etme ağbi dedim. Yürüdü gitti.

«Çok geçmeden Zülfü'nün adamlarından Turhan var ya! Çekmiş kafayı Çiçek pasajında... Fitil gibi geldi. Nerde onlar, dedi. Bizim kafadarları arıyormuş meğer.
Gittiler, dedim. Çok önemli işleri varmış da..»
«Çok önemli işleri mi varmış, diye baktı yüzüme. Peki, dedi, bizim şu yoğurtlar ne olacak? Ne yoğurdu bu, dedim. Elinde üstüste bağlanmış iki kutu yoğurt vardı. Kâğıda sarıldığı halde, belli oluyordu dışardan. Bu sefer ben sordum ona, ne olacak bu yoğurtlar, diye. Ne mi olacak, Çılbır yapacaktık, demez mi!»

«Ya, böyle üstadım, çok önemli işleri varmış! Turancığım, merak etme dedim, bir kesekâğıdı yumurta vardı Zülfü Kanat'ın elinde. Hiç durma, seni bekliyordur evde!
Kalktı, hadi, eyvallah dedi. Yürüdü gitti .Peki dostum, sen neye gelmedin o gün toplantıya? Hadi onlar çılbıra gittiler!»
«Ben mi?» dedi. «Ben de davetliydim, o gün çılbıra. Valla kardeşim, Turhan öylesine bir çılbır yapıyor ki parmaklarını yersin!»

«Ne diyorlar yani?»
«Basılacak diyorlar yedi numara!» Hacı Nuri Efendi keyifli keyifli güldü:
«Peki basılacakmış da hâlâ bu apartımanda ne halt etmiye oturuyorlarmış?
Namussuzluk yedi numarada değil, yedi yüz lirayla kaloriferli kız gibi apartımanda oturanlarda... Ulan, hadi diyelim ki bu karı içeriye erkek alıyor, namussuzluk ediyor, daha ne duruyorsunuz. Bırakıp çıksanıza! Bak Mehmet Ali Efendi; bu apartımana girenin çıkanın yapışacaksın yakasına bundan sonra. Karakolun emri var, çıkar hüviyetini diyeceksin! Takılacaksın peşlerine. Defolup gitsinler. Hepsi eski kiracı bunların. En kabadayısı sekizyüzden oturuyor. Bir çıksınlar, elimi öpene veririm bin liraya! Aç gözünü!»

Bir gece mahallenin beklediği baskın da bütün inceliklerine kadar uygulandı. Yedi numara altı aylığına mühürlenmişti.
Nuri Efendi küplere binedursun, kiracılar rahat bir soluk aldılar. Ne oldu ise arada Mehmet Ali Efendiye olmuştu. Yedi numaranın Aysel'i hemen ertesi gün çaldı kapıcının zilini, karakoldan değil de sanki plajdan geliyormuş gibi taptazeydi:
«Al şu altı aylık kirayı Mehmet Ali Efendi!» dedi, «Ben altı aylığına İzmir'e gidiyorum... Sekiz yüz liradan eder, şu kadar lira... Götür şu kontratı Hacı Efendiye, imzalasın!»
«Ya kapıcı parası» diyecek oldu.
Aysel cilveli bir gülüşten sonra:
«ilâhi Mehmet Ali Efendi!» dedi, «Kapıcı parası ha! Kapısı mühürlenmiş bir daireden kapıcı parası istenir mi hiç! Ne yüzle istiyorsun anlayamadım. Aç gözünü demiştim sana, sen zararlı çıkarsın sonra... Görüyorsun ya, dediğim oldu.. şimdi gel hesaplayalım. Seksen liradan eder şu kadar lira... Hediyeler, bahşişler de cabası!»
Mehmet Ali Efendi yutkundu yutkundu, hiç bir şey diyemedi. Tırmandı dördüncü kata. Dokundu Hacı Efendinin ziline:
«Yedi numaranın Aysel'i gönderdi bunları!» dedi, «Sekiz yüz liradan altı aylık kira, eder şu kadar lira... şu da konturat...»
Hacı Efendi:
«Neymiş acelesi!» dedi, Hacı «Ondan altı aylığını birden istiyen mi var kiranın!»
«İzmir'e gidiyormuş da altı aylığına!» «Hey anam!» dedi, «bir şu yedi numaranın Aysel'ine bak, bir de öbür dairelerdeki kiracılara! Kirayı söktürünceye kadar akla karayı seçiyorum. Hem de beşer, altışar yüz liradan... Gördün mü namuslu karıyı, aşkolsun şu yedi numaranın Ayseline! Dürüst karı vesselam!»

işte böyle evlenir, bir oğlan dünyaya getirir, büyütür, okula yollar. işte böyle, aşk mektuplarını da ona yazdırır!
Bir gün herhangi bir baba oğluna şu soruyu sorarsa:
«Oğlum, okula gidip de ne yapacaksın?» şu cevabı alırsa hiç şaşmasın: «Anamın aşk mektuplarını yazacağım!» Böyle bir cevapla karşılaşmamak için öğüdümüz: «Kızının da büyüyüp aynı duruma düşmesini istemiyorsan hemen onu yazdır okula! Yazdır ki ilerde oğluna aşk mektubu yazdırmanın ayıp olduğunu öğrensin okulda!» OKUMA YAZMA ÖĞRENiP DE...
«Kız evlat, ne yapacak okula gidip de... Mahalle delikanlılarına mektup yazacak değil mi?»
Gitmezse ne yapacak? Büyüyüp evlenecek, çoluk çocuk sahibi olacak. Mahalle delikanlılarına değil de istanbul'daki sevgilisine mektup yollaması gerekince... Ne mi yapacak?...
«Gel oğlum!» diyecek, «Otur şöyle yanıma da yaz bakalım! Bir tanem, sen gittin gideli izmir bana dar gelmeye başladı. Seni düşünmekten gözüme uyku girmez oldu. Sen istanbul'da plajlarda yaşarken... Ben ömür törpüsü kocamla...»

«Ormanlarımız yanıyor, ne dersin üstad ?» dedik.
«Yalan !» dedi. «Kaldı mı ki yansın ? Söyledik kaç senedir, dinletemedik. Bugünler için de bir iki kök ağaç bırakın !

Hop oturup hop kalkmağa başladım. Dayanabilirsen, dayan! Kızı da tiyatroyu da unutmuştum. Yavaşça kalktım yerimden. Artık bu işi kökünden ve dibinden halletmenin sırası gelmişti. Helayı bulacak kadar fransızca biliyordum. Sahnenin yanındaki , kapıdan tuvalete geçtim. iki üç basamaklı bir merdiven çıktım. Loş bir oda vardı önümde. Bir aralıktan daldım içeri. Tuvalete benzer bir şey yoktu ortada. Yalnız büyük bir palmiye saksısı duruyordu.
Ne olursa olsun, diye yanaştım. Meselenin küçüğünü olsun çözmüştüm. Oooh!.. ferahlamıştım artık!. Geldim, yavaşça yerime oturdum.
Madmazel, dedim, je vu pri, gerisini anlatır mısınız ?
Valla, dedi, ben de bir şey anlayamadım. Kadın aşığını beklerken biri girdi sahneye. Sonra köşedeki palmiyeye yanaştı. Affedersiniz... Sonra da... Yalnız, şu var ki, çok başarılı, çok natureldi bu aktör.
Ben bazı şeyler anlar gibi olmuştum. Alacakaranlıkta şöyle sağıma, soluma, ilerime, gerime bir göz atacak oldum. Kime baktımsa gözü bendeydi. Seyirci kaçmayı düşünürken, solumda, oturan direktör kılıklı bir mösyö yavaşça doğrularak :
Sizi tebrik etmeme müsaadenizi rica ederim, dedi : şu kadar yıldır bu Komedi Fransez'e devam ederim, böylesi bir aktörle ilk defa karşılaşıyorum !
Ben mi aktörüm, dedim, Ohhhooo ! Siz aktör görmemişsiniz. Bizim Vasfi'yi görseniz, deliye dönersiniz !
Önümden arkamdan eller uzanıyor, tebriklerin sonu gelmiyordu.
Bir aktör bukadar naturel olabilir.
Büyük bir kompozisyon yarattınız, üstat!
Büyük bir kreasyondu doğrusu.
Yalnız şuna aklım ermedi... Palmiye'nin dibini doldurup taşıracak kadar sermayeyi o anda nasıl buldunuz ?
Bu cahile ağzının payını verdim hemen:
Cahil! dedim, Sanat bir birikimin bir anda boşalmasıdır. Ben munkabız sanatçılardan değilim.
Arkamdan saygıyla ürkek bir elin dokunuşunu hissettim :
Breht'i sever misiniz üstadım? diyordu gözlüklü bir delikanlı.
Çok severim, dedim. Hatırlıyamamıştım, kimdi bu Breht.

Pardon, dedim, hela nerdedir. Adam aval aval baktı suratıma. Ben : Kabine yani ?
Anlamıştı. Demek onlarda da kabine ayni manaya geliyordu. Yarım saatlik bir yol tarif etti. Benim durup dinleyecek halim yoktu ama nezaket de ölmemişti ya...

Bütün çabalan seçim listesinin üst başında yer alabilmek için.. Saman altından su değil, memleketi yürütebilmek için nelere, ne cambazlıklara başvuruyorlar... Seçim sonrası ceplerine girecek paraya karşılık ne yatırımlar yapıyorlar şimdiden kim bilir!
Kimisi arttırmalara giriyor, kimisi eksiltmelerle... Ama bir sporcu yürekliliği ile açıktan açığa değil de sinsi sinsi...
şu Millî Korunma Kanunu'nun etiket koyma zorunluğu yeniden çıksa da herkesin yakasına çengelli iğnelerle tutturulsa değeri! Anlayıversek kendilerine binlerce lira paha biçmeye kalkışan aslanların kaç para ettiklerini, bir bakışta!

Futbolcu Metin, bir ayak adamına yakışmayan, tam kafa adamı işi bir lâf etti:
«Futbol beni bırakmadan...» dedi, «Ben futbolu bırakmalıyım!»
Kendisi için olduğu kadar, çaptan düşmüş çok kişiler için de tam yerinde edilmiş doğru bir söz!

«Eğer seçilirsem...» diye başlayan nutuklar atacaklar, «Size yüzme havuzları yaptıracağım, enginar fabrikaları açacağım, keçiboynuzu yetiştirmeye hız vereceğim!» diyeceklerdir. Kentleri dolaşacaklar, köyleri harmanlayacaklardır. Seçilecekler, Meclise de girecekler, Bakan, Başbakan, Hükümet, Devlet, en sonunda Muhalefet Başkanı bile olacaklardır. Olsunlar, olmasınlar demiyoruz ama, tam vakti gelince de bir futbolcu Metin olabilseler...

Yüzsüzlerden çok, ikiyüzlülerden çekinmişiz. Yüz verirsek astarını da isteyeceklerinden mi ürkmüşüz kim bilir?.
Hele dilimizi tutamayıp ileri geri konuştuğumuz günler, arkasından atıp tuttuğumuz kişilerle yüzleşmekten kaçmışız. Güleryüzlü dostlarımızı, sevgililerimizi yüzüstü bırakıp gitmiş, yüze gülüp geriden kuyumuzu kazanların arasına düşmüşüz. Kimimiz fazla yüz verirsek içyüzümüzü de kurcalamaya kalkarlarsa diye, daha hesaplı bulmuşuz asık yüzlü durmayı.
Yüzyüze yüz sevap, elele elli sevap diyen kimi yobazlar, ne yüz sevabı hak edebilmek için sevdiklerinin yüzlerine yüz sürebilmişler, ne de elli sevabı hak edebilmek için dostça, insanca elele verebilmişlerdir. iyiliğe, dürüstlüğe yüz çevirmekten, ilerici, devrimci kişilerin ölüsüne bile sövmekten büyük çıkarlar sağlamayı düşünmüşlerdir, yüzeyde kalan inanışları yüzünden!

«Son aylarda attığı her ters adımla partimizi takviye eden, muhalefet saflarımızı sıklaştıran ve yarına olan güvenimizi artıran Menderes'e saygılarımızı bildirelim. Kabul mü?» Teklif oybirliğiyle kabul edildi. Oturum bitmişti.

«Bakın sayın yolcular! Tren çok kalabalık. Hepinizin iki ayağını birden yere basmanız imkânsız.»
«Evet imkânsız!»
«Kolayı var... Çatal matal kaç çatal oynayacağız. Herkes birer eş tutsun... Ben emir verir vermez, kilosu ağır, ensesi kalın olanlar, önündeki ince kıyımların sırtına atlayacak.»
«Nasıl olur? ince kıyımların ensesi kalınların sırtına binmeleri gerekmez mi?»
«Bırakın solculuğu! Neden gerekirmiş? Burada önemli olan yerimizin darlığı değil mi? Zayıflar alta yatar da, iri kıyımlar sırta binerse yerden kazanırız. Başka türlü sığışamayız ki... şimdi ben, çok iri kıyım olan arkadaşın sırtından inip daha az yer tutan bir yolcunun sırtına bineceğim.»

«Siz de sağolun! Bütün memleket sağolsun. şimdi asıl oyuna geçiyoruz. Çatal matal kaç çatal oyununa. Biliyorsunuz bu oyunu herhalde.» «Biliyoruz.» Sırttakilerden biri:
«Biliyoruz ama...» dedi, «Siz gene anlatın. Alttakiler de anlasın... Kolay kolay anlayamaz onlar.» «Evet arkadaşlar, anlayamaz onlar!» «Oyunun bilimsel yönü aydınlansın ilk önce.» «Talim terbiyeye havale etsek...» Altta yatanlardan sızıltılar geliyordu: «Yahu bu oyunun adı uzun eşek oyunu değil mi?» «Höööst! Ağzını topla, eskidendi o!» «Canım halk arasında böyle denmez mi?» «Denmez!»
«Uzun eşek olmamış da bayağı eşek olmuş. Biz yükün altına girecek olduktan sonra!» «Bırakın bozgunculuğu!» «Eşeklik her yerde eşekliktir.» «Eşeklik aynıdır ama, binicilik değişir. Öylesine ustalıklı bineceksin ki, kimsenin beli incinmesin!. Soruyorum size, beli incinen var mı?» «Biraz nah şuralarım...» «Dizlerim bükülüyor!» «Benim sol ayağım hafiften...» «Susturun şunları. Daha beş dakika oldu yerîmîze geceli. Gelelim oyunun kurallarına...»
«Biliyoruz oyunun kurallarını! Başlayalım artık!» «Dur hele! Acelen ne, başlarız! Kuralları bir inceleyelim! Önce Anayasa komisyonuna havale edeceğiz. Kanunlara aykırı bir oyun oynamadığımızı size inandırmak için...»
«Bu oynadığınız da bir başka oyun sizin. Yutmayız biz! Heeey, altta kalanlar, ezilenler... Uyuyor musunuz be? Oyuna getiriyorlar, bırakın eşekliği!»

«Uzatma, başla artık!»
«Aceleniz ne?.. Bakın az önce birbirinizin ayaklarını çiğniyordunuz. Var mı ayakları ezilen, parmakları çiğnenen?»
Üsttekiler:
«Yoook.»,
«Gördünüz mü, nasıl huzur getirdik şu trene! Buna özgürlük denir işte. Artık gönül huzuruyla başlayabiliriz asıl oyuna!.. Belki oyunu bilmeyenler vardır...»
«Biliyoruz, hemen başlayalım!» Üsttekiler:
«Biz bilmiyoruz, anlat! Uzun uzun anlat ki haksızlık olmasın!»
«şimdi ben bir elimle altımdakinin gözlerini kapatırken...»
Kahraman:
«Hangi elinle kapatacaksın, anlayamadık.»
«Söz gelimi, sol elimle kapatırken, sağ elimi kaldıracağım havaya. Açacağım parmaklarımdan birini, ya da ikisini, üçünü de açabilirim istersem, dördünü de...» Üsttekilerden biri:
«Beşini de açabilir misin?»
«Evet açabilirim arkadaşlar! söz gelimi, açıyorum işte! Sol elimle de kapatıyorum gözünü altımdakinin.»
Üsttekilerden biri:
«Bu kuralda yanlışlık olacak galiba.. Gözlerin sağ elle kapatılması daha doğru olurdu. Sağ elle kapatılmalı.»
«Çatal matal komisyonuna havale edelim bu meseleyi.»
«Hangi komisyona dedin?» «Uzun eşek!..»
«Önce Anayasa komisyonuna havale edelim.'» Üsttekiler:
«Edeliiim!...
«Komisyondan çıkana kadar durumu muhafaza etmemiz gerek. Ne olur ne olmaz, belki yanlış bir iş yaparız... Herkes yerinde sıkı dursun!» Alttakiler:
«Başlayın artık.' Taşıyamıyoruz sizi! Uzun ediyorsunuz. Uzun eşek oynuyoruz dedikse, bu kadar uzasın demedik.»
«Peki, peki, başlıyoruz.' Kuralı tekrar edeyim: Önce sağ elle gözler kapanacak. Sonra sol el havaya kaldırılıp parmaklardan ikisi, üçü açılacak... Ya da beşi... Söz gelimi böyle işte!.. şimdi soruyorum. Yalnız cevabı, bindiğim vatandaş verecek!... Yanlışlık istemem. Soruyorum! Çatal matal kaç çatal?»
«Dört!»
Altta yatanlar:
«Tamam, bildi! Atın sırtınızdakileri!» Toraman:
«Oyuna henüz başladık! Ben size nasıl oynanacağını gösteriyordum. Arkadaşlar, sakın kimse inmesin.»
Alttakiler:
«Oyun başlamıştı. Mızıkçılık yok!» «Başlamamıştı.»
«Başlamıştı. Kapatmıştın gözümü de sormuştun bana!»
«Zaten kapalı değil miydi gözünüz canım?» «Atın sırtınızdakileri!»
«Kim bu bozguncu!.. .Poliiis!. Toplum polisiiii.» «Bildik, ineceksiniz sırtımızdan!»

Kapadım altımdakinin gözünü, soruyorum! Çatal matal kaç çataaal?»
«Üç!»
«Bildi! inin!»
«Üç değildi arkadaşlar!»
«Üçtü!»
«Siz söyleyin üsttekiler, üç müydü, beş miydi?»
«Beşti!»
«Üçtü, üç! Atın sırtınızdakileri! Çöktü omuzlarımız. Hooop! Güm!.. Bu herifler insan değil, insan azmanı! En zayıfı doksan kilo! Haydi bakalım, biraz da siz taşıyın bizi!»
Toraman çekti altındakini bir yana:
«Sen onlara uyma!» dedi, «Gel, altımıza bir koltuk bulalım! şimdi gir koluma da beni zaptetmeğe çalış!»
Kahraman da öbür koluna girerken sordu:
«şimdi ne olacak sayın usta?»
«ikinci oyuna geçiyoruz. Ben deliyim şimdi, düpedüz deli, anladınız mı?»
«Yani, açıklama sırası geldi mi artık?»
«Dinle. Kahraman! şimdilik deli olacağım ben! Sen de zaptetmeye çalışacaksın! Bir iki kişiyle zaptolmam ben! Bak yolcu arkadaş, bize bilet alan hayır sahibi!..» Yakalanmıştık Toraman'a. iri, tombul elleri yakamdaydı:
«Sen de gir öbür koluma!» dedi. «Sıkı tut, hah şöyle!.. Diyelim ki ben bu tarihten itibaren deliyim. Zaten bu ortamda delirmemek için de sebep yok!»
Kahraman söyleniyordu boyuna:
«Uf, uf, ufff!.. Gitti nasırım!... Biraz müsaade baylar!...»
«şimdi nasırına dedirteceksin!» dedi, öfkeyle, «Yorgunluktan kırılıyor ayaklarım!
Koltuk isterim ben.' Birinci mevki olsun! Çekin sürükleyin beni!»
Ben önden çekiyordum, o geriden dayanıyordu. Tek parmak, tek parmak daha...
«Baylar, hasta var! Bir saniye baylar! Tozuttu son günlerde. Zıvıttı baylar! şöyle biraz... Lütfen baylar...»
Kızmıştı Toroman:
«Sizin bir şey yapacağınız yok. Tanıtayım onlara kendimi!»
Önüne ilk rastlayanın sırtına atladı: «Çatal matal kaç çatal!» diye sordu.
Bütün trendekiler alışmışa benziyordu bu demokrasi oyununa.
«Söyle!» diye üsteledi Toraman, «Çatal matal kaç çatal?»
«Bilirsem ne olacak?» diye sordu alttaki. «Vatandaşlık görevini yapmış olacaksın!»
«Ya bilemezsem?»
«Bilemezsen de aynı şey! Canım isteyip de bir daha sorana kadar beni taşıyacaksın!»
«Yani eşeklik sürüp gidecek, öyle mi? Uzun eşeklik...»
«O nasıl söz? Beni sırtında taşımak neden eşeklik oluyormuş? şereftir, şeref!»
«Bilirsem şeref meref tanımam, indiririm haaa!» Kapıdakilerden biri:
«indirmekle kalmaz, bu sefer biz bineriz!» «Sen ne karışıyorsun?»
«Ha o, ha ben! Halk değil miyim? Uzatma! Zaman kazanıyorsun bizi lâfa tutmadan sor, hadi!» «Ne soracaktım, unuttum!» «Çatal matalı soracaktın!»
soralıım, sayın vatandaş! Çatal matal kaç çatal?»
«Beş!»
«Bildi, in aşağı!»
«Olmaz, birisi kulağına söyledi! Tahrik var!»
«Ben kendim bildim! Kimse söylemedi kör olayım!»
«Öyleyse aferin sana, bildin demek!» Yolcular hep birden bağırdılar:
«Bırak aferini de in sırtından!»
«Canım, size ne oluyor!»
«ineceksin! Kaydır sırtından şunu be! Sen de amma meraklıymışsın eşekliğe. Bildin işte!»
«Bildim, in artık efendi!»
«Aferin dedik ya!»
«in diyorum sana!»
«Canım, ben inersem başkası binecek değil mi?»
«Geçti, bindirmem kimseyi!»
«Peki, bir daha soracağım. Bu sefer de bilirsen inerim!»
«Kandırıyor, dinleme! Haydi arkadaş. Hooop. Güüüm!»
«Hah, böyle olacak işte!»
Sırtındakini kaldırıp atmıştı ama Toraman'ın ayakları bile yere değmemişti.
Kahraman lâstik top gibi kapmıştı havada. Ama Toraman hâlâ adamın sırtına tırmanmak istiyordu:
«Atamazsın beni! Nasıl atarsın? Ben senin isteğinle çıktım! Ben sandıktan çıktım!»
Baktım iş uzayacak, ben karıştım işe:
«Görüyorsunuz ya, hasta bu adam.» dedim, «Üşütmüş!»
«Doğru! Bunaldım havasızlıktan!»
«Tozutmuş işte!»
«tozunu silkeleyelim de aklı başına gelsin!»
«Peki, pencerenin önüne geçeyim de silkeleyin bari!»
«Pencere açmak yasak!»
«Neden yasakmış?»
«Toz gelir dışardan!»
«Ne tozu be?»
«Süt tozu!»
«Çocuklarımız ishalden kınlıyor!»
«Süt tozu gelir ama, yerine kendi tozumuzu veririz!.»
«Yani davul tozu, öyle mi?»
Her kafadan bir ses çıkıyordu. Toraman'ın sırttan inince rahatı kaçmıştı.
«Koltuk isterim pencerenin önünden!» diye tutturmuştu. Köşede oturan pos bıyıklı bir ihtiyar:
«Sayın vatandaşlar!» dedi, «Sanıyorum ki bu bay iki kişinin himayesinde yola çıktığına göre pek tekin bir zata benzemiyor. Masuniyetinize bir tecavüz vaki olup da can ve mal emniyetiniz haleldar olması ihtimallerini nazarı itibara alarak...»Birden kompartımanda bir kaynaşmadır başladı.
«Doğru! Boğar bu adam bizi! Çıkın dışarı!..» Hüryaaa!
Çıkanların yerine iki kafadar geçip oturdular. Toraman tanımış olacaktı bu pos bıyıklı, kös dinlemiş ihtiyarı:
«Sen misin babalık?» dedi, «Gözlükçüden mi geliyorsun?»
«Bak hele, tanıdı beni!.. Beni tanıdığına göre de...»
«Seni kim tanımaz babalık! Atina'yla Paris tanıdı seni! Devlet gibi adamsın!»
«Benimle bir işin var galiba!»
Kurtuldum artık.»
«Ooooh, çok memnun oldum!» Sonra bize döndü ihtiyar:
«Sakın üstüne varmayın!» dedi. «Ne derse he deyin! Haydarpaşa'da polise teslim edersiniz, o nereye kapatırsa kapatır?» Toraman işkillenmişti:
«Polise mi dedin? Ne polisi! Her koyun kendi boynuzundan asılır. Kardeşlerimden bana ne?»
«Neler söylüyorsun sen be!» Yeniden bize döndü ihtiyar:
«Bakırköylük tam!..» dedi, «Siz zahmet etmeyin, verin polise o götürsün!»
Eğildim, Toraman'ın kulağına fısıldadım:
«Sen saçmalamağa devam et! Bak, yuttu ihtiyar!»
«Peki! Sayın vatandaşlar! Her oy bir dolar! Her dolar onbeş kâğıt, karaborsada. Eğer dolar ayarlaması olursa siz kâr edersiniz. Doların değeri nerde düşerse düşsün, bizde kalkar. Memlekette dolar tehlikesi yoktur, mark tehlikesi vardır. işçilerimiz o kadar çok mark soktular ki içeri, bütün memleket nerdeyse marksist olacak. Bu tehlikeyi önlemek için markları bozup marksistlerin canına okuyacağız!. Her tarafta bankalar açtık. Nedeeen? Onların marklarını bozmak için! Bize gelince, bozulmayacağız arkadaşlar. Bozulmak yok!»
Dinleyenler bağırdılar kapıdan:
«Bozull!»
«Bozulmak yasak!.»
«Bozullll!»
Eğildim kulağına Toraman'ın:
«Millet böyle istiyor, bozuluver canım, sen de!..
bir saatin sayılamayacak kadar faydalar vardır.»
«Biz guguklu saat değiliz bozulacak. Biz elektrikli saatiz, tıkır tıkır işleriz. Ancak ceryan kesildikçe bozuluruz!»
«Hayırrr! Siz şimendifer saatisiniz. Kurmadan işlemezsiniz!»
«Ne olursa olsun bozulmayız biz!.. işledik bugüne kadar, bundan sonra sizleri de işleteceğiz! Amacımız memleketi bir şantiye haline getirip... türkün gücünü...»
«Bütün kapitalist memleketlere göstereceğiz!» «Avusturya'dan Avustralya'ya kadar!...»
«Dünya gücümüzü tanımadıysa tanıyacak bundan sonra!.. Bizim acı kuvvetimizi sayın vatandaşlar! Bizi tanımayanın, ya aklı yok, ya markı!..»
izmit'e girmişti tren. Kahraman, yanındaki Toraman'ın kulağına eğildi:
«Haydi Beyefendi, hoşça kalın!» dedi, «Bekliyorlar istasyonda. Buraya kadar sağ selâmet geldik işte! iyi yolculuklar bundan sonra!..» ihtiyara döndü: «Hastamız size emanet!» Kızmıştı kös dinlemiş ihtiyar: «Bana ne sizin delinizden!» diye gürledi.
«Ben restorana gidiyorum! Benim derdim bana yetiyor, bir de sizin delinizle mi uğraşacağım!» Kahraman bana döndü bu sefer de: «Geç benim yerime arkadaş!» dedi, «Haydarpaşa'ya kadar yokluğumu belli etmezsin! Vapurda yer bulamazsanız gene başlarsınız çatal matala! iyi yutturuyor bizim Toraman doğrusu... Haydi eyvallah!