Murat Çetin
Orta Doğu'da devam eden savaş Afganistan'da başlamıştı ve Afganistan'da henüz sona ermeden, Irak'da savaşın ikinci cephesi açılmış oldu.

Krizin yarattığı en büyük tahribat, Türkiye Cumhuri- yeti'nin yurttaşlarının beyinlerinde ve yüreklerinde meydana gelen tahribattır. İnsanımız, ülkesine, devletine, geleceğine ve kendisine olan güvenini yitirmektedir. Türk Devleti ve halkı bir irade zaafı süreci içerisindedir. Genel bir kötümserlik ve yılgınlık havası Türkiye'nin üzerini ve Türk insanının yüreğini kaplamıştır.

Türk iş adamı krizin ağırlığı altında ezilmiş, millî kimliği silikleşmiş, özgüvenini ve ülkesine olan güvenini yitirmiştir. Türk iş dünyası yaşadığımız sorunların, çürümüşlüğünün farkında olduğu Türk siyasal eliti tarafından halledilemeyeceği inancı ile başka bir yönetici elit arayışı içine girmiş ve Avrupa Birliğini (AB) yeni yönetici elit olarak görmeye başlamıştır. Türk iş dünyası, büyük bir hayal kırıklığı içinde fabrikalarında üretime son verip veya fabrikalarını devredip, AB sermayesinin Türkiye'deki acentası, süper market yöneticiliği görevini üstlenmeye büyük bir istek göstermektedir.

Artık, birçok insanımız için Türkiye'nin geleceğine inanç, bu ülkenin kendisine, öz gücüne bağlı olarak değil, Türkiye'nin AB'ye üye olmasına bağlı bir faktördür. AB üyeliği devletimiz için akılcı bir seçim olmaktan çıkıp, karşı konulmaz bir tutkunun bizi peşinden sürüklediği bütün sorunlarımızı çözecek olan yol, âdeta cennetin altın anahtarı olmuştur.

1984-1998 arasında gerçekleşen ve hala sona erdiğini söyleyemeyeceğimiz Güney Doğu Anadolu bölgesini kapsayan düşük yoğunluklu çatışma,

AB'de sadece Türkiye'ye değil bütün AB üyesi ülkelere karşı yürüttüğü federalleştirme politikalarını Türkiye'ye karşı da yürütmektedir.

19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başında teorik çerçevesi oluşturulan Türk milliyetçiliği, ileri bir teorik çerçeveye oturan kavramsal yapısı ile bütün bir 20.yüzyılı doğru izah etmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti'ni oluşturan temel değerlerin hepsinin teker teker sorgulandığı, eskimişlikle, köhnelikle suçlandığı; ulusal bilincin yerini parlâmento içinde ve dışında etnik, dinsel ve mezhepsel alt kimliklerin aldığı; Türkiye'yi bir millî devlet, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını da Türk milleti yapan bütün değerlere saldırıldığı; Türk milletinin bağımsız ve onurlu yaşama iradesinin yıkılmaya çalışıldığı bir ortamda; Türkiye'yi ayaklarının altından çeken ve milletin geleceğini bir bilinmezliğe atan gelişmeler karşısında, bu milletin şanlı geçmişine ve büyük geleceğine inanan Türk milliyetçileri, büyük bir ızdırap, kızgınlık, gerilim ve ne yazık ki hepsinden öte umutsuzluk içindedirler.

Küreselleşmenin başladığı ve yeni ideolojik parametrelerin ortaya çıktığı, millî devlete yönelik ideolojik-politik saldmlann en güçlü olduğu içinden geçtiğimiz küreselleşme döneminde, Türk milliyetçiliğinin ideolojik çerçevesi üzerinde Türk milliyetçisi aydınların yeterince çalıştığını söylemek mümkün değildir.

Konvansiyonel bir savaşta bütün ulusal güç unsurları nihaî zafer için askerî gücün arkasında yer alması gereken faktörlerdir. Oysa, düşük yoğunluklu çatışmada başarı için gereken; siyasî, ekonomik ve psikolojik güç unsurlarının silâhlı güç tarafından desteklenmesidir, yani silâhlı kuvvetler aslî değil ikincil mücadele unsurudur.

Çetenin Güney Doğu Anadolu ve Doğu Anadolu'da yaptığı siyasî faaliyetler neticesinde bu vatan coğrafyaları madden Türkiye'nin parçası olmaya devam etseler dahi manen Türkiye'den kopmakta, vatan olmaktan çıkmaktadırlar. Çünkü vatan, bir ulusun silâhlı kuvvetlerinin o bölgeden çekilmesi durumunda dahi o topraklar üzerinde yaşayan yurttaşların ellerine silâh alarak müstevliye direndikleri, vatan coğrafyasının geri kalan bölümünden kopmaması için mücadele ettikleri toprak parçasının adıdır. Ne yazık ki, bir yandan bölücü çetenin meydana getirdiği ve getirmeye devam ettiği manevî zehirlenme, öte yandan ilkesiz, inançsız siyaset adamlarının sorumsuz eylemleri, yurdumuzun bu bölgesinin insanları için Ankara'yı bir millî merkez olmaktan bir ölçüde de olsun çıkarmıştır.

Türk milliyetçiliğinin 21. yüzyıla meydan okuyan, dönemin hâkim ideolojisi olan küreselleşmeyi kavrayarak ve izah ederek, ona cevaplar üretir hâle gelmesinin, SSCB'nin çökmesinden sonra Türk dünyası gerçeğinin bir patlama şeklinde ortaya çıkması bile Türk milliyetçisi aydınların ideolojik bir çıkışı temsil etmelerine yol açamamıştır.

12 Eylül sonrasının bütün değerlerini çürüten liberal kapitalizmin insanları satın alışından, üniversite de kendisini ne yazık ki koruyamamıştır.

Türk milliyetçilerinin gündeminde Türk birliği yoktur. Soğuk Savaş döneminde Türk milliyetçilerinin temel gündem maddelerinden birisi Türk dünyası ve esir Türkler iken şimdi, hem de Türk yurtları bağımsızlığa kavuştuktan sonra gündemden çıkmış olması insana, "Acaba Türk dünyası Türk milliyetçilerinin gündemine Soğuk Savaş'ın dinamikleri tarafından konulmuş ve ihtiyaç duyulmayınca mı çıkarılmıştır?" diye düşündürtebiliyor.

Türk milliyetçisi aydın, hiç çekinmeden bütün milliyetçi entelektüel birikimi kapsayan bir beyin fırtınasını başlatmak zorundadır. Bu beyin fırtınası sırasında birçok yanlış şey de söylenecektir. Birçok tutarsız tartışma alanı da açılacaktır. Bunun hiçbir sakıncası yoktur. Nelerin yanlış olduğu anlaşılmadan doğru bulunamaz.

Türk milliyetçileri, Türk milletini büyük yapan hususları tarihsel bir vaka olarak anlatmaktan öteye geçip onları bugünün ve geleceğin gerçeği yapmak zorundadırlar. Bugünde başarısız, gelecek konusunda umutsuz olan insan, grup ve milletler geleceğin şanlı sayfalarına kaçmayı ve başarıyı tarihin sayfaları arasında aramayı tercih ederler. Türk milliyetçilerinin de bir süreden bu yana yaşadığı ne yazık ki budur. Bugünün yaşayan Türk milliyetçilerinin dedelerinin yaptıkları ile övünecekleri çok şey vardır. Ama, bugünün Türk milliyetçilerinin torunlarının, dedeleri ile övünecek çok şeyinin olduğunu söylemek ne yazık ki çok zordur. Bunun anlamı, yaşayan Türk milliyetçilerinin Türk milletine karşı görevlerini tamamlamadıklardır.

20. yüzyılda ideolojik çatışmanın ana eksenini, millet ile sınıf merkezli ideolojilerin çatışması oluşturmuştur. Bu ideolojik çatışmadan millet merkezli ideoloji galip çıkmıştır. Şimdi, millet ile milleti alt etnisitelere bölmek isteyen küreselleşme arasında yoğun bir mücadele yaşanmaktadır.

Türk milliyetçilerinin bakış açısını daraltmaktadır. Timur, Şah İsmail, Tomambay, Cengiz, Nadir Şah daha az Türk daha az bizim değildir.

Türkiye'den sonra en büyük Türk ülkesi olan İran'da Türk nüfusun büyük bir bölümünün Şiî olduğu gerçeği göz önünde tutulmalıdır.

Ufuksuz, hayalsiz ve amaçsız ideoloji olmaz. İflâs eden komünizm bile hâlâ direnerek doğru ya da yanlış bir gelecek önermeye devam etmektedir.

Soğuk Savaş öncesinde anti-komünizm ve esir Türkler üzerine kurulmuş olan Türk milliyetçiliğinin dış politik konsepti Soğuk Savaş sonrasında ortadan kalkmıştır.

Ancak, yıllardan bu yana süren bilinçli ideolojik körleştirme politikası, onların ideolojik bir tavır alarak Türk milliyetçiliği adına hesap sormasını engellemektedir. Bu bulanıklıkta onlara, Türk gençlerine, aydınlarımıza ve kitleye, yanlış politikaların ve politik çöküşün, Ahmet'in Mehmet'in hatası olduğu söylenerek; gerçek çöküşün ideolojik çöküş olduğu, ideolojik tutarsızlıkların ve Türk milliyetçiliği ile uzaktan ya- 40 kından ilgisi olmayan politikaların gözden kaçırılmasına çalışılmaktadır.

Türkiye dışında gidecek ikinci bir vatanı olanlar, Türk milletini Türkiye'yi yabancı güçlerin dolaylı-dolaysız denetimine teslim etmekte hiç tereddüt göstermeyeceklerdir ve göstermemektedirler.

Pasifist/ılımlılık hastalığının kökeninde bir yandan Türk milliyetçiliği ile sağlam bir ideolojik ilişki kurulamaması öte yandan ise "derin devletin" darbesini yemekten, ikinci bir 28 Şubat yaşayarak "Erbakanlaşmaktan" duyulan kemiklere kadar işlemiş bir korku vardır. Korku ile iktidara talip olunmaz, korkarak da iktidar olunmaz.

Başbuğ Türkeş'in Türkiye'ye yeni bir şekil vermeyi hedefleyen Türk milliyetçiliği programı sadece parti programına değil, bütün bir parti yayınına, gençliğe bir anda nüfuz etmiş, onları cezbetmiştir. Türk milliyetçilerinin Türk milletine sunduğu bu büyük dönüşüm programı, dönemin entelektüel yaşamı üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışan sosyalist solu bile önce şaşkına uğratmış, sonra bu programa "romantik" bir program suçlaması yapılmıştır.

16. yüzyıl "Türk yüzyılı" diye de adlandırılır. Bu yüzyılda dört ayrı devlet çatısı altında örgütlenmiş olan Türkler, 85 milyon km2 olan eski dünyanın 40 milyon km2'sini kontrol altında tutmaktadırlar. Sadece Osmanlı İmparatorluğu'nun yayıldığı alanın 19 milyon km2 olduğu hatırlanmalıdır. 17. yüzyılın başında, 1601'de İstanbul'da Türk imparatorluğunu yönetenlerin, dönemin süper gücünü yönettikleri sabittir. Ancak, gücünün zirvesinde gibi görünen bu güç, öte yandan Hristiyan Batı ve Hristiyan Kuzey'in iç hatlar kıskacına düşmeye başlamıştır. 1701 yılı, 1699'da gerçekleşen Karlofça'nın üzerinden geçen iki yılın ardından, Karlofça'nın şokunun devam ettiği bir yıldır. 1801 ise gerilemenin belirginleştiği, 16. yüzyılda geniş bir alanda başlayan iç hatlar kıskacının sıkışmaya başladığı bir dönemdir. Napolyon orduları, Mısır'a çıkmışlardır. Yunanistan'ın ve Sırbistan'ın kopuşları yakındır. Kafkasya'da Rus işgal savaşları başlamanın arifesindedir. Türkistan'da Rusya ilerlemektedir.

Ön-Türklerin, yani Sümerlerin, Kimmerlerin, Anav, Kelte- minar kültürlerinin, İskitlerin doğduğu alan, Avrasya coğraf- yasıdır. Burada kastedilen Avrasya, Anadolu ve Mezapotom- ya'yı da kapsamaktadır. Ancak, daha sonraki dönemde, Hun- lar ile birlikte, Türklerin Anadolu ve Mezapotomya'dan Asya'ya çekildikleri ve bu alanla sınırlı ve dünya siyaseti ölçeğinde ilgilendikleri bilinmektedir. O günlerin yeni sürecinde, bugünkü Moğolistan ile Çin Seddi kuzeyi arasındaki alandan Karaorman Avrupası'na ve Balkanlar'a kadar uzanan geniş stepleri kapsayacak şekilde, Avrasya üzerinde egemenlik kurdukları görülür. Ancak, Çin İmparatorluğu karşısında tedrici, fakat kesin bir yenilgiye uğrayarak, bir anlamda Göktürkler dönemi sonunda batıya doğru itilen Türkler, Uygurlar ile birlikte, siyasî ağırlıklarını bugünkü Moğolistan'dan Türkistan'a kaydırmışlardır. Karahanlı ve Gazneliler ile Türkistan-Hindis- tan-İran üçgeninde hâkimiyet kuran Türkler, Dandanakan Sa- vaşı'nın (1040) Selçuklulara yolu açmasıyla, İran plâtosu üzerinden Anadolu'ya tekrar ulaşmışlardır.

1071, Türklerin Anadolu'ya üçüncü girişlerinin değil, kitlesel olarak girişlerinin tarihidir. Esasen Türklüğün Anadolu'daki tarihinin Sümerler ile başladığı bilinmektedir. Saka Türklerinin ve Hunların da Anadolu'ya girdikleri bilinmektedir. Daha sonra, MS 4., 5. ve 6. yüzyıllarda Türkleri, Anadolu'da Balkanlardan ve Kafkaslar'dan gelip yerleştirilen bir kavim olarak görürüz.

Böyle bir çalışma için oldukça ayrıntılı sayılabilecek bu izahların nedeni, Türklerin Anadolu'ya aniden, 1071 yılında Malazgirt'te gelmediklerini; hem tarihsel ve etnik bir derinliğe sahip olduklarını hem de bu coğrafyada hâkim siyasî ve askerî güçlerle, 1071 öncesindeki 50 yıl içinde değişik boyutlarda mücadele içinde olduklarını vurgulamaktır. Bu mücadelenin bir başka boyutta ve aynı tarihlerde Orta Avrupa ve Balkanlarda da cereyan ettiği, fakat ortaya Anadolu'da olduğu gibi kalıcı sonuçlar çıkmadığını göz önünde tutmak gerekir.

Malazgirt 1071'in önemi, bir Avrupa devletinin, Doğu Ro- ma'nın, nihaî olarak yenilmesi ile Anadolu'nun, bir Avrupa devleti topraklarının, Türklerin kesin hâkimiyetine girmesi ile bağlantılıdır. Nitekim, 1071'den dört sene sonra, Süleyman Şah, İznik'i taht şehri ilân etmiştir. İznik'in Türk başkenti olması ve 325 konsilinin toplandığı Ayasofya Kilisesinin cami yapılması Avrupa'da şok etkisi yaratmıştır. Anadolu'nun fethi, 1083'te tamamen bitmiştir.

Oğuz Türklerinin önemli bir bölümü için hedef batıya, Avrupa'ya ilerleyerek, Avrupa kıtası üzerinde hâkimiyet kurmak olmuştur. Öte yandan, Asya'da kalan Türkler için doğuda Çin, batıda Osmanlı, güneyde Hint ve kuzeyde Sibirya tundralarının çevirdiği ve tıkadığı ölü bir jeopolitiğin hâkim olduğu dönem başlamıştır.

Denizlerden ve İpek Yolu'nun niteliğini yitirmesi ile birlikte, dünya ticaret yollarından uzak kalan bu coğrafya, gerçi Cengiz ve Timur gibi cihangirler çıkararak belirli süreçlerde Asya'nın tümüne yakın bir alanına ve Doğu Avrupa'ya yayılan imparatorluklar kurduysa da, bu imparatorlukların da siklet merkezi daima İç Asya olmuştur. Ve bu imparatorluklar, sik- let merkezinin jeopolitik zayıflığı yüzünden, hızlı dağılış ve çöküşler yaşamışlardır.

Öte yandan Avrupa'nın Anadolu'nun fethine ilk tepkisi, Malazgirt'ten 24 sene sonra olmuş, 1095'de ilk Haçlı Seferi gerçekleşmiş ve 1270'e kadar yedi Haçlı Seferi yapılmıştır. Türk ilerleyişi ise, bazı kısmî gerilemelere rağmen kesintisiz bir şekilde devam etmiştir. Türkler Anadolu'dan Avrupa'ya ilk adımlarını 1352'de atmışlar; 101 sene Balkanlar'da ilerledikten sonra, 1453'te İstanbul'u fethetmişlerdir. Bu yüz sene içerisinde, I. ve II. Kosova, Niğbolu, Sırp Sındığı, Ankara Savaşı vardır. İstanbul'un 1453'te fethi, Avrupa'nın zihnî haritasında bir kayma yaratmış ve Avrupa sınırlarını İstanbul'a kadar geri çekmiştir.

İstanbul'un fethinden sonra, önce Balkanlar'daki varlığını sağlamlaştıran Osmanlı, daha sonra Kırım'ı ve Doğu Karadeniz bölgesini sınırları içine katarak kuzeye karşı güvenliğini sağlamıştır. Yavuz döneminde, İran ve Suriye/Mısır'daki Türk devletlerini yenerek sırtını, doğusunu güvence altına almıştır. Yavuz'u doğuya dönen ilk Osmanlı sultanı yapan, eğer Fatih'in Trabzon'u fethi ve Akkoyunlu Devleti'ni yıkan doğu seferi sayılmaz ise, İslâmı devlet ideolojisinde bir vurgu noktası yapması değil, İran-Türk imparatorluğu'nun Osmanlı'ya Şi-ayı ideolojik bir araç olarak kullanarak meydan okumasıdır. Diğer bir ifadeyle, iki imparatorluk arasında rekabet din değil, jeopolitiktir. İslâmın farklı yorumları sadece bir iktidar aracı olmuştur.

Doğuda imparatorluğun sınırları güvence altına alındıktan sonra, Avrupa içine yönelik Osmanlı ilerlemesi devam etmiş; 1521'de Balkanlar'ı Avrupa'nın geri kalan kısmına bağlayan Belgrad, 1526'da Budapeşte alınmış, 1529'da ilk kez Viya- na'nın önüne gelinmiştir. Artık Osmanlı gücünün ve jeopolitik yayılışının zirvesindedir. Ancak, bu zirveden düşüş, sanıldığı kadar hızlı da olmamıştır. Kanunî 1566'da ölmüştür. Onun ölümünden 30 yıl sonra, 1596'da Türkler, Haço- va'da Kocatepe'den önceki son büyük meydan muharebelerini kazanmışlardır. İmparatorluğun genişlemesi hızını kaybetse dahi devam etmiştir. 1669'da, yani Kanunî'nin ölümünden 103 sene sonra, Girit fethedilmiştir. Artık Osmanlı'nın batı karşısında ezici bir üstünlüğü yoktur; ama tek başına başa çıkılmazlık konumunu da yitirdiği söylenemez. Belirgin bir askerî üstünlük içinde olduğu söylenebilir. 1677'de ilk Türk-Rus savaşı gerçekleşmiştir. Osmanlı Türkleri ile Ruslar arasındaki bu çatışmayı, daha sonraki yüzyıllarda, diğerleri izlemiş ve Türk devlet yönetiminin jeopolitik bilincinin şekillenmesinde önemli bir yer tutmuştur. Klâsik tarih yazınımızın gözden kaçırdığı bir nokta, Osmanlı İmparatorluğu'nun küresel bir iç hatlar kıskacına düşmeye bu dönemde başlamış olmasıdır. İç hatlar kıskacının bir kanadını Ruslar oluştururken diğer kanadını da Batı Avrupa'nın denizci ulusları oluşturmuştur. Rusluk, Osmanlı'nın kuzey kanadından, Altın Ordu mirasının geriye bıraktığı Türk ülkelerini kontrol altına almıştır. Rusların işgal ettiği ilk Türk ülkesi olan Kazan 15 Ekim 1552'de düşmüştür. Osmanlı hâlâ zirvededir. 1556 yılında Tatar Türklerinin ikinci başkenti olan Çalım ve yine aynı sene Astrahan Rus işgali altına girmiştir. 1556 yılı aynı zamanda Kanunî'nin öldüğü yıldır. 1557'de Başkurdistan da Moskova'nın hâkimiyetine girmiştir.

Daha sonraki dönemde Kırım'ın doğusundan Kafkasya'ya, batısından da, Balkanlar'a sarkan Rus gücü, Osmanlıyı her iki taraftan sıkıştırmıştır. 1598'de Sibirya Hanlığı, 1606'da No- gay ordusu Ruslar tarafından ortadan kaldırılır.

Osmanlı, Rus yayılmasının uzun vadede, belki de 100 yıl içinde kendisini sıkıştıracağını görmüş; bunun tedbirini almak için, Sokullu Mehmet Paşa, Don-Volga Kanalı'nı açtırıp Karadeniz'den Hazar denizine girmeye çalışmıştır. Bu kanalın, hem Türkistan'dan Anadolu'ya Türk göçünü canlandırması düşünülmüş hem de Osmanlı'nın Asya içine yayılan Ruslarla mücadelesi hedeflenmiştir. Ancak Osmanlı bunda başarılı olamamıştır. Rusların açıktan kuşatması devam etmiş, 1632'de Saha-Yakutistan'ı, 1731'de Batı Kazakistan'ı, 1756'da Altay'ı fethetmişlerdir. Osmanlı'nın güneyden Batılı denizci uluslar tarafından kuşatılması ise, Ümit Burnu'nun keşfedilmesi ve ardından Hint Okyanusu'na ulaşılmasıyla gerçekleşmiştir. Osmanlı, her ne kadar bunun farkına varmış ve oluşturduğu Hint Okyanusu filosu ile mücadele etmeye çalışmışsa da, başarılı olamamış ve geri çekilmiştir. Şimdi, tekrar Avrupa içindeki Türk ilerlemesine dönersek, 1683'te, yani Birinci Viyana Seferi'nden 154 sene sonra, Türkler, ikinci kez Viyana önüne gelmişlerdir. Viyana'dan geri çekiliş 1699'da Karlofça ile sonuçlanmış ve Osmanlı'nın ilk toprak kaybı gerçekleşmiştir. Karlofça Anlaşması, Kanunî'nin ölümünden 133 sene sonra imzalanmıştır. Bazı tarihçilere göre Karlofça, gerileme döneminin başlangıcını teşkil eder; çünkü Osmanlı ilk kez toprak kaybetmiştir.

Ancak Karlofça'nın nihaî bir mağlûbiyet olup olmadığı tekrar sorgulanmalıdır. Çünkü 1739'da, 40 sene sonra, Osmanlı ordusu Almanları yenerek kaybedilen yerleri geri alacaktır. Ancak nihaî ve geri çevrilmez yenilgi, 1768-1774 Savaşı sonunda Ruslar karşısında alınır.11 Çünkü, ilk kez Osmanlı, Türk ve Müslümanların meskûn olduğu bir toprağı kaybeder ve bir daha geri alınamaz. Rus kuşatması dış hatlardan içe yönelir ve doğrudan Osmanlıyı hedef alır. 1783'te Kırım Hanlığı ortadan kaldırılır. Böylece Küçük Kaynarca Anlaşmasıyla 1774'ten 1920'ye 156 sene devam eden büyük bir geri çekiliş başlar. Fransızların 1801'de Mısır'dan çıkarılması için İngiliz ve Rus desteğine ihtiyaç duyulur. İngilizlerin 1807'de Çanakkale'yi zorlamaları karşısında, Fransız yardımına başvurulur. 1812'de Gagauz Yeri Ruslar tarafından işgal edilir. 1827'de Navarin'de Osmanlı donanması İngiliz, Fransız ve Rus donanmalarının ortak harekâtı ile yakılır ve 1828-29'da Osmanlı orduları Rus Çarlık ordularına yenilirler. 1813-1828 arasında Rus orduları Kuzey Azerbaycan'ı İran Türklüğü'nü yenerek işgal ederler. Fransa 1830'da Cezayir'e el koyar. Rusluk 18221848 arasında Kazakistan'ın doğusunu da tamamen ele geçirmiştir. 1828'de Karaçay-Balkarya Moskova'nın hâkimiyetine girer. 1865'te Taşkent, 1868'de Buhara Hanlığı, 1873'te Hive Hanlığı, 1875'te Hokand Hanlığı Çarlık orduları tarafından işgal edilir. Ruslar, 1863-1876 arasında Asya'nın merkezinde Kırgızistan'ı fethederler ve 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı Osmanlı için çöküşün başlangıcıdır. 1881'de Aşkabat, Göktepe Türkistan'ın son ordusu, Türkmenler de yenilir ve 1885'te Londra Anlaşması ile Moskova ve Londra arasında Türkistan-Afganistan sınırı belirlenir. Orta Asya Türklüğünün tamamen denetime alınmasından sonra, 1912-1913 Balkan Savaşı ile Türklük, Balkanlar'dan tasfiye edilir. Anadolu'ya yönelik olan bu geri çekiliş, üç kıtadan, Avrupa'dan, Afrika'dan ve Asya'dan geri çekiliştir ve sadece ordunun değil, bir halkın da geri çekilişidir. Türklerin geri çekilişi, özellikle 1878'den sonrası, çok acılı bir geri çekiliştir. Londra ve Paris için Osmanlı Devleti'nin tasfiyesi, muhtemel bir savaşın plânlarından birisi idi. Nitekim, 1917'de Kudüs'e giren İngiliz ordusu, son Haçlı Seferini başarıyla bitirmiş; bir sene sonra, İngiliz Başbakanı, savaşın nihaî hedefini açıklamıştır: "Türkler geldikleri yere, Asya'nın derinliklerine gideceklerdir". Türklerin Anadolu'da kalmasına da izin verilmeyecektir; çünkü 19. yüzyıl Avrupası, Anadolu'nun Avrupa'nın bir parçası olduğunu arkeoloji, Rum ve Ermenilerin varlığı vasıtasıyla hatırlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nun yenildiği tarihte, Türk orduları, Cumhuriyetin sahip olduğu alandan daha büyük bir alanı kontrol altında tutmaktadırlar; ama, Anadolu'ya dönüş esas itibarıyla tamamlanmamıştır. Ancak yaşanan süreç içinde, son sığınak olarak düşünülen Anadolu'nun da, Türkler için güvenli bir yer olduğunu söylemek mümkün değildir. Birinci Dünya Savaşı'nın, Anadolu Türklüğüne yönelik siyasi hedefi, Balkan Türklüğünün başına gelenin, yani aynı durumun Türkiye Türklüğünün de başına getirilmesi esasına dayanır. Yani, etnik olarak, işgallerle, soy kırımlarıyla, sürgünlerle Türklerin yok edilmesi hedeflenmiştir. Batı, bu hedefe oldukça yaklaşmıştır. 1920 yılında, dünya Müslümanlarının ancak % 2'si, 400 milyonun 10 milyonu, yani Sakarya ile Aras nehirleri arasında yaşayan Türkler özgürdür. Onlar da, kelimenin gerçek anlamında, bir ölüm kalım mücadelesi vermektedirler. Büyük Zafer'den ancak beş yıl sonra, M. Kemal Atatürk, 1927'de, Büyük Nutuk 'u, Batı'ya karşı kazanılan savaşın nihaî bir galibiyeti temsil etmediğini; ancak, bir ateşkes olduğunu anlatan "Gençliğe Hitabı" ile bitirir. Çünkü, İstiklâl Savaşı'nı kazanan kadro, bütün bir Batı emperyalizmini ağır bir askerî yenilgiye uğratmadığını; ancak, Bolşevik Devrimi'nden sonra ortaya çıkan yeni küresel şartlarla, savaş bıkkını ve sosyalizmin ideolojik tehdidi altında bulunan Batı Avrupa halklarının Anadolu'ya ordu sevk edememelerinin yarattığı koşullarda, çıkarabildikleri son ordu ile Yunan ordusunu yendiklerinin farkındadır. Bu nihaî bir galibiyet değil sadece ateşkestir. Bundan dolayı, "Gençliğe Hitap", bir gün Batı Avrupa'nın Türkiye'yi yine yenilgiye uğratabileceği ihtimali üzerine kurulmuş bir öngörü olarak yorumlanabilir. 1922 ile 1071 arasındaki 861 senenin özeti, bir ulusun, Türk milletinin, tek başına bir uygarlık adına, İslâm medeniyeti adına, birleşik bir kıtanın uluslarına karşı ve bir uygarlıkla yaptığı mücadeledir. Dünya tarihi boyunca, bir milletin birleşik bir uygarlıkla tek başına böyle bir mücadele verdiği görülmemiştir. Ancak bu 861 sene süren ve hâlâ bitmiş görünmeyen mücadele, Türk ulusunu çok yıpratmıştır ve hâlâ yıpranmanın derin izlerinin tam anlamı ile silindiğini söylemek mümkün değildir. Batı uygarlığına karşı son savaşından Atatürk'ün önderliğinde galip çıkan Türkiye, Cumhuriyet'in üzerine kurulduğu akılcı strateji ve küresel dengelerden azamî istifade ile 19011921 arasındaki felâket koşullarından, bugün olduğu noktaya ulaşmıştır ve bu nokta gerek Türkiye gerek dünya Türklüğünün son dört yüz yılda yakaladığı en olumlu tarih dilimidir.

M.Ö. başlayıp M.S. 3. bin yılın başına uzanan Türk tarihinin jeopolitik eksenini özetlersek, karşımıza çıkan manzara şudur: İlk bin yılda Türk tarihinin ana ekseni Asya'da dönmüştür. İkinci bin yılda özellikle Osmanlı çağlarında küresel bir hegemoni peşinde olması ve üç kıtaya yayılmasına rağmen, jeopolitik yayılmanın siklet merkezini Avrupa oluşturmuştur. İkinci bin yılın son iki yüzyılında ise amaç jeopolitik yayılım olmaktan çıkmış, Atatürk'ün kısa süren yönetimi hariç, Avrupa'ya ilhak politikası şeklini almıştır. Üçüncü bin yılın başında, Türkler için amaç ne Asya jeopolitiğine dönüş ne Avrupa'ya ilhak olabilir.

Olabilecek ve olması gereken, Avrasya'da konsolide olmayı sağlayacak bir jeostratejinin izlenmesidir. Türkiye, Avrasya'nın kardeş toplumları ile Azerîler, Gürcüler, Kürtler, Kazaklar, Kırgızlar, Türkmenler, Özbekler ve diğerleri ile; Araplar, Farslar ve Ruslarla dostça bir etkileşim ve işbirliği içinde, kökleri bu coğrafyanın manevî ve maddî kültür unsurlarına dayanan bir jeopolitik üzerinde yeniden uyuyan Avrasya uygarlığını diriltmenin mücadelesini vermelidir.

Gelecek, geçmişin karalanması ve küçümsenmesi üzerine değil, geçmişin kazanımları ve olumlu birikimleri üzerine inşa edilmelidir.

Küreselleşme eş zamanlı olarak birçok farklı ve birbirleriyle çelişen politik dinamiği serbest bırakmıştır. Bir yandan ulus devletleri zayıflatan mikro/etnik milliyetçilikleri teşvik ederken, öte yandan da SSCB, Yugoslavya gibi sosyalist ideoloji ile birbirine zorla yapıştırılmış halkların bağımsızlaşması sonucunda yeni millî devletlerin oluşumuna ve uzun vadede sağlıklı milliyetçiliklerin oluşma zeminine sebep olmuştur.

Ancak, Sovyetler Birliği'ni ve çevre kuşağındaki sosyalist rejimlerin yıkılmasını takiben ortaya çıkan ideolojik-politik boşluğun bazı alanlarını ilk süreçte milliyetçiliğin baskıcı, dışlayıcı, ırkçı ve savaşçı yorumları doldurmuştur. Fakat hemen dikkat çekilmesi gereken nokta, milliyetçiliğin bu ifratçı yaklaşımlarını savunan siyasal kadroların ve halklarını ırkçı et- nik-temizlik savaşlarına sürükleyen liderlerin eski komünist kadrolar ve yöneticiler olmasıdır. Siyasal iktidarlarını sağlamlaştırmak için milliyetçiliği ve halklarını istismar eden bu kad- 72 rolar zamanla tasfiye olacak, anılan coğrafyaların gerçek milliyetçi önder kadroları bu komünist kalıntıları tasfiye edecek ve gerçek demokrasiler millî devlet anlayışı çerçevesinde kurulacaktır.

Avrupa'da daha köklü ve daha etkili olarak gelişen bir milliyetçilik ise Avrupa Birliği çerçevesinde oluşturulmaya çalışılan Avrupa milliyetçiliğidir. Öncülüğünü Fransa ve Almanya'nın yaptığı Avrupa milliyetçiliği, Avrupalılık bilincinin gelişerek Avrupa Birliği'nin mevcut süper güç ABD'ye meydan okumasının sosyal temelini hazırlamaktadır.

Soğuk Savaş döneminde ABD'nin liderliğinde Sovyetler Birliği'ne karşı askerî-siyasî ve ekonomik ittifak içinde olan bu üç devletin yolları ortak düşmanın ortadan kalkması ile ayrılmıştır.

ABD'nin politik-askerî önderliği artık kendi bölgesel ve küresel politikalarını geliştirmek isteyen Avrupa Birliği ve Japonya tarafından köklü bir şekilde sorgulanmaya başlamıştır. Irak savaşı bu sorgulanma ve direnişin kendisini en açık bir şekilde ortaya koyduğu süreçlerden birisi olmuştur. Avrupa Birliği ve Japonya'nın Amerikan ekseni dışına çıkma çabaları Washington'da kuşku ve tepki ile karşılanmıştır. Taraflar birbirlerine karşı ve küresel ölçekli üstünlük kurmaya yönelik politikalar geliştirmektedirler.

Gerçi son on beş yılda Türkiye'de tepkisel/duygusal nitelikli popüler milliyetçilik diye nitelendirebileceğimiz bir akım bir yandan PKK'ya karşı duyulan tepkiden, diğer yandan Batı dünyasının Türkiye'ye karşı aldığı olumsuz ve düşmanca tavırlardan dolayı kamuoyunda güçlü bir şekilde temsil edilmektedir. Ancak bu duygusal popüler milliyetçilik henüz güçlü bir siyasal milliyetçiliğe ve güce dönüşmemiştir.

Milliyetçiliğin tarihin derinliklerindeki başarılar ile övünme ideolojisi değil, milletin geleceğini tasarlamaya yarayan politik yaklaşım olduğunu Türk milliyetçileri artık hatırlamak zorundadırlar.

Türk milliyetçilerinin 20. yüzyıl için yaptıkları bütün tespitler tarih tarafından doğrulanmıştır. Totaliter ideolojik yapılar tasfiye olmuş, ezilen milletler bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Turancı bir fantazi olarak görülen ve küçümsenerek bakılan Türk dünyası, politik bir gerçeğe dönüşmüştür. Türkiye, Türk dünyasını dış politikasının en önemli temellerinden birisi hâline getirmiştir. Özetle tarih Türk mil- 76 liyetçilerini haklı çıkarmıştır. Sıra, geleceğin de bizi haklı çıkarmasını sağlayacak bir süreci başlatmaya gelmiştir.

Büyük güç olma iddiasındaki milletlerin bu iddialarının belirli bir temeli vardır.Türkiye'nin büyük güç olma arzusunun ve iddiasının temelinde tarihsel mirası yatmaktadır. Bu temel büyük güç olma yönünde uygun bir psikolojik zemin hazırlamakla birlikte kesinlikle yeterli değildir.

Tarihin zafer sayfalarının sarhoşluğu ve geçmiş ile övünme kişisel ve zaman zaman da toplumsal tatminden ibaret olup, siyaset bile sayılmaz.

Türk milliyetçiliği, son yirmi yılda yaşadığı fikri durgunluğun neticesinde 1920 ve 30'lar ile 1965-1980 arasındaki radikal özünü yitirmiş, fikrî anlamda durağanlaşmış ve gerileyen bir politik-ekonomik muhafazakârlaşma sürecine girmiştir.

Tarihin başlangıcından bu yana bütün devirlerde ve bütün coğrafyalarda yaşamış Türk devletleri bizim sahip çıkmaktan vazgeçmeyeceğimiz, onur duyduğumuz atalarımız Şah İsmail'i ve Timur Han'ı düşman gören bir Türki- 80 yeli Türk milliyetçisi ile Beyazıd ve Yavuz'u düşman gören Azerbaycan ve Özbekistanlı Türk milliyetçileri nasıl bir işbirliği alanı oluşturabilirler.

Esasen Türkiye'nin de en büyük sorunu hâlâ nüfusunun % 44ü köylerde yaşıyan bir ara toplum niteliği taşımasıdır. Bu %44 GSMH'nın ancak %14'ünü üretmektedir. Ara toplumların veya ziraat toplumlarının sanayi ve sanayi sonrası toplumlar karşısında en ufak bir rekabet şansı yoktur. Türk milliyetçiliği, ideolojik dönüşüm ile modern, sanayi sonrası ideolojisi hâline gelirken, Türkiye'yi de aynı sürece götürecek dinamizmi temsil etmelidir.

Türk milliyetçiliği ekonomik bir kavrayış ve izah geliştirerek, sosyal adalet üzerine oturan tutan üretimci/ toplumcu/rekabetçi bir anlayış geliştirmelidir.

Millî değişim geciktikçe, Türkiye'yi kuruluş esaslarından kopararak sonu belirsiz ve millî olmayan bir değişim projesi içine çekmek isteyenlerin elindeki gerekçeler güçleniyor. Bugünün Türkiyesi sürekli bir çürüme içinde kurulurken sahip olduğu değerlerin hemen hemen hepsini yitirmiş durumdadır. Ancak, Türkiye'de milli devlete son vermek isteyen bölücü ve federalist güçler ittifakı, aldıkları dış destekle de asıl sorunun devletin kuruluş değerlerinin olduğunu ileri sürüyorlar. Oysa, çürümenin başlangıcını Cumhuriyet'in kuruluş değerlerinden uzaklaşmak oluşturuyor.

Sistemi bilinçli olarak çürütenlerle bugün sistemin millî olmayan bir değişim projesi içine sokulması gerektiğini söyleyenler aynı insanlar, gruplar ve partiler. Konuyu yeterince analitik düşünmeyen birçok insan ise sorgulamadan gayrimillî dönüşüm projelerinin parlak sözlerinin cazibesine kapılıyor.

Bugün yaşadığımız hantallaşma ulus devletin yapısından değil bürokrasinin köhnemi şliğinden kaynaklanmaktadır. Meseleyi yerel yönetimlere devrederek çözeceğini ileri sürenler, her üç ayda bir kaldırım taşı söküp yenilerini döşeterek zenginler yaratan zihniyet değişmedikçe yerel yönetimlerin de çözüm değil daha büyük bir sorun olduğunun farkında bile değildirler. Mevcut yapısı ve personel kadrosu/zihniyeti/bilgi birikimi/tecrübesi ile hâlihazırda karşı karşıya olduğu sorunları çözmekte zorlanan yerel yönetim sisteminin, Türkiye'de devletin etkin çalışmasını sağlayabileceğini düşünmek büyük bir saflıktır.

Bugün Suriye-Arap milliyetçiliğinin Libya politikası, Türk milliyetçilerinin Kazakistan politikalarından daha belirgin ve amaç doludur.

Esasen, Türk soylu bir halk olan Irak ve İran Kürtlerine karşı olmak ile onları kontrollerine almış olan KDP, KYB, İran-KDP'si gibi örgütlere karşı olmak başka şeydir ve olmalıdır. Kazakistan Kazak Komünist Partisinin kontrolünde iken Kazaklara karşı mı idik ki, Kürtlere karşı olmalıyız?

Türkiye'nin özellikle Atatürk'ten sonraki hatası, İran ve Irak'taki Türk soylu Kürtlere, Türkmenlere ve Azerîlere sahip çıkmamak olmuştur. Böylece, Kürtler onları istismar eden dış güçlerin oyunlarına açık hâle gelmişlerdir. Türkiye'deki Kürtlerin Türk olduğu görüşünü resmî ideoloji olarak ortaya koyarken, Irak ve İran'daki Türk-Kürtleri ile ilgili en ufak bir tespit yapılmamış, politika geliştirilmemiştir.

milliyetçilerini hatırlamayabilirler ancak bugün 40'lı yaşlarında olanlar onları unutmamışlardır. Türkiye'yi Atatürk'ten sonra yöneten siyasal elit dış Türklerle ilgilenmeyi terörist faaliyet olarak görürken, Türklüğün ayrılmaz bir parçası olan İran ve Irak Kürtlüğünü bölge dışı güçlerin insafına terk etmiştir. Böylece, tutarlı bir teorik çerçeve olmayınca, Türkiye içinde PKK gibi örgütlerin çıkması da engellenememiştir.

Peki, bugünkü duruma nasıl gelinmiştir? Bu PKK'nın yaptığı ve Ankara'dan kaynaklanan yanlış uygulamaların kolaylaştırdığı "devrimci şiddet" ile "millet inşa" girişiminin bir sonucudur. Daha önce değişik coğrafyalarda uygulanan bu yöntem 1984'ten itibaren Güneydoğu Anadolu'da da uygulanmaya başlamıştır. 1987'ye kadar PKK'ya direnen ve Türkiye Cumhu- riyeti'nin yanında yer alan Güneydoğulu yurttaşlarımız (kaynak olarak bakınız Öcalan'ın bütün kitapları, özellikle PKK Tarihi) daha sonraki yıllarda devletin etkin koruması ortadan kalkınca önce devlet ile örgüt arasında kalmış sonra bir kısmı örgütün yanına kaymıştır.

Alpaslan Türkeş'in büyük bir bilinci yansıtan ifadesi ile "onlar ne kadar Kürt ise bende o kadar Kürdüm, ben ne kadar Türk isem onlar da o kadar Türktür" şeklinde ifade edilen Türk milliyetçiliğinin Kürt anlayışına ters düşen bu görüş yaygınlık kazanırsa, PKK dağda ulaşamadığı neticeye gönüllerimizde ve kafalarımızda ulaşmış olur. Dünya Türklüğünün ayrılmaz bir parçası olan Kürt kardeşlerimizi Türklüğün içinden koparma çalışması başarıya ulaşmış olur.

Sadece, Türkiye'de yaşayan Türk-Kürtleri- ni değil, bütün Orta Doğu'da yaşayan Türk-Kürtlerine sahip çıkan bir anlayış geliştirilmelidir. Aksi takdirde Türkiye ve Türk Dünyası büyük bir yıpranma içine girecektir. Çünkü, emperyalizm Türk-Kürt çatışmasını sadece Türkiye'de değil, Irak'ta Kürt-Türkmen, İran'da Azerî-Kürt şeklinde tasarlamaktadır. Bu tasarıyı geçersiz kılmak Türk milliyetçilerinin elindedir. Binlerce Kürt-Türkü Türk milliyetçisinin varlığı Türkiye'nin ve Türk dünyasının stratejik güvenliği için büyük önem taşımaktadır. 12 Eylül'den sonra Güneydoğu Anadolu'da Türk milliyetçisi Kürt-Türklerine karşı girişilen baskı politikaları daha sonraki yıllarda PKK'nın daha kolay zemin bulmasına neden olmuştur.

Bu, Türkiye'nin Kürt-Türklerine bütün Orta Doğu kapsamında bakma- 90 yı öğrenmesi ve Hakkari sınırımızdan öteye kör gözlerle bakmayı terk etmesidir. Türkiye'nin ilgi alanı Irak'ta Süleyma- niye, Kerkük, Musul; İran'da Senendeç, Serbeşt, Piran- şehr, Mahabat, İlam olmak zorundadır. Bunun için çok geç olduğunu ileri sürenler, İsrail'in bin sene sonra kurulduğunu unutmamalıdırlar. Millî ülküler için hiçbir zaman geç kalınmaz. Yeter ki o ülküye inananlar olsun.

1552'de Kazan'da Rus işgali ile başlayıp 1881'de Türkistan'ın son ordusu olan Türkmen ordusunun yenilmesi ile Aş- kaabat'ta sona eren Türk yurtlarındaki Rus işgalleri ile 1774'te Küçük Kaynarca ile başlayıp 1921'de Kocatepe Meydan Muharebesi arasında geçen 153 senede yaşanan felâketler, Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde Cumhuriyet'i kuran Türk milliyetçilerinin Türkiye'nin menfaatleri ve millî güvenliği ile ilgili tanımlamalarını belirlemiştir. Türk milliyetçileri, Türklüğün menfaatini, Türk milletinin takriben 1000 sene tek başına birleşik Hristiyan Batı uygarlığına karşı meydan okuması ve sürekli savaşını durdurmakta görmüşlerdir. Türkiye'nin lâik devlet sistemini kabul etmesi bu çerçevede Avrupa karşısında bir savunma stratejisidir. Amaç, ulus devlet modeli çerçevesinde güçlü, zengin ve modern bir millet örgütlemek ve devlet kurmak olarak tespit edilmiştir.

Yeni ulusal güvenlik ve menfaat tanımlamalarını yaparken öncelikle tespit edilmesi gereken, Türkiye'nin millî düzlemdeki temel çelişkisi ile bölgesel ve küresel temel düzlemdeki çelişkilerdir.

Ancak, 1980'lerde PKK'nın saldırıları ile başlayan ve Türk millî dokusunda çok büyük hasarlar bırakan etnik bölücülük ve etnik-merkezli politikalar da inanç/sadakat krizinde çok önemli bir rol oynamaktadır. AB'ye tam üye olma sürecinde hukuksal yapımızda yapılan değişikliklerle, ulus devlet yapısından etnik merkezli bir devlet yapılanmasına ilk adımlar atılmıştır.

Etnik yapılanmaya parallel olarak gerçekleşen bir alt kültürel bölünme süreci de dinsel/mezhepsel/tarikat/cemaat süreçlerinde gerçekleşmektedir. Elinde bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı, İlâhiyat Fakülteleri ve İmam Hatip Okulları gibi İslamı doğru anlatmak ve öğretmek için büyük imkân sağlayan araçları kullanamayan; hatta anlamayan devlet, sahip olduğu ve devletin kuruluş ilkelerine yabancılaşmış bir "steril lâiklik" anlayışı ile dinsel yapılanmalar karşısında büyük bir panik sergilemektedir.

Mustafa Kemal Atatürk, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına Türk milleti denir. Dünya yüzünde ondan daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlık tarihinde görülmemiştir"

12 Eylül öncesinde Marksist-Leninist öğreti arkasına gizlenen azınlık ırkçısı bölücülük, 12 Eylül sonrasında, dağlarda terör örgütü PKK ile, şehirlerde ise ikinci Cumhuriyetçi oluşumlarla Türkiye'ye saldırmıştır.

AKP lideri, millî bir kimlik benimsemeyi reddetmekte, "Türk kimliğini kabul etmemeyi" öteki dünyada "bize milliyetimizin değil, Müslüman olup olmadığımızın" sorulacağı kabulüne dayandırmaktadır. AKP lideri, zaman zaman da Türk millî kimliği yerine, içini doldurmadığı bir "Türkiyelilik" koymaktadır. "Bir kültürün dominant kültür olmasına karşıyız" diyecek kadar Türk kültürüne düşmanca tavır sergileyen bir liderin önerdiği Türkiyeliliğin içinde Türk yoktur.

Bir devletin yurttaşlarının sadakati olmadan güçlenmesi nasıl mümkün değil ise bir yurttaş da devleti kendisine güvenmez ise ona sadakatini uzun süre sürdürmesi mümkün değildir.

Türklerin Anadolu coğrafyasına üçüncü kez gelişlerinin üzerinden 1000 sene geçmiştir ve Türkler Anadolu coğrafyasında kesintisiz 1000 sene egemen olan tek millettir. Türklerin Anadolu'daki 1000 yıllık egemenliğinde, devlet-millet kaynaşması, karşılıklı inanç-sadakat çok önemli bir rol oynamıştır. Bermuda şeytan üçgeni de diğebileceğimiz, Kafkaslar-Bal- kanlar-Orta Doğu arasına sıkışmış olan Anadolu, yüzlerce bü- yüklü-küçüklü halka mezar olmuş bir coğrafyadır. Bu coğrafyanın temel özelliklerinden birisi Anadolu'nun sınırlarından başlanarak savunulmasının çok zor oluşudur. Ayrıca, bu coğrafya buraya yerleşen güçlü uluslara Anadolu'dan hareket ile çevreye yayılma imkânı vermektedir. Cumhuriyet ile Türk milleti, savunulması zor olan bu coğrafyaya çekilmek zorunda kalmıştır.

Öte yandan dış dinamiklerin etkisi ile Türk devlet yönetimine önce KGB tarafından, etnojenez tezine dayanan, Türkiye'nin bir mozaik olduğu efsanesi kabul ettirilmiştir. Son dönemde ise yeni bir tez gündeme getirilmiştir. Bu yeni tez, Alman istihbarat servisinin ürünüdür. Yeni tezin yaratıcısı, Alman Devleti'nin araştırma kuruluşu olan Orient Enstitüsünün Müdürü ve Alman askerî istihbaratının elemanı olan Prof. Dr. Udo Steinbach'dır. U. Steinbach'a göre "Sorun, Atatürk'ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün olan Türk Devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizmin ulusçuluk ve lâiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını Türkiye'de yaşayan Türk-Kürt, Müslüman-lâik, Alevî-Devlet çatışmalarında gör-102 mekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları."14 Ancak bu tezin sadece Steinbach tarafından savunulduğunu düşünmek yanlıştır. Aksine bu tezin Batı Avrupalı oriyantalist sosyal bilimciler arasında hızla yayıldığı görülmektedir.

"Araştırmacılar, Türk sözcüğünün bir halk grubu veya bir ulusun değil de bir dil grubunun adı olduğunu ileri sürmektedirler... Atatürk ulusal bir devlet olan Türkiye'nin sınırları içerisinde yaşayan herkesin Türk olduğunu kararı, ustaca bir taranması sonu cu oluşmuştur. rarlaştırmıştır." Önümüzdeki yıllarda Avrupa ve AB kaynaklı olarak bu tez, bütün Avrupa'daki değişik kaynaklardan dalga dalga gelecektir. Çünkü eğer bir Türk milletinin olmadığı beyinlere işlenebilir ise Türklere ve devletlerine yapılacak her şey meşru bir temele oturacaktır.

Tarih Vakfı tarafından savunulan yaklaşım ideolojik olduğu gibi bilimsel de değildir. Batı Avrupa'da belgelerin tasnif ve incelenme/yorumlanmasına dayalı ulusal tarih yazımının belgelerin nerede ise tükenmesi sonrasında yöneldiği bölgesel/toplumsal tarih araştırma ve yazımı milli tarihin karşıtı değil tamamlayıcısı bir alandır ve bu alandan elde edilen kazanımlar ile milli tarihin yeniden yazılmasını, geliştirilmesini hedeflemektedir. Tarih Vakfı ise bölgesel/sosyal tarih anlayışını ulusal tarihe karşıt olarak sunmaktadır.

Mankurt Türk mitolojisinin bir figürüdür. Bir insanın bilincini, anılarını yitirdiği durumu ifade eder.

TÜSİAD'ın görev alanı ile hiçbir ilgisi yok iken alternatif tarih ve coğrafya kitapları yazdırtması da Türk tarih ve ülkesine yapılan düşünsel saldırının bir parçısıdır.

Bu saldırıların aslında hiç de yeni olmadığı ve Batılı güçlerin bağımsızlık ve egemenlik gibi kavramları hep modası geçmiş gibi göstermek istediklerini görmekteyiz. Lord Curzon, kendisi ile saatlerce tartışan İsmet Paşa ile yine yıpratıcı bir toplantıdan çıktıktan sonra kendisini bekleyen yardımcılarına şöyle demiştir: "Dört korkunç saatten beri burada oturduk ve İsmet her sözümüze şu bayat ve adi kelimelerle cevap verdi: bağımsızlık ve ulusal egemenlik" John Grew, İlk ABD Büyükelçisinin Türkiye Hatırası,

Oysa, Türkiye ne bir mozaiktir ne de Türkler üretilmiş bir millettir. Millî kimlik krizine neden olan dış güdümlü ve dış destekli çok küçük bir azınlıktır. Evinde Kürtçe konuşurken, bir millî maç sonrasında ağlayarak evinin penceresinden Türk bayrağı sallayan insanlarımızın sayısı, kaderlerini Türklükten, Türkiye Cumhuriyeti'nden ayırmak isteyen kandırılmış biçare insanlarımızdan hâlâ çok fazladır. Türkiye'nin birliğini savunmak için savaşan Kürtlerin sayısı hep PKK'dan kat ve kat fazla olmuştur. Ve bugün PKK'nın siyasal kolunun seçimlerde aldığı oy bir iki il dışında bütün psikolojik baskılara rağmen diğer partilere verilen toplam oyun altındadır.

Son dönemlerde bazı milliyetçi aydınlarımızı kapsayıcı şekilde başlayan ve kendisini Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kuran halkın dışında gören küçük gruplara karşı özür dileyici tavrın hiçbir anlamı yoktur. Türkler ne uzak geçmişte ne de Cumhuriyet döneminde kimseden özür dilemelerini gerektirecek bir şey yapmamışlardır.

Dünya üzerinde bu kadar çok bölgedeki gelişmeleri bünyesine emen, onlardan bu kadar köklü bir şekilde etkilenen başka ülke yoktur. Bu anlamda Türkiye, Avrupa, Balkanlar, Kafkaslar-Orta Asya ve Orta Doğu alanlarındaki değişimlerden etkilenmeye devam edecektir. Fakat, önümüzdeki 20 yılda Türkiye'yi en fazla etkileyecek dinamiklerin Orta Do- ğu'nun Irak savaşı ile başlayan yeniden şekillendirilmesi sürecinden kaynaklanacağı anlaşılmaktadır. Irak savaşı, Orta Doğudaki Kürt dinamiklerini büyük ölçüde serbest bırakmış ve bu dinamikler bölge ülkeleri öncelikle de Irak, İran, Suriye ve Türkiye için temel çelişki hâline gelmiştir. Kürt dinamiğinin Orta Doğu politikasına bu şekilde girişi beraberinde birçok öngörülür ve (şu anda) öngörülmez sonucu getirecektir.

Önümüzdeki yıllarda eğer ABD Irak'ta bütün Araplara örnek olacak "federal", "demokratik" ve "zengin" bir Irak oluşturabilir ise Türkiye de bölge ülkeleri ile birlikte ağır bir baskı altına alınmış olacaktır. Irak'ta Kerkük, Süleymaniye ve Zaho'da kişi başına gelirin 5.000 ABD Doları'na çıkması durumunda Diyarbakır, Mardin ve Cizre büyük bir merkez-kaç süreçle karşı karşıya kalacaklardır.

Güneydoğu kentlerimizde örtülü operasyonlar ve Irak'taki fiilî durum ile teşvik edilecek onbin- lerce yurttaşımızın toplanarak federasyon veya Irak ile birleşmek isteyen gösterilerde bulunması eğer olaylar bugünkü akışına bırakılır ise hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

Kürt dinamiğinin Türkiye ve İran'da ayrılma süreçlerini dinamitlemesi gerçekleşir ise ortaya yavaş yavaş gelişen Azerî Türk milliyetçiliği dinamiği çıkacaktır. Bu durumda İran'ın varlığını koruması imkânsız hâle gelecek, Kürtler ve Azeri Türkleri İran'dan ayrılarak kendi devletlerini oluşturacaklardır. Kürtlerin, Irak'tan ayrılmaları Irak'ı bir Şiî devleti hâline getirirken, Kürtlerin ve Azerilerin İran'dan ayrılmaları İran'ı bir güç olmaktan tamamen çıkaracaktır. Kürtlerin, İran'dan ayrılmalarının bir diğer sonucu da İran'ın bir Fars-Türk federasyonu/konfederasyonu şeklinde yeniden yapılanarak varlığını sürdürmesi ihtimalidir.

Türkiye'nin Avrupa Bir- liği'ne tutku niteliği taşıyan tam üye olma isteği, Avrupa Birli- ği'nin Türkiye üzerinde hegemonik bir kontrol oluşturmasına neden olmuştur. Avrupa Birliği, Ankara'nın içinde bulunduğu zaaftan faydalanarak bu süreçte Türkiye'yi federal bir yapıya sürüklemekte, aynı zamanda Türkiye'nin Kıbrıs ve Ege'de vereceği tavizlerle jeopolitik bir güç olmaktan çıkarmaya çalışmaktadır.

Türkiye için 21.yüzyılın ilk on yılında temel küresel sorunlardan birisinin de ABD'nin Orta Doğu ve Avrasya'da izleyeceği politikaların ne ölçüde Türkiye'nin menfaatleri ile uzlaşacağı sorusu oluşturmaktadır. 21. yüzyılın büyük bir bölümünde de tek süper güç olarak görünen ABD ile ilişkilerini doğru tanımlamayan bir Türkiye'nin ciddî sıkıntılar çekmesi kaçınılmazdır. Diğer bir ifade ile Türk milliyetçileri, ABD'nin Türkiye için programını anlamak, bu programın Türkiye'yi tehdit eden noktalarını tesirsiz hâle getirecek önlemleri alternatifli senaryolar çerçevesinde almak zorundadırlar. Türkiye'nin ABD ile ilişkilerinde "temel hatası" ABD'ye hiç karşı çıkmamış, ABD ile ilişkilerinde menfaatlerini ısrarla savunmamış olmasıdır. Bu Washington'da yanlış bir Türkiye algılaması ortaya çıkarmıştır. Washington, Ankara'nın en ufak bir millî menfaat savunmasını Amerikan menfaatleri ile çatışma süreci olarak görebilmektedir. Oysa, Türk ve Amerikan menfaatleri, birçok alanda büyük bir uyuşma içindedir. Mesele, her iki tarafın menfaatlerini açık bir şekilde tanımlayacak ve uzlaştıracak açık yürekliliği göstermesidir. Uzlaşılamayan noktalarda her iki ülkenin kendi millî menfaatlerini diğerine zarar vermeden izlemesi en doğru yoldur. Kıbrıs, bunun en iyi örneğini oluşturur.

Bir kısım yarı aydın ve işbirlikçi zihniyet sahibi, 21. yüzyılda hiçbir ülkenin tam bağımsız olmadığını, bütün ülkelerin birbirlerine bağlı/bağımlı olduklarını söylemektedir. Türk milliyetçileri ülkeler arasındaki ilişkilerin onları birbirlerine bağladığının farkındadırlar ve buna karşı çıkmamaktadırlar. Ancak, Türk milliyetçileri, Türkiye'nin diğer ülkelerle olan ilişkilerinin, Türkiye'yi edilgen bir bağımlılığa sürüklemesine karşıdırlar. Türk milliyetçileri, ABD veya Almanya'nın Kongo veya Danimarka'ya bağımlılığı ne kadar ise o kadar bağımlı olmayı kabul edebilirler.

Ekonomik bağımsızlık dünyadan soyutlanma değil, aksine dünya pazarları ile daha fazla bütünleşme, ancak bütünleşmede etkin taraf olmayı gerektirmektedir.

Karşılıklı ve dengeli bağımlılık, 21. yüzyılın bağımsızlığıdır. Bu sürecin gerçekleşmesi için Türkiye'nin düşmanlıklarını azaltacak ve çevresinde etkin ve yararlı bir barış alanı oluşturacak bir politikaya, diğer bir ifade ile stratejik barışa ihtiyacı vardır.

Bazı çevrelerde AB'yi ABD'nin veya ABD'yi AB'nin alternatifi olarak ortaya koyan Türk dış politika modellemeleri ileri sürülmektedir. Oysa, Türkiye'nin AB ile ilişkilerinin niteliği ile ABD ile olan ilişkilerinin niteliği farklıdır ve birbirlerinin yerini dolduramaz.

AB-Türkiye ilişkilerinde temel gerginlik nedeni, AB içinde AB'nin geleceği ile ilgili iki farklı projenin çarpışması dır. Bunlardan birisi İngiltere'nin savunduğu ulus devletlerin konfede- ral AB'sidir. Bu modelde Türkiye'nin AB üyesi olma şansı vardır. Diğeri ise Fransa ve Almanya'nın öncülüğünü yaptığı federal bir Avrupa Birleşik Devletleri projesidir. Türkiye'nin federal bir Avrupa'nın parçası olması mümkün görünmemektedir. Çünkü, Türkler Avrupalılarla federal bir Avrupa için gerekli olan "Avrupalı kimliğinin" oluşmasını engelleyecek bir tarihsel ilişki modeli içinde olmuşlardır.

Türk milliyetçiliğinin ne ABD'ye ne de başka bir ülkeye yönelik politikası, kısır bir "an- ti"cilik üzerine inşa edilmemelidir. Türkiye-ABD ilişkileri de anti-Amerikancılık değil, her zaman Türkiyecilik üzerine kurulmalıdır. Bugün iki ülke arasındaki ilişkilerin temel açmazı, ABD'ye manevî olarak teslim olmuş olan Türk siyasal eliti- nin, Türkiyeci bir tavır izleyememesinden kaynaklanmaktadır. Türkiye'nin 1940'lı yıllardan bu yana izlediği genellikle teslimiyetçi nitelik taşıyan politikalar Washington'da ciddî bir alışkanlık yaratmıştır. ABD, Türkiye'nin kendisi ile herhangi bir pazarlığını bile hakaret kabul etmektedir. Öte yandan, jeopolitiği etkili bir şekilde kullanmak yerine jeopolitiği satma üzerine kurulan politikalar ve her ekonomik krizde kredi veya hibe için ABD'in kapısının çalınması, Washington'da Ankara'dan her şeyi talep edebileceği ve bunun da yerine getirileceği duygusunu uyandırmıştır.

İki ülkenin stratejik ortak olabilmesi için her şeye aynı gözle bakabilmeleri gerekmektedir. Bu çerçevede ABD; İsrail, İngiltere ve Kanada ile stratejik ortak olabilir. Oysa, Kıbrıs ve Türkmenler konularında Türkiye ile ters düşen ve düşmekte ısrar eden ABD'nin, Türkiye'nin stratejik ortağı olması mümkün değildir.

İsrail kendisini Orta Doğu'da güven içinde hissetmediği sürece, Türkiye'nin güvenliğinin ABD tarafından ihanete uğraması tehdidi ortadan kalkmamış olacaktır. Ancak, İsrail'e Kürt devleti projesini desteklemenin uzun vadede çok pahalıya patlayacağı açık bir şekilde anlatılmalıdır. Araplığın ve Farslı- ğın düşmanlığı ile yaşayan İsrail, Türklüğün de düşmanlığını üzerine çekerse, kukla bir Kürt devletinin dostluğu İsrail'e yetmeyecektir. Türkiye, Arap-İsrail çatışmasının sona erdirilmesinde ve tarafların barışı yakalamasını sağlamak için etkin bir Orta Doğu angajmanı gerçekleştirmelidir. Bölgeyi 400 sene yöneten güç olan Türkiye'nin desteklediği bir barışın daha sağlam temelleri olacaktır.

Türkiye ve Türk cumhuriyetleri kurumlarının katılacağı değişik ortak kurumsal mekanizmalar oluşturulmalıdır. Bu ortak kurumsal mekanizmaların oluşturulmasının temel hedefi, gelecek 20 yıl içinde Arap Ligi'nden daha güçlü bir "Türk li- gi"nin oluşturulması olmalıdır.

Stratejik barış için Türkiye'nin aktif bir dış politika izlemesi, komşularını işbirliği ve barışın faydalarına ikna etmesi gerekmektedir. Komşuları barışa ikna etmenin değişik yolları olduğu akılda tutulmalıdır. Suriye ile başlayan barış sürecinin hemen öncesinde bu ülkeyi savaş ile tehdit ettiğimiz unutulmamalıdır. Dış politika bir ısrar ve akıl sürecidir. Bu süreçte, teşvik, ödül, ceza, tehdit gibi mekanizmalar eşgüdüm içinde barış için kullanılmak zorunda kalınabilir.

Ülkemizi bir anda zengin, güçlü ve mutlu kılacak hiçbir sihirli formül veya ittifak yoktur. Zengin, güçlü ve mutlu bir millet olmanın yolu uzun erimli, sabırlı, etkili, verimli, sistemli ve çalışkan bir yaşam tarzının bütün bir millet tarafından benimsenerek yaşama geçirilmesidir. Halen ülkemiz 30 gün yıllık izin ve 17 gün resmî tatil ile Dünya'nın en fazla tatil yapılan üçüncü ülkesidir. Türk milliyetçiliğinin inanç tazelemesinin temelinde hamasi çözümlemeler değil, yüksek teknoloji üretimi, verimlilik artışı, refahın yaygınlaşması, yüksek-değer ekli meta üretimi, dış ticaret fazlası, geniş para stoku, düşük enflâsyon, yabancı şirketlerin satın alınması, küresel rekabette üstün Türk firmaları, borç alan Türkiye'den borç veren Türkiye'ye geçiş yatmaktadır. Türk milliyetçiliğinin hedefi Türkiye'nin büyük ekonomik güç hâline gelmesidir. Ekonomi mucizeler üzerinde yükselmez. Ekonomi, çalışma, ısrar, yaratıcılık, rekabet, yatırım, tasarruf, yeni keşifler, yeni pazarlar gibi kavramlar/süreçler ile gelişmenin sağlandığı bir alandır.

Esasen bir sanayi politikasına, bir malî politikaya, bir dış ticaret politikasına dönüşmeyen bir milliyetçi anlayışın ülkeye bir yön, bir vizyon vermesi mümkün değildir.

Ekonomik milliyetçilik kapalı, ekonomiyi gümrük duvarları arkasında korumaya alan değil, küresel rekabet için devlet- özel sektör-toplum işbirliğini öngören bir yaklaşımın ürünü olmalıdır.

Esasen hiçbir gelişmiş sanayi toplumunda, değişik kalkınma yaklaşımlarına sahip olan ABD, Almanya ve Japonya da dâhil olmak üzere, devlet ekonominin dışında değildir.

İdare-i maslahatçılar gerçek ekonomik kalkınmanın toplumca ödenmesi gereken bir bedeli olduğunu, tasarruf yapan ve üreten toplumların ciddî bir ekonomik kalkınmayı gerçekleştirebileceği gerçeğini göz ardı ederek, nerede ise çalışmadan iyi yaşamayı vaadetmektedirler. Bu halka söylenen en büyük yalandır. Bu yalanın bir sonucu olarak, Türk toplumu ürettiğinden fazlasını tüketen bir tatil, fiesta toplumu hâline dönüşmüştür.

Jeoekonomik milliyetçiliğin amacı, Türkiye'yi teknoloji üretme ve keşfetme konusunda en gelişmiş ülkeler ile rekabet eder hâle getirmektir. Bu hedef ilk bakışta imkânsız gibi görünse de, esasen ciddî bir bilim politikası ve sanayi alanında devlet-özel sektör işbirliği ile mümkündür. Türkiye'nin hedeflediği ekonomik sıçramanın nesnel alt yapısı mevcuttur. Ancak üretken ekonomik yapı şimdiye değin istikrarsız politikalar ile sürekli sakatlanmıştır. Sanayi devi Japonya'nın 1980'de 2.1 milyar Dolar olan dış ticaret fazlası 1991 sene- 124 sinde 110 milyar Dolar'a çıkmıştır ki bu da, istikrarlı ve stratejik ekonomik politikalar izlendiği takdirde ekonomik gelişmenin ulaşabileceği seviyeyi göstermektedir. Keza Çin'in 1978-1997 seneleri arasında kişi başına millî geliri dört katına çıkardığı düşünülür ise Türkiye'nin çok hızlı bir ekonomik yapılanmayı daha kısa zamanda gerçekleştirmemesi için neden olmadığı da anlaşılır.

Ekonomik milliyetçilik belirli bir ekonomik modelin kopyasından ziyade, Türkiye'nin ekonomik ihtiyaçları ile dünyanın en güçlü ekonomilerinin ekonomik yaklaşımlarının olumlu yönlerinin sen- tezlenerek. ekonomik-politik bir program haline getirilmesidir.

Yatırımların ve ihracatın artması için iç tasarrufun artması bir zorunluluk olarak belirmektedir. İthalât-ihracat dengesinin sağlanması için dış satım teşvik edilecek ve dış ticaret fazlası hedeflenecektir. İhracat politikasının temelini ucuz ve kaliteli mal satımı oluşturacaktır. Gerçi Türk sanayiinin ürettiği malların kalitesinin son dönemde ciddî bir artış gösterdiği şüphe götürmez. Ancak Türk mallarının kalitesinin yarattığı olumlu ortamdan faydalanan bazı çevreler kalitesiz mal ihraç ederek Türkiye'nin özellikle eski Doğu bloğundaki pazarının daralmasına neden olmaktadırlar. Devlet Türk ekonomisine orta ve uzun vadede ağır zarar veren bu tür dış satımı engelleyecek TSE kalite damgasını, ihracat için şart koşmalıdır.

Devlet harcamalarında ciddî bir tasarrufa gidilmesi gerekmektedir. Ancak bu tür tasarruflarda temel ilke devlet yatırımlarında yapılacak tasarruftan çok devlet harcamalarında, tüketimde kısıtlama olmalıdır.

çerçevede toplumsal refaha ve millî güvenliğe katkısı olmayan kuruluşlar özelleştirilerek, değer yaratır hâle getirilmelidir.

Ekonomik sıçrama politikası ile refah devleti politikası arasında bir zıtlaşma görmez. Gerçi birçok sanayileşmiş ülke, 1980'li yılların başlarından beri sosyal refah devletinde kısıtlamalar yaparak Pasifik kuşağının ucuz emek politikaları ile rekabet edebilir kalmaya çalışıyorlar ve/veya sermayelerini düşük ücretli ülkelere kaydırıyorlar. Türkiye'de ise işgücünün Avrupa ile kıyaslandığında pahalı olduğunu söylemek mümkün değildir. Türkiye'de amaç, işgücünün alım gücünü artırırken işçi üretkenliği- ni de artırarak verimli ve rekabet edebilir kalmadır. Jeoekono- mik milliyetçi yaklaşım, Uzak Doğu'daki ekonomik kalkınmanın temelinde yatan ucuz işgücü sömürüsüne dayanan ekonomik kalkınma programlarına da terstir.

Bu radikal süreçlerden birisini ve en önemlisini muhakkak bugün toplumun % 44'ünü oluşturup, GSMH'nin ancak % 14'ünü üreten tarım sektöründeki nüfusun, hızlı bir şekilde % 10-6 seviyesine çekilirken, GSMH'yi artırması için alınacak önlemler oluşturmalıdır. Bu süreç, bir yandan toprakların birleştirilerek, modern tarım ve hayvancılığa geçilmesi, öte yandan Anadolu'nun değişik merkezlerinde yeni büyük kentler doğarken, mevcut kentlerin de büyümesi anlamına gelmektedir.

Zengin olmayan bir ülkenin ulusal menfaatlerini gerçekleştirme şansı çok zayıftır. Üstelik, ulusal çıkarlar konusunda millî uzlaşma sağlayabilmek için zenginliğin toplumsal bölü- şümünde adil olunması gerekmektedir.

Ekonomik güvenliği kalmayan bir ülkenin, silâhlarla sınırlarının uzun süre korunamayacağını yakın tarihte gösteren en büyük örnek, dünyanın en büyük ikinci ordusuna sahipken çöken SSCB'dir.

IMF'yi suçlamakta bir anlam olmamak ile birlikte, IMF ile ilişkilerimizin sona erdirilmesi, ancak IMF tarafından önerilen birçok reçetenin "millî ihtiyaçlarımız çerçevesinde" ısrarla uygulanmaya devam edilmesi gerekmektedir.

Türkiye'nin "ekonomik güvenliğini" sağlamadan güvenliği sağlanmış sayılamaz. Ekonomik güvenlik ise ancak yüksek teknoloji, yüksek verimlilik, düşük işsizlik ve enflâsyon, düşük iç ve dış borç, ihracat fazlası ile sağlanabilir. Bunların Türkiye için hayal olmadığını, Cumhuriyet'in ilk 15 yılında %7.7'lik kalkınma sağlayan Mustafa Kemal Atatürk göstermiştir.

1980'lerde oluşan, politikacı-bürokrat-hortum- cu işbirliği mekanizmasının kırılması, bürokrasinin yeni yasalarla yeni bir ahlâkî zemine oturtulması gerekmektedir.

Ankara ve İstanbul sokaklarında yurttaşlar, arabalarının çizileceği korkusu ile değnekçilere haraç vermekten kurtuldukları gün, Türkiye'de bir şeylerin değişmeye başladığına inanacaklardır.

Millî kültürün korunmasında en etkin yol, onun evrensel bir etki kazanmasını sağlayacak yolların bulunmasına bağlıdır. Diğer bir ifade ile millî kültürü geri çekilerek değil, ilerleyerek savunmalıyız, sınırlarımızın gerisinde değil, sınırlarımızın ötesinde savunmalıyız. Örneğin, Türk mutfağı ve Türk müziği ancak küresel bir etki alanına kavuşur ise varlığını daha güçlü savunabilecektir. Yeniden millî devletin oluşum sürecinde, yabancı dilde eğitimin yasaklanarak, yabancı dil eğitiminin etkili bir şekilde orta öğretim sürecinde çözülmesi, yabancı dilde isimlerin kentlerimizin görüntüleri arasından silinmesine kadar uzanan önlemler de gerçekleştirilmelidir.

mensup oldukları milletin bir başka milletin boyunduruğu altında yaşayamayacak kadar onurlu ve kendi kendisini yönetecek kadar da erdemli olduğu noktasından hareket ederler. Bir ulusun kendi kendisini yönetmesinin en doğru ve etkin yolu demokrasidir.

Türk milliyetçiliği yüzde yüz türdeşliği ve tek-düzeliği hedef alan totaliter bir anlayışa sahip değildir. Ancak Türk milliyetçiliği kişiler ve gruplar arasındaki her türlü farkın vurgulanarak kurumsallaştırılmasına karşıdır.

Cumhuriyetin kurulması aşamasında devletimizin kurucuları haklı endişelerle demokrasinin kurulması sürecinde ihtiyatlı adımlar atmışlardır. Gerek tarihsel mirasın akıllarda ve yüreklerde endişeler, gerek iç isyanlardan dolayı devlet merkezli bir demokratik yaklaşımı tercih etmişlerdir. Ancak, bu süreçte ülkemizde demokratik rejime geçişin maddî alt yapısı da hazırlanmıştır.

Bağımsızlaşma ve millî devlet süreçlerine koşut olarak geliştirilmesi gereken bir süreç de, Kopenhag Kriterleri ile etnik merkeze çekilen demokratikleşmenin tekrar yurttaşlık merkezli insan hakları esasına oturtulmasıdır. Demokratikleşme süreci bir yandan millî devleti güçlendirecek ve bir toplumsal uzlaşmayı sağlayacak önlemleri almalı, öte yandan devlete sadakati artırmalıdır.

Türkiye; etnik sorunu aşmak için etnik haklar vermek gibi sadece merkez-kaç eğilimleri artıracak bir yola gitmemeli, etnik sorunu sosyal bir sorun hâline getirmemek için politikalar üretmelidir.

1071-1922 arasında 861 sene tek başına "bir uygarlığın" Türk-İslâm medeniyetinin ve bütün bir İslâm dünyasının kılıcı ve kalkanı olan Türkler, birleşik bir kıtaya, Hristiyan medeniyetinin bütün unsurlarına karşı tek başlarına savaşmak zorunda kalmışlardır. Tarihte benzeri bir mücadele vermiş başka bir millet yoktur. Türklüğün hak din için bu büyük ve emsalsiz mücadelesi, yüce dinimiz İslâmı Arap yarımadasında sıkıştırılmaktan, Kuzey Afrika'dan atılarak Orta Doğu'nun dar alanında boğulmaktan kurtarmıştır. Abbasiler çağında dinamizmini tüketmiş olan Araplıktan devralınan emanet, büyük bir mücadele sonunda bütün küreye yayılmış olan bir din, bir inanç sistemi hâline gelmiştir. Ancak, Türk milletinin tek başına bir medeniyet ile giriştiği amansız mücadele, bizi sonuçlarını hâlâ tamamen ortadan kaldıramadığımız emper- yal bir yorgunlukla karşı karşıya bırakmıştır. 1000 seneye yakın bir süre dövüşen, yorulan, yıpranan, örselenen bir millet. İstiklâl Harbi bu milletin boğazlanmamak için yaptığı son hamledir. 1774'te Küçük Kaynarca'da başlayan nihaî geri çekiliş 154 sene sonra 1920'de Sakarya'nın kıyılarında durmuştur. Ancak Sakarya'da düşmanı durduran, Kocatepe'de emperyalizmin kiralık ordusunu yenen ordu, Türk ordusu, 1529'da Viyana önüne ilk kez gelen Ka- nunî'nin komutasındaki ordu gibi yediği üzümlerin dallarına altın kesesi asabilecek bir ordu değildir. İhtimaldir ki, Kanu- nî'nin Viyana önünde kurulan Otagi Humayunun maddî değeri bütün bir İstiklâl Harbi'nin maddî harcamalarından daha fazladır. Özetle, Cumhuriyet; yıkılmış, geri kalmış, maddî kaynakları tükenmiş bir Anadolu devralmıştır. 154 sene süren yenilginin ardından Batı karşısında direniş ve galibiyeti temsil eden Kuva-yı Milliye hareketi, Türk milletine İstanbul'u fetheden Türk ordusunun büyük moralini vermiştir. Türkiye Cumhuriyeti ile başlayan büyük uyanış ve Türk halkının moral rehabilitasyonu Atatürk'ün ölümü ile son bulmuştur. Türkiye, Türk insanı emperyal yorgunluğu ortadan kaldıracak adımları atamadan yeni bir yıpranma süreci içine girmiştir. 2. Dünya Savaşı'na girmemekle birlikte savaşın ülkeye verdiği zararlar gözle görülebilir durumdadır. DP-CHP çatışmaları, Türkiye'ye yönelik örtülü istilâ hareketinin bir parçası olan örgütlü Marksist saldırılar, Alevî-Sünnî gerilimi, PKK terörü Türkiye'ye yönelik stratejik saldırılardır. Bu noktada yapılması gereken, her şeyin temel ölçütü olan insanın, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının güçlü bir rehabilitasyon sürecinden geçmesinin sağlanmasıdır.

Toplumun kısa vadeli yeniden yapılanmasında, Türkiye'nin spor, eğitim, sanat gibi alanlarda kazanacağı başarıların büyük bir önemi olacaktır. Bu tür başarılar, toplumun kendisine olan inancını tazeleyecek, ileriye daha güvenle bakmasını sağlayacak, toplumsal birliktelik duygusunu güçlendirecektir. Ancak, bütün bu tür önlemler, kısa vadeli yapısal sorunları çözmekten uzak, populist nitelikli geçici çözümlerdir. Bu çözümleri kalıcı hâle getirecek olan, yapısal nitelikli sorunları teşhis ederek, onları ortadan kaldıracak çözümler üretmektir.

Hiçbir siyasal-toplumsal proje insanlara ve milletlere yeryüzü cenneti vaat etmemelidir. Çünkü, insanlara yeryüzü cenneti vadeden politik projelerin sağlayabildikleri ancak yeryüzü cehennemi olmuştur.

Bugün her iki tarafta da karşılıklı olarak sadakat ve inanç azalması yaşanmaktadır. Bir devletin yurttaşlarının sadakati olmadan güçlenmesi nasıl mümkün değil ise bir yurttaş da devleti kendisine güvenmez ise ona sadakatini uzun süre sürdürmesi mümkün değildir.

Devlete bağlılık ve sadakatin bir başka önemli ölçütü de, adalet sisteminin hızlı ve adil işlemesidir. Bugün, adalet sistemimiz ne hızlı ne de adildir. Hukuk sistemimizin birçok unsuru yeniden yapılandırılmalı, cezalar kamu vicdanını tatmin eder hâle gelirken, genel ve özel af uygulamaları anayasa ile yasaklanmalıdır.

Bu düşünce ve duruş, 20. yüzyıl boyunca büyük bir dinamizm göstererek, önce Türk İstiklâl Savaşı'nın yönetici kadrolarının yol göstericisi olmuş, sonra da Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuştur. 1960'lı yıllardan başlayarak 1980'e değin, Türk milliyetçiliği Sovyet emperyalizminin Afganistan, İran, Türkiye hattı üzerinde ilerleyerek sıcak denizlere inme stratejisi çerçevesinde sürdürdüğü örtülü istilâyı Anadolu'da durduran siyasal güç olmuştur.

Türk milliyetçileri, 12 Eylül ve sonrasında tarafsızlık adı altında Sovyet örtülü istilâsının bir parçasını oluşturan örgütlenmelerle eşit tutulmuş, çok ağır ve devletle milliyetçileri yabancılaştıran bir davranış/tutum ile karşılaşmışlardır. Esasen, bu konuda Türk milliyetçilerinin çok da hayal kırıklığına uğramamış olmaları lâzımdır. Çünkü, 1965-1980 arasındaki süreçte, örtülü istilâ ile mücadele sürecinde Türk milliyetçileri de düzen ile çelişkiye düşmüşlerdir. "Yıkılsın Düzen, Yaşasın Devlet" diyerek düzene savaş ilân etmişlerdir.

Bu büyük millet, millî ülküleri gerçekleştirmek amacı ile büyük fedakârlıklar yapmıştır ve bun- 146 dan sonra da eğer bu fedakârlıkları isteyenlere inanır ise yapacaktır. Ancak, halktan bunu istemek için önce fedakârlığın toplumun bir katmanı üzerine yıkılmayacağının, Türk milletinin bir bölümünün kan vergisi, can vergisi, malî vergi, kısaca her türlü fedakârlığı yaparken, küçük bir azınlığın asalak bir televole toplumu havası içinde yaşamasına izin verilmeyeceğinin güvencesinin halka verilmiş olması lâzımdır.
0 Responses