Murat Çetin
Bizim Nizamettin Bey'e diyorum, bu kömürde iş yok, kıy paraya... Nizamettin Beyde diyor ki...» Öğretmen emeklisi:
«Ne o? dedi, Gene Nizami Bey, Nizamettin Bey mi oldu? Ulan fırıldak gibi adam be! Gericiler ağır basınca Nizamettin... İlericiler kıpırdanınca Nizami Yalçın oluyor. Kendisine sorarsan İttihatçıdır. Kurban olayım böyle İttihatçıya!

«Doğuda Vali'ydim. Ankara'dan sıkı emirler geliyordu. Çarşaf da çarşaf diyorlar, başka bir şey demiyorlardı. Çağırdım Emniyet Müdürü'nü, Jandarma Komutanı'nı... Kimin sırtında çarşaf görürseniz, ananız bile olsa tutup yırtacaksınız, hem de çatır çatır, dedim! Başka çare yok! Buradan öte vilâyet yok, huduttayız! Anladınız ya!»
«Tamam! Yaşa Hurşit Bey! Yürürse bu iş böyle yürür. Asacaksın daha olmazsa! Halk cahildir, halk
görgüsüzdür, başka çare yok!»
«Duuuur! Yavaş ol!» dedi, Hurşit Bey, «Polis, jandarma cayır cayır çarşaf yırtmaya başlayınca bir cayırtı da halktan koptu. Tamam dedim, halka görünmenin tam sırası... Ağır olun dedim, bizim zabıta kuvvetlerine. Şimdi sıra bende. Bırakın çarşaf marşaf yırtmayı. Vilâyet gazetesinin başyazarını çağırttım. Yaz, dedim, demeç veriyorum: Bundan böyle yalnız ve yalnız genelev kadınları giyecek. Günahkârların kendilerini halktan gizlemeleri için! Peçe bile takabilirler!» Cevdet Barlas:
«Sonraaa?» diye baktı yüzüne.
«Sonrası mı olur artık, bir tek çarşaflıya rastlayana aşkolsun, şehir sokaklarında! Biz böyle yaptık valiliği dostum!»

Acem Hüseyin, içerde söylenip duruyordu:
«Çay değil, toz bütün bunlar... Enfiye diye al, burnuna çek! O eski Akkuyruk'lar.Seylân çayları...» Acem Hüseyin her sabah böyle söylenecekti elbet... Söylenecekti ki bir avuç tozdan tavşan kanı gibi çay demlemenin ustalığı çıksın ortaya!

«Hiç yakalanmış hırsızı, göz göre göre salıveren hâkime de rastlamamıştım!» Öğretmen emeklisi:
«Hayrola!» dedi. «Vukuat mı var!»
«Ekmek çalan biri beraat etmiş!» Takmaz Niyazi karıştı lâfa:
«Asmamışlar demek!»
«Hiç olmazsa altı ay vermeliydi Hâkim. Haydi diyelim ki beraat ettirdin, ne demeye gazetelere
verirsin. İt uğursuz okusun da fırınlara saldırsın diye mi?» Yargıç emeklisi Nihat Haktanır:
«Hiç üzülme sen!» dedi, «İt uğursuz gazetedeki yazıyı okumaya başladığı gün ekmek çalacak adam kalmaz memlekette...»
«Ne olursa olsun... Hırsız, ekmek de çalsa cezasını bulmalı! Ne olur sonumuz!»

«Arkadaşlarla şöyle bir tarayalım dedim... Doğu'ya yardım için... Sorma komşu! Bir dokun, bin ah işit... Torbasızın karısı ne dese beğenirsin. Sizde varsa bize bırakın gelmişken, dedi, «Kızımı okuldan aldım, pabucu yok diye.» İki yüzden fazla kapının ipini çektik, ikiyüz lira toplayamadık!» Öğretmen emeklisi:
«Doğu'da açlık kaldı mı ki...» dedi.
«Kaç kuruş yardım yaptın?..»
«Tam elimizi cüzdana atalım dedik, bir Bakan, 'Doğu'da açlık yenildi' diye beyanat verdi.» Az konuşan Malmüdürü emeklisi:
«Yalan mı?» dedi. «Açlık yenilmiş. Afiyet olsun! Açlık bile yenilip tüketilmiş!»

«Şalvar ıslanmalı, içerden mi, dışardan mı? Yahu şalvar dedim de aklıma geldi kurtçulardan biri parti kuracakmış. Toplayacakmış adamlarını da...»
«Sana ne, kuracaksa...»
«Sana ne olur mu? Ulan, ben tabelâcıyım, iş çıksın bize de... Geçen gün, bir makarna tabelâsı ısmarladılar. Bin lira istedim. Vermem dedi... Sen verecek değilsin ki dedim, makarnayı yiyen verecek... Adamın aklı yattı. Arkadaş, sağcı partilerde çok iş vardır... Hitler ortaya çıktığı zaman propaganda masraflarını top fabrikası sahipleri vermiş, verdiğinin yüz katını ilerde çıkartmak için.»
«Bizde top fabrikası mı var be!»
«Her memlekette top dökmek âdettir. Millet nedense hoşlanıyor kuru gürültüden. Bizde de kuru
sıkı Ramazan topu atılır... Dedim ya...Avrupa'da bu gibi partileri ya gericiler destekler, ya da büyük fabrikacılar... Bizde de celepler, tefeciler, kabzımallar, toptancılar arka çıkar. Hitler Yahudi düşmanıydı değil mi? Bizim sağcılar Yahudi dostu! Bütün Yahudilerimiz, ırkçıların can dostu! Turancılar, bağırıp çağırdıkça yağ bağlıyor yürekleri... Neden mi, diyeceksin... Sağcılarımız
sıyırma kantar devletçiliğe karşı da ondan, «Hadi açın keselerin ağzını» diyorlar, açıyorlar. Karga mandayı hayrına bitler mi? Her şey karşılıklı...»

«Yükü tuttun bu günlerde... Patron oldun! Her gün karşıdaki arsada iki tabelâ yatar, tabut kapağı gibi...»
«Patronlar için parti mi yok, memlekette... Açmaz bizi bu partiler... Bizim tulum leş gibi tiner kokar. Girelim desem de sokmazlar içeri. Burunları rahatsız olur onların. Abi be, sana bir şey diyeyim mi? Biz bilmeyiz haddimizi. Bakmayız da donumuzun yırtığına, rüzgara karşı gideriz. Neyimize gerek ırkçılık bizim! Aç açına insan kalkar da taa Orta Asyalar'a gider mi? Atalarımız zor kurtarmış kendilerini oralardan! Enver Paşa gitmiş de ne olmuş! Bilirsin sen!»

«Ben sahra postalarında çavuştum seferberlikte. Herifler bayılırlardı maydanoza... Bayağı kaz gibi otlarlardı. Sonra maydanoz deyip geçmeyin, ilâç bile yaparlar maydanozdan... Çok şifalı olduğunu söyler eski hekimler... Uyandırır derler erkekliği...»
Öğretmen emeklisi:
«Öyle mi?» dedi,«Ben hiç sanmıyorum!»
«Neden yahu?»
«Çok yerim de, avuç avuç... Ya maydanozun eski hızı kalmamış, ya da bizim hızımız.» Sağlık memuru Ali Derman, Cemal Zülfü'nün kulağına eğildi
«Üç tutam karabiber. Turp tohumu... Nöbet şekeri... Yarım fincan da zerdeçal...»
«Olmaaaz!» dedi Mal müdürü, «Hindistan cevizi rendesi olmadan macun, bir şeye benzemez... Sonra efendim havuç... Havuç deyip de geçmeyin!» Sağlık memuru:
«Ben el yazması bir kitapta gördüm, cevzi bewa... diyor. Mısır çarşısı'nda aradım, buldum, koydum benim tertibin içine... Allah sizi inandırsın, benim sekiz numara var ya... İlhan! İşte bu tertipten peydahlanma...»
«Zerdeçalı biraz fazlaca koymuşsun. Oğlan, kayısı gibi sapsarı çıkmış!»

«Sen keyfine bak! Bir kurt masalı geldi aklıma... Kurtların en sevdiği şey neymiş biliyor musunuz. Ne kuzu eti, ne koyun ciğeri... Hiçbiri değil... Bayılırlarmış eşek kulağına... Kurt eşeğin, eşekliğini iyi bildiği için birden atılmazmış üzerine... Eşeği karşıdan görünce başlarmış yatıp yuvarlanmaya... Bir gün eşeğin biri, otları karnına kadar çıkan bir çayırda yayılırken taaa karşıda kurda benzer bir yaratık görmüş. Otlar öylesine diri, öylesine tazeymiş ki, başını yerden bile kaldırmamış. Kurt onun vurdumduymazlığından faydalanarak sürüne sürüne biraz daha yaklaşmış. Otlar ne kadar gizlese de gene yarı belinden yukarısı kabak gibi ortada... Eşek bir ara başını kaldırıp bakmış. Değil, demiş, kurt böyle olmaz! Kurt bu kuşkulu bakışlardan kurtulmak için başlamış oynaklanmaya... Sıpalar gibi atlayıp sıçramaya. Eşek, gözünün ucuyla yaklaşan kurda bir daha bakmış:
«Hayır!» demiş. «Kurt değildir bu... Kurt dediğin avını görünce hemen sıçrar üzerine. Böyle oynaklayıp durmaz!»
Kurt bu kez de eşeğin kuyruk tarafına kaymış, bakışlarından kendini kurtarmak için... Eşek onun bu kaymasını görünce büsbütün umutlanmış:
«Böyle kurt olmaz!» demiş,«Kulağı bırakıp kuyruğa bakan kurt daha dünyaya gelmemiştir!» Kurt da kurtmuş hani! Saatlerce beklemiş. Varlığını eşeğe lam unutturduğu sırada, hop, birden atlamış üzerine! Önce burnuna atmış pençesini, sonra yapışmış kulaklarına. Eşek böyle kıskıvrak sarılıp sarmalandığını görünce yana yakıla başlamış yaygaraya:
«Oymuş!.. Oymuş!.. Oymuş!.. O!.. O!.. O!.. A!.. A!.. A!.. İL I!.. İ!..»»

İki kafadar peydahlanmıştı, kıraathanenin ortasında... Birinin elinde bir tepsi... Öbüründe bir koçan... Sokuldular emeklilerin masasına:
«Selâmün aleyküm!» dediler.
«Aleyküm selâm!»
«İmanlı din kardeşlerimiz! Bu geceki lodosta Eyüp Sultan Camii şerifinin minaresi uçtu, tam üst şerefenin hizasından. Bu mübarek Ramazan-ı Şerifte acele tamiri için makbuz kesiyoruz. Gelin, siz de bu hayırlı yardıma katılın! Sevabından mahrum etmeyin kendiniz!»
Tefeci Hayri Efendi'ye sokuldu ilkin:
«Sizden elli lira mı?»
«Al şu beş lirayı helâlinden!.. Karınca kararınca...»
Beş lira da Hurşit Bey çıkardı. İş tavsamıştı başlangıçta. Topsakal yapıştı cüzdanına, bir ellilik attı. Bunu gören koçancılar coştular birden:
«Sağol Hafız Efendi. Mekânın cennet olsun!»
Hocanın bağışı işi hızlandırmıştı. Makbuzlar on liradan aşağı düşmüyordu. Tepsinin üstü kabardıkça kabardı. Emekliler temizlenince geçtiler öbür masalara.
Öğretmen emeklisi:
«Kelle sağ olsun cihanda, hiç külah eksik değil!» diye bir mısra yuvarladı. Herkes uyanır gibi olmuştu. Bir kuşku düşmüştü içlerine.
Top sakal bir ara kalktı yerinden. Kapıya doğru yürüdü. İki koçancıya sokuldu, yavaşça:
«Yürüyün çocuklar!» dedi, «Bu dereden bu kadar balık avlanır! Dolmuş durağında bekleyin beni. Biz de emekli kahvesidir diye boş hayallere kapıldık. Nerdeyse benim, tav için attığım elliliği yürüteceklerdi!»

Üniversitede Kalem'de çalışan Bülent:
«Gene dünyasına darıldı emeklilerden biri galiba?» dedi, «Cenazeye gidecekler.» Arkadaşı Behçet:
«Yok, hayır!» dedi, «Keyifli görünüyorlar. Bir yas havası yok!»
«Canım, onlar sıranın kendilerinden atladığını görünce de keyiflenirler. Bilirler her saniye topun ağzında olduklarını.»
«Bak, bak! Bizim Barlas, madalyasını da takmış!»
«Daha iyi ya! Bu madalya cenaze günlerinde değil de bayram günlerinde takılmaz mı?»
«Ölen için cenaze... Geride kalanlar için bayram!»
«Ama var bir şey!»
«Ölüm için değil bir araya gelişleri... Saat ikiyi geçiyor. Öğle namazı çoktan kılınmış olacak.»

Boyabatlılar bir teşkilât!.. Erkekleri kıyak hademedir haaa!.. Kızları hizmetçi!.. Neyse... Hafta geçmeden verir Şişli'de bir apartmana, üç yüz liraya. Aylık da yüz lira!.. Kızı giydirirler, kuşatırlar, şehir kızından farkı kalmaz. On beş gün mü, geçer aradan, bir ay mı, buzdolabındaki pirzola yüzünden bir kavgadır çıkar. Ertesi gün kız babasının yanında...
Hanımefendi de peşinden damlar. Hadi kız, gel gidelim, der. Hacer oralı değil! Anan yahşi, baban yahşi, kız gitmez, gitmez!.. Hanımefendi arkasına bakaaa baka döner gider.»
«Öyle ya!.. Zorla da götüremez ki!» Aradan iki gün geçmeden Hacer başka kapıya... Dört yüz de yeni evden alır...»
«Aylık?»
«Aylık yüz elli! Kız bir ay durmaz ki aylık alsın! Oradan da bir bahane bulup kirişi kırar, iki hafta geçmeden.»

«Tabiii o zaman altı yaşında ya var, ya yoktu. Parmak kadar çocuk da hiçmetçiliğe verilmez ya... Onu da evlâtlık diye veriyor, kısır bir hanımefendiye. Hepsinden de baskın çıkıyor bu bacaksız.» Nevzat birden dikildi ayağa:
«Bakın, bakın!» dedi, «Bir Ford giriyor sokağa... Hayriye'nin dediği doğru demek... Kaçıracaklar demişti ablamı...»
Hasbi Efendi:
«Allah, Allah!.. Herkes bildikten sonra, bu nasıl kaçırmak böyle!.. Vardır bir oyun bu işin içinde!»
«Hayır, kaçıracaklar!»
«Olabilir de... Neyse gelelim hikâyemize... Bacaksız hepsinden de baskın çıkıyor. Şalvarla veriyorlar bir eve, evlâtlık... Üç yüz, beş yüz liraya... Giydiriyorlar kuşatıyorlar. İstanbul çocuğundan ayırabilirsen, aşkolsun! Bir gün sözde babası görmeye gidiyor kızını... Bir yapışıyor babasının boynuna ki, sorma! Sakız gibi... Ayırabilirsen ayır! Ağlar da ağlar... Durmam bu evde diye tutturur. Eh n'apalım derler al götür bari... Çiçek gibi döner eve. Gelir gelmez giydirirler şalvarı, bu sefer başka bir kısır hanımefendiye... Köyden yeni gelmiş şalvarlı çocuğun alıcısı çok olur. Düşünün, ayda bir ev... Her evden üç yüz, beş yüz lira... Allah ne verdiyse. Üst baş da cabası...»

«Hocanın biri cerre çıkmış, bir zamanlar!» diye başladı, «İnmiş konuksever bir köye. Açlıktan zifiri kesilmiş hocanın. Gözünü karartmış, Peygamberin devesi gibi çökmüş, karşısına çıkan ilk biçimli evin önüne! öyle ya, deve bile hamur yutturacak evi hesaplayıp çökmüş olacak. Hoca da öyle yapmış. Evin erkeği çiftinin çubuğunun başında. Evin kadını, oğlundan bir çömlek pekmez göndermiş hocaya. Bir de somun... Hoca batırıp batırıp indirmiş gövdeye. Bakmış ki, ekmek batırmakla çömlekteki pekmezin tükeneceği yok. Çocuktan bir kaşık istemiş. Başlamış bu sefer kaşıklamaya. O da olmamış, kaldırmış çömleği dikmiş. Lıkır lıkır... Hâlâ tüketememiş çömlekteki pekmezi. Oğul, demiş pekmeziniz halis üzüm pekmeziymiş. Siz böyle her gelen Hoca'ya bol bol pekmez çıkarır mısınız? Yok, demiş çocuk, çıkarmayız! Hani Hoca biraz da böbürlenmemiş değil. Ya, demiş; çıkarmazsınız demek? Peki, bana neden bu kadar bol pekmez çıkardınız? Oğlan, neden çıkaracağız demiş, küpe sıçan düştü de... Ziyan olmasın diye çıkardık. Hocanın kavuk tepesinden fırlamış. Kaldırdığı gibi pekmez çömleğini vurmuş yere; tuz buz etmiş. Olandan bitenden ürken çocuk, seslenmiş içeri. Anneee! Hoca, babamın sidik kabını kırdın!»

«Üç metre, kupon. Halis İngiliz! Dört yüz lira! Tam dört yüz! Metelik aşağı olmaz. Sizi kumaştan anlar dediler de geldim. Bir Ocak Başkanı, daha aşağı kumaş da giymemeli!»
«Ne olursa olsun. Çok pahalı!»
Kaçakçının hiç minneti yoktu. Kumaşı topladı, katladı, çantaya koydu. Fermuarını da çekti:
«Hadi eyvallah!»
Ocak Başkanının içi gitmişti ya. Böyle alış verişlerde çok tecrübeli sayılırdı. Adam az sonra nasıl olsa dönüp dolaşıp gelirdi.
Kaçakçı kapıdan çıktı. Dışarda bekleyen arkadaşının elinden ikinci çantayı aldı, kendi elindekini ona verdi. Çantalar tıpa tıp birbirlerinin benzeriydi. Bıraktığı çantadaki kumaşlar halis İngiliz'di ama, aldığı çantadaki iki parça kumaş yerlinin de en bayağısıydı. Desenleri, renkleri benziyordu sadece.
Ocak Başkanı karşında kaçakçıyı görünce kendi anlayışından ötürü böbürlerndi:
«Dört yüzün çok fazla olduğunu sen de anladın değil mi?» diye sordu.
«Dört yüz hiç fazla değil. Bu gece memlekete dönüyorum da. Yirmi beş eksik olsun!»
«Üç yüz iyidir!»
«Üç yüz elli!»
Kaçakçı masanın ucunda duruyordu.
«Tamam mı?» dedi.
«Tamam!» dedi.
Kaçakçı kumaşı çekti, çantanın dış gözünden bir kâğıt çıkardı, sardı. İple de bağladı:
«Buyur, güle güle giy!»

«Bunlar oradan getirdikleri... Ya bıraktıkları?»
«Bir zeytin dalı, bir de plaket!»
«Plaket mi?»
«Üzeri yazılı bir çelik levha!»
«Ne yazılmış üzerine?»
«Biz bütün insanlık adına, barış için geldik buraya!»
«Savaş için geldik diyemezler ki!» dedi Barlas, «Bu adamlar, nerde bir tek insan görse onunla savaşmadan yapamazlar!»
«Ya savaşırlar, ya da dolarla satın almaya kalkarlar...»
«Ayda savaşacak tek insan bulamadıkları içindir, barış için gelişleri... Bununla birlikte ayda ne var ne yok daha belli değil! Hele getirilen topraklar bir incelensin... Mikrop mu var, bakteri mi, bir anlaşılsın... Bir de bakıyoruz ki aydan getirdikleri mikroplar biraz kendilerine geldikten sonra bize savaş açmışlar, almışlar dünyayı elimizden!»

«Gittiler, geliyorlar, kazasız belâsız!» Lâfın yuları Şoför Cemil'e geçmişti:
«Kaza da olmaz, belâ da! Herifçioğlulları tam uykularını alıp direksiyon başına öyle geçiyorlar! Bizim gibi uykulu uykulu kullanmıyorlar arabalarını! Üç kişi içerde! Uykusu gelen çekiliyor geriye! Geçen gün bizim takayla Urfa'ya kadar gittim geldim. Gözlerimi kırpmadan! Aya gitmek iş mi be! Onlar kabadayıysa Urfa'ya gidip gelsinler bakalım!»
«Peki seni bindirseler gider misin, bu ecel teknesine!» diye sordu Zülfü Bey.
Şoför Cemil:
«Neden gitmeyecekmişim!» dedi, «Uyku dersen uyku! Kayıntı dersen, kayıntı! Üst baş da patrondan! Yol dersen ayna gibi! Ne geriden sollayan var, ne karşıdan toslayan! Bir de gidip geldikten sonra on beş gün karantina! Gel keyfim, gel!»

«Valla Beybaba!» dedi, «Ben baktım baktım da o dedikleri şeyden göremedim bu Yılanların Öcü'nde. Sıkı filim... Bir Irazca var ki muhtara bile sert yapıyor. Avukat gibi karı. Köyün erkekleri tüm yılıyor ondan.»
Komutan emeklisi atıldı:
«Hah!» dedi, «Tamam! Kendi ağzınla yakalandın işte. Bir kadın, köy yerinde, hem de cahil bir kadın, tutar da köyü idare eden bir otoriteye kafa tutarsa , bu komünistlik değil de ne? Komünistin boynuzu kulağa mı olur!»
«Sonra bir Kaymakam var?»
«Nasıl, Kaymakam sivil mi?»
«Evet Beybaba, sivil... Ama ne Kaymakam! Geliyor köye... Daha köye girmeden bu Irazca Ana'nın dertlerini dinliyor yolda!»
«Olmaz böyle şey. Öyle Kaymakamlar yaramaz bize. Eee Muhtarın evine inmiyor mu?»
«Suratına bile bakmıyor.»
«Nasıl olur? Kaymakam dediğin köye indi mi, doğru Muhtar'm evine iner. Demek, filimde inmiyor ha! İşte burası da çarpık! Kaymakam dediğin, önce Muhtar'la temasa geçer. Ne var, ne yok, köylü hükümetten hoşnut mu, değil mi? Bir sızıntı var mı, yok mu, sormazsa, yani o filimde sordurulmazsa bir kurt yeniği var, demektir.»

«İngiliz'in biri, Arap sömürgelerinden birinde vazifeliymiş!» diye başladı, «Bir gün trene binip uzak bir yere gitmesi gerekiyormuş, İngiliz'in. İstasyona ininceye kadar tren, düdüğünü çekmiş, almış başını, düzülmüş yola. İlk istasyonda biraz fazla bekleyeceğini hesaplayan açıkgöz İngiliz, peşinden yetişmek için, bir eşek kiralamış hemen, düşmüş yola. Eşeğin sahibi de dili bir karış dışarda, koşarmış eşeğinin arkasından. Kan ter içinde kalan Arap, başlamış ne kadar küfür bilirse verip veriştirmeğe, ana avrat düz gidiyormuş. Tek kelime Arapça bilmeyen İngiliz, bu küfürleri eşeği gayrete getirmek için söylediğini sanıyor, üstelik de keyifleniyormuş sövdükçe... Karşıdan gelen bir dalkavuk durumu çakmış; Heeey, Mister, demiş İngilizce, bu adam boyuna kalaylıyor seni. Boşvermiş Mister. Gayretli dalkavuk, bırakır mı peşini. Yedi ceddini dipten doruğa boyuyor, ana avrat düz gidiyor, senin kılın bile kıpırdamıyor diye morfinlermiş boyuna. İngiliz'in tepesi atmış. Eee demiş, ne yapalım sövüyorsa! Bu küfürlerin istasyona yetişmeme bir zararı var mı? Seninki şaşkın şaşkın, ne zararı olsun, yok tabii... İngiliz, bırak demiş, sövebildiği kadar sövsün öyleyse!..

Kocasına baskı öylesine artmış ki ister istemez vermiş mahkemeye İcracıyı. Hâkim, sormuş tanıklardan birine. Evden çıkarken gördün mü, demiş. Gördüm efendim! Ne vardı üzerinde, yâni ne giymişti? Ne mi giymişti. Koyu renk bir elbise... İkinci tanığa sormuş. Verdiği cevap şu: Koyu renk bir elbise... Üçüncü tanığa sormuş. Verdiği cevap şu: Koyu renk bir palto! Öbürüne sormuş, ne vardı üzerinde? Cevap, pardesü!.. Ne giymişti? Açık renk bir elbise... Öbürü demiş, pijama! Sıra gelmiş lokantadaki tanıklara... Hâkim ne duydun diye sormuş! Efendim demiş tanık, İcra memuru dedi ki, ben İstasyon Müdürü'nün karısıyla yatıp kalkıyorum. Güzeeel, demiş hâkim. İcracı bunu söylerken kadeh elinde miydi, masanın üzerinde mi? Elindeydi demiş, tanık. İcra memuru, yatıp kalkıyorum derken, radyo çalıyor muydu? Radyo mu efendim, demiş, çalmıyordu! Öbürüne sormuş, kadeh nerdeydi, diye. Masanın üstünde diye cevap vermiş. Radyo? Radyo mu, çalıyordu efendim, demiş. Pekiii diye sormuş, çalıyordu da nasıl duydun icracının dediklerini. Az açmışlardı, demiş, öbür tanığa sormuş. Kadeh nerdeydi? Kadeh mi efendim, diye başlamış, düşünmeye... Kadeh yoktu, rakı da içmiyordu demiş, çıkmış işin içinden! Yâni sizin anlıyacağınız çuvallatmış tanıkları. Kurt kurdu ısırır mı? Tabii beraat!
Kaymakamlar memleketin hemen her yerinde ağaların dostudur. Bu işin böyle kapanıp gitmesine gönlü razı olmamış Kaymakam'ın. Bir tanık takımı da Kaymakam kurmuş. Körüklemiş yeniden dâvayı... Ayrıca idarî tahkikat da açtırmış. Kaymakam'ın arkasında Vali! Vali'nin arkasında Ankara. Hani İcracıyı kolundan tutup atsalar iş bitecek! Atamazlar bir türlü.... Halkı oyalamak lâzım. İstasyon Müdürü'nü verseler bir yere daha, iyi, atlaya atlaya gidecek ama, neden versinler. Dedikodunun kökü kurudu mu halk açlığının farkına varacak! Değirmenci, değirmenin gürültüsünü, ancak çarklar zınk diye durunca farkedermiş!»

«Eğlenebildiniz mi bari? Var mı, hani o sahnede çırılçıplak soyunan karılar?»
«Yok o eski soyunanlar!»
«Demek şimdi seyircileri soyuyorlar!»
«Eh! Aşağı yukarı! Taaa kapıdan girerken garsonlar yürüyor müşterinin üstüne. Mahmutpaşa hesabı! Müşteriyi kapıdan kapışana! Her garsonun kapıda bir simsarı var! Bak Ahmet, diye sesleniyor, beyleri al ön masaya! Neşeli bir masa olsun!»

«Ya!.. İşte böyle Haşim'ciğim!» dedi, «Her gün iki kamyon karpuz geçsin elimizden, git, Belediyenin bilmem ne gazinosunda, karpuzun dilimini elli kâğıttan ye! Sen milleti kazıkla. Belediye de tutsun seni kazıklasın!»

«Şu şarkıcı Yesari Bey mi?» Acem Hüseyin'de şafak atmıştı:
«Ne şarkıcısı be!» diye çattı kaşlarını. «Romancı Yesari Bey... Muharrir ama, hazâ muharrir! Nah şu masaya bir çöktü mü; romanını yarılamadan kalkmazdı. Çayını elimle götürüp verirdim. Nerde şimdikiler! Nerde Yesari Bey! Nur içinde yatsın!»
«Evet!» dedi; Hüsamettin Düzeltmen; «O nur içinde yatsın... Babıâli'nin kitapçıları; gazete patronları da kuştüyü yataklarda... Son romanını seksen liraya yazdığı söylenir; onu da olduğu gibi ilâca yatırmış zavallı. Zaten ilâç parası için atmış imzayı kontratın altına! Geçimi için o kadar çok yazı yazmak zorundaydı ki... Gazetelerdeki tefrikalarını anca günü gününe yazabilirdi. Halil Lütfü; gazetesi için uzun bir tefrika istemiş, kuzum Yesari demiş, yaz bitir de, öyle al parasını. İyi ama, romanı bitirene kadar ne yesin, ne içsin Yesari! Mahmut Yesari'nin yemesi değil de içmesi daha önemli! Hiç olmazsa biraz avans ver de başlıyalım diyecek olmuş... Ne avansı! Halil Lütfi adama ortada fol yok, yumurta yokken para mı verir! Hele sen bitir romanı da kolay diye tıkamış lâfı ağzına. Ne yapsın Yesari... Rahmetli sarı defterlere yazardı. Bir defter almış, oturmuş Meşrutiyet Kıraathanesi'ne. Bütün gün yazmış... Doldurmuş sarı defteri... Birkaç gün uğramamış Halil Lütfi'ye. Tam gideceği gün, ne kadar eski romanlardan kalma sarı defter varsa toplamış, üst üste koymuş. En üste de başladığı yeni defteri. Tutmuş göstermiş Halil Lütfi'ye... Patron evirmiş çevirmiş. En üstten üç beş sayfa okumuş. Bakmış ki tefrika mükemmel! Sıra gelmiş bu sefer paraya. Yesari'çiğim demiş, bir miktar avans vereyim de... Tefrika başladığında bir miktar daha... Malûm ya... Romanın reklâmı var, ilânı var!.. Ya çıkıncaya kadar gazete kapatılırsa... Ben öyle şey bilmem demiş, Yesari Bey, sen yaz getir, para peşin, dedin, ben de bir haftadır gece gündüz oturdum yazdım. Almazsan gider Hakkı Tarık'a veririm. Sanki Tarık Bey cimrilikte öbüründen aşağı kalırmış gibi... Ne yapsın Halil Lütfi, eli titreye titreye ödemiş bütün romanın parasını... Üç beş gün sonra bütün defter küt diye bitmiş... İkinciye başlayacaklar... Ne isimler tutar birbirini, ne olaylar. Belki defterlerin sırası karışmıştır diye öbür defterlere bakarlar... Onlardaki isimler, olaylar daha başka! Bir haber uçururlar Yesari'ye. Kulağı kirişte olduğu için çakar dalgayı. Oturur o günün tefrikasını yazar. Dedim ya, hayatı ona göre ayarlanmış!
Hali Lütfi köpüre dursun, girer odasına, yeni yazdıklarını çıkarır, masanın üstüne bırakır. Üstat der, hiç telâşlanma! Ben tefrikanın parasını, yazdıkça almak isterim, sen peşin verdin. Tefrika dediğin günü birliğe yazılır. Benim alışkanlığımı bozamazsın sen. Her gün mürettip çırağını başımda dikilirken göremezsem, yazamam. Gönder Kıraathaneye çırağı, aldır tefrikanı bundan sonra.

«Yörüğün biri...» dedi, «Almış karısını, kasabaya iniyormuş. Yolları dağ köylerinden birine düşünce aman, demişler; yolları eşkiya sarmış, dön geri! Dönemem demiş, hükümette işim var! Vurmuş dağ yoluna. Karı da arkadan. Tam adamın kıt yerinde, eşkiyalar, davranma diye uzatmışlar martinleri. önce adamı soymuşlar dipten doruğa, sonra sıra karısına gelmiş! Eşkıyaların başı, böyle ayan beyan bir avradı soymak ayıptır demiş, onu şu köknarların arkasında soyacağız. Kocasının etrafına fır dolayıp bir daire çizmiş. Eğer demiş, bu çizgiden dışarı bir adım atarsan, kendini ölmüş bil! Alıp karısını götürmüşler köknarların arkasına. Beş dakika... on dakika... Yarım saat, bir saat... Karısı yorgun argın dönmüş geriye. Tuuh, senin suratına! Demiş. Sen de erkeksin ha! Korkak herif! Ne korkağı diye çatmış kaşlarını kocası, o çizdikleri çizgiden boyuna çıktım girdim de kılıma bile dokunmadılar benim!»
0 Responses