Murat Çetin
Ben arkamdaki bir konuşmaya kulak verdim. Üç mühendis aralarında bir sorunu tartışıyorlardı.
Biri, "Belki hesap yanlışı vardır ama sanmıyorum" dedi.
"Sorun ortaya çıktığında... bu bana pek çok kere olmuştur... Ana batarya için titreşim gücüne olmalı?"
"Bu titreşim frekansına bağlıdır."
"On hertz kadar."
"Çüş."
"İletkenlerden geçen akımın modülasyonunu sağlayan herhangi bir şey..."
Onlara kulaklarımı kapattım yine. Dünyanın sonunu bile planlıyor olabilirlerdi.

Avukatlar insanı çığlık çığlığa bağırtacak ve üstünü başını parçalatmayı istetecek şeyleri en yumuşak seslerle söyleyebilen insanlardır. Doktorlar gibi onlar da karşı karşıya bulunduğunuz dehşetin bütün ayrıntılarını size anlatmak zorunluluğunu hissederler. Kendisine olanları anlattığımda sigorta sahtekârlığı ithamına iki olası eklemede bulundu: Lance Wood'un suç ortaklığıyla ve olaydan sonra kundakçılığa yardım ve yataklık yapmakla suçlanabilirdim.
Yüzümün sarardığını hissediyordum. "Bu pisliği duymak istemiyorum" dedim.
Omuzlarını silkti. "Ben savcı olsaydım bu yolu tutardım" dedi. "Bütün gerçekleri öğrendikten sonra bir iki şey daha eklerdim herhalde."
"Gerçeklermiş, laf! Ben Lance Wood'u daha önce hiç görmemiştim."
"Olabilir, ama bunu kanıtlayabilir misin?"
"Elbette ki, hayır! Nasıl kanıtlayayım ki?"
Lonnie beni o biçimsiz cezaevi giysileri içinde görmekten nefret ediyormuş gibi içini çekti.
"Lonnie, lanet olsun, hukuk neden hep öteki tarafa yardımcı olur, ha? Sana yemin ederim ki, ne tarafa dönsem hep kötüler kazanıyor, küçükler de hapı yutuyorlar. Ne yapacağım ben şimdi?"
Lonnie gülümsedi. "O kadar da kötü değil, canım. Sana Lance Wood'dan uzak durmanı salık veririm."
"Nasıl? Arkama yaslanıp bundan sonra ne olacağını görmeyi bekleyemem ki. Beni kimin oyuna getirdiğini bilmek istiyorum."
"Bu işi araştırma demedim sana. Sen bir özel detektifsin. Git araştır. Ama yerinde olsam dikkatli olurdum. Sigorta sahtekârlığı zaten kötü bir şey, bir de daha beter bir iş için suçlanmak istemezsin."
Ne demek istediğini sormaya korktum.

Şimdi her iki tarafın da çekingen, alıngan oldukları, karakter zayıflıklarını birbirlerinden sakladıkları dönemdeydik. Riske girmek ve o nedenle ortaya çıkan ilişki de hoştu. Onu düşündükçe bol bol gülümser, hatta bazı bazı kahkahalar atardım, ama hissettiğim bu sıcaklığın altında garip bir acılık vardı. İki kere evlenmiş ve saymak istemediğim kadar kazık yemiştim. Eskiden olduğu kadar güvenmezdim erkeklere ve bunun için de gayet iyi nedenlerim vardı. Bu arada Jonah da Camilla'nın ruhsal durumuna uygun olarak sürekli bir karışıklık içindeydi. Kadın en son olarak "açık" bir evlilik istemişti ki, Jonah bunun cinsel özgürlüğün kadın için erkekten çok olması anlamına geldiğini düşünüyordu.

Bir an kafam boşalır gibi oldu. "Rudy, sen misin? Ben Kinsey. Jonah nerede?"
"Merhaba, Kinsey. Kent dışında. Ailesini tatilde kayağa götürdü. Ani bir durum, ama sana söyleyecekti. Telefon etmedi mi?"
"Sanmam. Ne zaman döneceğini biliyor musun?"
"Bir dakika, bakayım." Beni beklemeye aldı, Norman Luboff Korosu'ndan 'Melekler Şarkı Söylüyor'u dinlemeye başladım. Noelin sona erdiğini bunlar duymamışlar mıydı? "Üç Ocak'ta" dedi Rudy.
"Mesaj bırakacak mısın?"
"Ona kendimi astığımı söylersin."
Evimin mahremiyetinde tam altı dakika hüngür hüngür ağladığımı itiraf etmeliyim. Sonra işe başladım.

Park memuru eski otomobilimin o hurda hali konusunda değil konuşmak, bir bakışla bile düşündüklerini ima edemeyecek kadar kibardı.

Aramızdaki arkadaşlık içtenlikli ise de, kısa ömürlü olmuştu. Ben onun ailesiyle, o da benim teyzemle tanışmıştık. Ben onun evine gitmiştim ve ondan sonra onun benim evime gelmemesi için epey uğraşmıştım. Woodlar bana karşı çok kibar davranmışlarsa da, Ash’in sosyal yığının tepesinde ve benim de en altında olduğum açıkça belliydi. Bu eşitsizlik beni o kadar rahatsız etmişti ki, sonunda ilişkiyi azaltmıştım. Ash bu itilmeden incinmiş ve bunu saklamayı bayağı başarmıştı. Ancak ben onun karşısında suçluluk duyuyordum ve bir yıl sonra sınıfta başka bir yere oturduğunda rahatlamıştım.

Midyeler gelmişti. Herbirimizin önüne, sıcak tutması için bir örtüye sarılmış tabak içinde birer yığın yerleştirildi. Ash bir parça dilinin üstüne yerleştirdi, yutkunurken sanki zevkten bayılıyormuş gibi gözlerini kapattı. Onun bir ekmek parçasına tereyağı sürüp midyenin suyuna batırdığını gördüm.
Lokmayı ısırırken boğazından erotik video filmlerindekine benzeyen hafif bir ses çıkardı. "Yemek iyi mi?" diye sordum kupkuru bir sesle.
"İyi. Çok iyi." Kendisiyle alay ettiğimi biraz geç anladı, gülümserken yanakları pembeleşti. "Biri bir zamanlar bana seks mi, yoksa sıcak çikolataya batırılmış bisküviyi mi tercih ettiğimi sormuştu. Hâlâ bir karar verebilmiş değilim."
"Bisküvileri seç. Onları kendin yapabilirsin."

Rosie'nin lokantası kapalı olduğundan yemeğimi evde yedim, kendime bir peynirli turşulu sandviç hazırladım. Len Deighton'u bitirdiğim ve evde okuyacak başka bir şey olmadığı için küçük portatif televizyonumu açtım. Doğrusu kimi zaman kişisel kaynaklarımın biraz fazla kısıtlı olduğunu düşünmüyor değilim.

California Services yazılı mavi gömleğimi giydim. Ayağıma da Santa Teresa Emniyeti'nde çalıştığım günlerden kalma kalın siyah ayakkabılarımı geçirip uzun zincirli bir anahtarlık, maymuncuğumu ve bir dizi anahtar ile bir not defteri aldım. Aynada kendime baktım sonra. Normal bir servis kontrolü yapan üniformalı bir memura benziyordum. Ama ne memuru olduğum belli değildi. Gaz ya da elektrik saati okuyup önemli notlar alıyor olabilirdim. Ya da kopuk elektrik tellerini saptayıp portatif telefonumla onarım ekiplerini çağıran bir memur. Arabama atlayıp Andy'nin evine doğru yola çıktım.

Hurstbone'daki Copse sitesi yüksek taş bir duvarla çevriliydi ve gereksiz insanları dışarda tutmayı amaçlayan elektronik bir kapısı vardı, Site sakinlerinin adları tuşlu bir telefonla bir mikrofon- hoparlörün yanına tutturulmuş tabloya yazılıydı. Her sakinin içeri girebilmek için özel bir şifresi vardı. Birkaç kere tuşlara basıp da kapıyı açmayı beceremeyince anlamıştım bunu. Bir kenara çekilip; başka bir otomobilin gelmesini bekledim. Gelen sürücü şifresini tuşladı. Kapı açılınca ben de arkasına takılıp girdim içeri. Herhangi bir alarm zili çalmamıştı. Üzerime köpekler de saldırmamıştı. Güvenlik önlemleri ancak sistemi pazarlayan şirketin hayalinde olmalıydı.

Kapının kilidi bir Weiss'ti. Anahtarlarımı karıştırıp bir ikisini denedim ama başaramadım. Maymuncuk kullanmak zaman alan bir işti ve orada fazla uzun kalamayacağımı hissediyordum. Biri geçebilir ve benim anahtar deliğine o ince metal parçasını sokarak kendi kendime küfür etmemin nedenini merak edebilirdi, içimden gelen bir hisle elimi kapı pervazının üstüne kaldırıp yokladım. Andy anahtarını oraya bırakmıştı, içeri girdim.

Açık mavi porselen, mermer küvetler ve altın kaplama musluklarla dolu banyoyu görmemeye çalıştım. Bir kap içinde kuş yumurtası büyüklüğünde, insan eli değmemiş altı tane sabun duruyordu. Çişimi yaptım, sonra elimi suyun altında tutup herhangi bir şeyi kirletmek istemeyerek sallayarak kuruttum. Kalın tüylü havluların fiyat etiketleri daha yeni çıkarılmış gibiydi. Musluğun kenarında dört tane konuk havlusu vardı ama o numarayı yutmayacak kadar kurnazdım. Kullandığım havluyu sonra ne yapacaktım -kirli kurlusuna mı atacaktım? Bu insanların kiri çöpü olmazdı. Ellerimi blucinimin kıçına kurulayıp arkamda bir ıslaklık hissederek odaya döndüm ve oturmaya cesaret edemedim.

Sigarasını yaktı. Dumanını üfledi. Her hareketi, bütün dikkatleri üzerine toplamak üzere tasarlanmış, ayrı ve isteyerek yapılan bir davranıştı.
Gidip kapıyı açtım. "Yukarı kadar olan yolculuk için çok teşekkür ederim, doğrusu pek zevkliydi" diyerek dışarı çıkmak üzere davrandım.
"Kinsey, dur. Lütfen." Durup baktım.
"Özür dilerim. Kabalık ettiğimi biliyorum."
"Kabalık edip etmemen umurumda bile değil, Ebony. Ne söyleyeceksen bir an önce söyle, yeter."

"Senin mantıklı olacağını ummuştum."
"Neden? Neler olup bittiğini bilmiyorum ve gördüğüm kadarıyla olanlardan da hiç hoşlanmıyorum. Belki de bu işlerin altında sen varsın ya da kimin olduğunu biliyorsun." "Sözünü hiç sakınmıyorsun, değil mi?"
"Neden sakınayım? Senin hesabına çalışmıyorum ki."
"Ben basit bir şey sordum. Alınmaya kararlı olduğunu görüyorum." Yarısına kadar içtiği sigarayı bastırdı. Haklıydı. Kızgındım ve neden kızdığımı bilemiyordum. Derin bir soluk alarak sakinleştim. Onun için değil, kendim için. Bir daha denedim. "Haklısın. Kızgın olduğumu sanmıyordum ama yanılmışım sanırım. Her nasılsa aile içi politikaya bulaştım ve bundan hiç hoşlanmam."

Ash neşeli mizaçlı, eliaçık, iyi huylu, yumuşak ve rahat bir insandı. Ebony ise bir kamçı gibi gergin, uzak, kontrollü ve küstah. Aralarındaki farkın nedeni aile içindeki yerlerine bağlı olabilir, diye düşündüm. Ebony en büyük, Ash en küçük kızdı. Woody ve Helen herhalde ilk çocuklarının kusursuz olmasını beklemişlerdi. Ash'a ve ondan sonra da Bass'a vardıklarında ise herhangi bir şey beklemekten çok uzak olmalıydılar.

Eve dönünce Harry'nin Michigan uçağına bindiğinden bu yana gelip giden o melankoliye kapıldım yine. Aslında özgürlüğümden pişman olma âdetim yoktur. Tek başıma olmaktan memnunum. Kendi başıma kalmaktan zevk alırım. Yalnızlığı onarıcı bir şey olarak görürüm ve kendimi eğlendirecek pek çok yolum vardır. Ama sorunum bunlardan bir tekinin bile aklıma gelmemesiydi. Depresyona düştüğümü kabul edecek değilim ama saat sekizde yatağımdaydım. Bütün kötülere karşı, tek kadın başına savaşan bir detektif için hiç de normal bir şey değildi bu.

"Lyda Case ile konuşabilir miyim?" "Benim."
"Sahi mi?" Kurnazlığıma şaşmıştım doğrusu.
"Kim konuşuyor?"
Kadını bulmayı beklemediğimden uygun bir yalan hazırlayamamıştım, o nedenle doğruyu söylemek zorunda kaldım. Büyük yanlış. "Adım Kinsey Millhone. Santa Teresa'da özel dedektifim..."
Küt. Kulağım yine parçalanır gibi oldu.

"Şu anda kendi hesabıma. Ondan önce bir sigorta şirketi için çalışırdım. Hugh'un adı çıktığında Wood/Warren'deki bir depo yangınını araştırıyordum. Bana onun ölümü konusunda bilgi verebileceğinizi düşündüm."
Kadının konuya ilgi duyduğunu ve kendi kendine bir mücadele verdiğini görebiliyordum. Bu herhalde uyku tutmadığı geceler kendimize anlattığımız o gece hikâyelerinden biriydi. Onun sabahın ikisinden üçüne kadar saatler bir türlü yürümek bilmediğinde bunları düşündüğünü hayal edebiliyordum. O saatte insanın beyninde bir şey birden canlanır ve genellikle de çok konuşkandır.

"Aç avcunu da biraz vereyim." Elimi uzattım. Düşmanlığı kaybolmuştu. Bunu daha önce de görmüştüm -güvensizlikleri önce saldırganlık biçimini alan insanların dirençleri birdenbire ortasında kapı açılan bir duvar gibiydi. Lyda benimle konuşmaya karar vermişti ve sanırım kabalık etmesinin bir anlamı olmadığını görmüştü. Ayrıca ısmarlayan bendim.

"Daniel, sadede gelebilir miydik, acaba? Gece bir saat uyuyabildim ve berbat durumdayım." Konuşmanın tümünü prova ettiği belliydi, ama onun kafasında benim karşılıklarım kaba olmak yerine sevecendi. "Temiz olduğumu bilmeni isterim" dedi. "Bir yıldır öyleyim ya. Ne içki, ne de uyuşturucu. Kolay olmadı, ama gerçekten doğru yola girdim artık."
"Aman ne iyi. Çok memnun oldum. Zamanıydı."
"Alayı bırakabilir miydin acaba?"
"Sen gittiğinden beri doğal konuşmam bu. Erkekler çok hoşlanıyorlar." Yeni bir yaklaşım denedi.
"Dinle. Elsie adında bir terapistim var. Yaşamımın tamamlanmamış işini tamamlamamı o önerdi. Bundan senin de yararlanabileceğini düşündü."
"Bu iyi işte. Adresini ver de kendisine bir teşekkür edeyim." "İçeri girebilir miyim?"
"Elbette ki, hayır, Daniel! Anlamadın mı daha? Seni sekiz yıldır görmüyorum ve bunun yeteri kadar uzun bir süre olmadığı anlaşılıyor."
"Bu kadar zaman sonra hâlâ nasıl düşman olabilirsin? Ben senin için kötü duygular beslemiyorum." "Neden besleyeceksin ki? Ben sana bir şey yapmadım!"
Yüzünden bir incinmişlik ifadesi geçti. Şaşkınlığı gerçek gibiydi. Bazıları insanın canına okurlar, sonra da ıstırabınızın derinliğine şaşarlar. Daniel ağırlığını bir ayağından diğerine aktardı. Bu işin sandığı gibi olmayacağı anlaşılıyordu. "Senin kırgın olacağını düşünmemiştim" dedi. "Sen öyle biri değilsin, Kinsey. Çok iyi yıllarımız olmuştu."
"Evet. Tam on bir ay ve altı gün. Kapıya sıkışmadan elini çekebilirsin." Elini çekti.

"Seni meşgul etmek istemem."
Terry önemsizmiş, sanki konuşmak her şeyin önünde gelirmiş gibi elini salladı. Sekreterine telefonları bağlamamasını söyleyen bir jest. Belki hiç kimse aramazdı, ama ziyaretçiye önemli olduğu duygusu verilmiş olurdu.

"Biraz sıkıntıdayım" dedi. Yüzü gözlerinin o .unutulmaz maviliğini örten gölgeler içindeydi. Sekiz yıl sonra yanında olmak bile şaşırtıcı derecede ıstırap vericiydi.
En güvenli yolun verdiği haberi kendine tekrarlamak olduğuna karar verdim. "Biraz sıkıntıdasın" dedim. Sorununun ne olduğunu sormamı beklediğini anladığım kısa bir sessizlik oldu.

Ben kimdim de, onu yargılıyordum? Dünya ile barışını nasıl yaptığı beni hiç ilgilendirmezdi. Tenis ve alışverişten bir yaşam yaratmıştı kendisine, ama ara sıra da yardım işlerinde çalışıyordu ve ben kendim için bu kadarını da söyleyemezdim. Bir konuda haklıydı: Dünyada zarar verenler kendilerini dışlanmış ve tacize uğramış hissedenlerdi. Mutlu insanlar (genelde) karşılıksız çek yazmazlar, banka soymazlar ya da hemcinslerini öldürmezlerdi.

Patlama kulaklarımı sağırlaştırmıştı, ama ne korkmuş ne de şaşmıştım. Duygular anlayışa bağlıdır ve olayı görmüş olmama karşın bir şey anlamış değildim. O anda ölmüş olsaydım bir anlık bile pişmanlık duymayacaktım. Ani ölümün ne kadar özgürleştirici olduğunu anladım. Bu, hiçbir yargının gerekli olmadığı saf duyguydu.

İşitme duyum yavaş yavaş yerine gelince uzaktaki seslerin giderek yaklaştığını duydum ve birinin üzerime eğildiğini fark ettim. Bir melek gibi parıldayan Daniel'i gördüm üzerimde. Çok şaşırmıştım, baygınlıktan uyanan ve ben neredeyim? diye mırıldanan bir film kahramanı gibi elimi alnıma götürmek için dayanılmaz bir istek belirdi içimde. Ama herhalde ölmüştüm. Cehennem herhalde eski eşinin yakınında olup bir hemşireyle flört etmesiydi. Hah! bir ipucu, diye düşündüm. Hastanede yataktaydım. Kız polyester beyazlığı içinde onun yanındaydı, oturaklı bakire bakışları Daniel'in kusursuz profiline dikilmişti. Daniel'in bu konularda ne kadar kurnaz olduğunu unutmuştum. Benim için kaygı duyarmış gibi davranırken aslında küçük cinsel ağını savunmuştu.

Gözlerim doldu. Onun yüzünde annemin yüzünü gördüm, yine dört yaşındaydım, geçirdiğim bademcik ameliyatından boğazım acıyordu. Hastalara bakan insanların çevrelerine yaydıktan o sıcaklığı yaşamanın nasıl bir şey olduğunu unutmuştum. Annemin ölmesinden bu yana hissetmediğim bir sevecenlikle sarılmıştım. Çaresizlikten pek hoşlanmam. Yaşamım boyunca ihtiyaç içinde olduğumu inkâr etmek için çok çalışmıştım ve işte şimdi o sertlik ya da beceriklilik rolünü üstlenemiyordum. Bir bakımdan orada yatmak ye kendimi onun ellerine bırakmak büyük rahatlık olmuştu.

Ta en baştan başlayarak geri kalanları da anlattım. Bir kerecik olsun kendisine bilgi veriyor olmak hoşuma gitmişti. Bu iş benim altından kalkacağımdan büyüktü. Ben öyle bombadan falan anlamazdım. Teğmen Dolan hızla not alıyordu. Yüzünde bütün polislerin pek hoşlandıkları o prova edilmiş tarafsızlık ifadesi vardı -her şeyi alan ve geri hiçbir şey vermeyen ifade. Sanki tanığı sorguya çekiyormuş gibiydi.

"Hele bir düşüneyim" dedim. Nasıl bir durumda olduğumu görebiliyordum. Henry gitmişti, Rosie tatildeydi, Jonah kent dışındaydı -tek başıma kaldım demekti bu. Doğrusunu isterseniz, kendimi o kadar iyi hissetmiyordum. Vücuduma istediklerimi yaptıramıyordum. Yaşlılar, güçsüzler ve sakatlar da aynı çaresizliği ve şaşkınlığı hissediyor olmalıydılar. Bu kere kararlılığımın becerilerim üzerinde hiçbir etkisi yoktu. Oturmak bile yorucuydu. Evde fazla bir iş yapamayacağımı biliyordum, Burada kalmak ise söz konusu değildi. Hastaneler tehlikeli yerlerdi, insanlar yanlışlıklar yaparlardı. Yanlış kan, yanlış ilaç, yanlış ameliyatlar, yanlış testler. Buradan bir an önce gidecektim.

"Onu kimin öldürdüğünü biliyor musun?" diye sordum.
"Elbette ki, hayır! Kesinlikle hayır! Sen beni canavar mı sandın? Kendi kızkardeşim..." Ağlamaya başladı. Ona inanmak istiyordum ama emin olamıyordum. Çok yorgundum, doğruyu yalandan ayıramayacak kadar yakındım olaylara. Ebony gözyaşlarıyla ıslanmış yüzünü kaldırdı.
Ben, bir denemede bulunarak, "Olive oylamada seninle birlik olmayacağını söylemişti" dedim.
"Sen namussuzun birisin!" diye bağırdı. "Buna nasıl cesaret edebilirsin! Çekil git yanımdan!"

Kazağımı giydim, sonra banyoya gidip dişlerimi fırçaladım. Aynada kaşlarımın olduğu yerde bir şaşkınlık ifadesi olan bir yüz vardı. Yanaklarım güneşte yanmış gibiydi. Bir iki yara bere görüyordum ama fazla bir şey yoktu,

Darcy'nin kaşları kırıştı. "Kadının bazukaları epey büyük olmalı. Herif onları kıyaslayacak bir şey bulamamış."
Omzu üzerinden kâğıda baktım. "Eh, 'futbol topu' yazmış ama sonra silmiş. Pek romantik gelmedi herhalde."

"Merak etme, iyiyim." Ama gerçek, kendimi hiç de iyi hissetmediğimdi. Ancak bir iki soruya yanıt almadan başımı yastığa koymak istemiyordum. Adrenalinle ayakta duruyordum ki, bu hiç de kötü bir enerji kaynağı sayılmazdı. Tükendiği zaman hapı yutardım ama şimdilik en iyisi sürekli hareket halinde olmaktı.

Darcy'den beni yolda bırakmasını istedim. Görüşmelerde, özellikle karşımdakini tanımıyorsam, yalnız çalışmayı isterim. İki kişi karşılıklı oldu mu insanı idare ve duruma göre bir tavır alma çok daha kolaydır.

Gözlerime inanamayarak, "Janice?" dedim.
"Ben Lorraine'im" dedi. "Kızkardeşimi arıyorsunuz galiba?"

Konuşmaya başlayınca benzerlik de azalmaya başlamıştı. Kırk beş yaşlarında olmalıydı, güzelliği kurumaya yüz tutmuştu. Onun da Janice gibi sarı saçları ve sivri çenesi vardı ama gözleri ve ağzı daha iriydi. Vücudu da. Benim boyumdaydı, benden herhalde beş altı kilo ağırdı ye fazlalığının nerede olduğunu görebiliyordum. Gözleri kahverengiydi, çevresini siyaha boyamış, ayrıca boya fırçası kadar kalın takma kirpikler takmıştı. Üzerinde dar bir beyaz şort ve kısa bir kolsuz kazak vardı. Bir zamanlar biçimli olan bacaklarının kasları şimdi hiç egzersiz yapmadığını gösteriyordu. Bir esmerleşme salonunda bronzlaşmışa benziyordu. Andy kendini cennette hissediyor olmalıydı. Aynı tip kadına defalarca âşık olan erkekler tanımıştım ama benzerliğin bu kadarını da görmüş değildim. Lorraine ürkütücü olacak kadar çok benziyordu Janice'e. Ancak Lorraine şehvetli, eski Bayan Motycka ise kuru ve aksiydi.

"Adınız neydi sizin?"
"Darcy. Resepsiyon memuruyum. Sizinle telefonla birkaç kere konuşmuştuk galiba."
Kadının tavrı birden ciddileşti. "Anlıyorum. Eh, Darcy, Andy bana işinden söz etmez. Şirketi sevdiğini ve görevini iyi yaptığını biliyorum."
"Ondan hiç kuşku yok" dedim. "Kendisi çok sevilen bir insandır, o yüzden bir şey söylemeden gidince kaygılandık. Ailevi bir sorun çıktığını sandık. Birkaç günlüğüne kent dışına çıkacağım falan söylememiş miydi?" Kadın başını salladı.
Tavırlarından dolandırıcılıktan haberi olduğuna emindim Yine aynı derecede emin olduğum bir şey de, bunu doğrulayacak bir şey söylemeyeceğiydi.

Eve dönerken saatin beş olmamasına karşın sokaklar kararmaya başlamıştı. Kış güneşi batmış, ısı hızla düşüyordu. Yorgunluktan tükenmiştim, gizli gizli geceyi hastanede geçirebilsem diye düşünüyordum. Bembeyaz çarşaflarda insanı çeken bir şey vardı. Karnım da acıkmıştı ve az sonra yiyeceğim fıstık ezmesi ve krikkraktan daha besleyici bir şey isterdim.

Daniel omuzlarını silkerek kalan üç parça jambonu tavaya attı. "Uyuşturucuyu bırakmanın iyi yanı insanın yemeklerden zevk alamaması" dedi. "Uyuşturucu aldın mı, hep dünyanın en iyi şeylerini yiyorsundur. Beş parasız olduğunda çok işe yarar."
"Gerçekten uyuşturucuyu bıraktın mı?"
"Ne yazık ki öyle" dedi. "Sigarayı ve kahveyi de, Arada sırada bir bira içiyorum, hepsi o kadar. Haftada beş kere AA toplantılarına giderdim, ama o yüksek güç konuşmaları sonunda içime işledi. Aslında eroinden daha yüksek bir güç yoktur ya."
Dalmaya başladığımı hissediyordum. Daniel bir şarkı mırıldanıyordu, yumurta ve jambon kokusuyla karışık hayal meyal hatırlanan bir melodi. Başkasının hazırladığı yemekten daha iyi kokan ne vardı?

"Senin özel detektif olduğuna inanamıyorum" dedi.
"Bunun polis olmaktan fazla bir farkı yok. Yalnızca bürokrasinin bir parçası değilim, hepsi o kadar. Üniforma giymiyorum ve kart basmıyorum. Düzenli olmasa da, daha fazla para kazanıyorum." "Ama biraz daha tehlikeli, değil mi? O zamanlar seni havaya uçurmak isteyen olduğunu duymamıştım."
"Eh, onun dışında her şeyi denediler. Trafik polisliğinde, her kaldırıma çekmesini işaret ettiğin otomobilin çalıntı, adamın da silahlı olup olmadığını düşünürsün. Aile içi şiddet daha da kötüdür. İnsanlar içerler, uyuşturucu alırlar. Ve çoğunlukla da başkalarının yanında seni de öldürmeyi umursamazlar. Kapıyı vurunca arkasında ne bulacağını bilemezsin."

Huzursuzca kıpırdandım. Daniel'in teninden neredeyse elle tutulur bir cinsel buhar yükselip yarım mil öteden gelen odun dumanı gibi bana doğru geliyordu. Garip bir olgudur, ama doğrudur; Eskiden yattığınız birine eski kuralların hiçbiri işlemez. Koşullandırılma. Adam beni iyi eğitmişti. Sekiz yıl sonra bile en iyi becerdiği işi yapabiliyordu... baştan çıkarmayı. Büyüyü bozmak isteyerek boğazımı temizledim. "Terapistinle aran nasıl?"

Bir uyuşturucu bağımlısıyla evli olmak yalnızlığa en yakın bir şeydir. Buna kronik bir sadakatsizliği da eklediniz mi, önünüzde uzun uykusuz geceler vardır. Bazı erkekler gece boyunca dolaşırlar, saatlerce evlerine dönmezler. Siz yattığınız yerde onun kaza yaptığını, sarhoş olduğunu, hapse düştüğünü düşünürsünüz. Sokakta saldırıya uğradığını ya da daha beteri, aşın doz aldığını düşünürsünüz. Ve sizi gerçekten kaygılandıran şey onun bir başkasıyla olmasıdır. Saatler ağır ağır geçer. Zaman zaman bir otomobilin geldiğini duyarsınız ama bu asla o değildir. Saat sabahın dördü olunca artık iki şey vardır kafanızda: Ya eve dönmesini ya da ölmüş olmasını istersiniz. Bana yalnızlığı değerlendirmeyi Daniel Wade öğretmişti. Ve şimdi çektiklerim onunla çektiklerim yanında hiçti.

"Biri kanıtları yok etmek istemeseydi laboratuvar bulguları kaybolmazdı. Belki de kişi aynıdır ama bu kere başka nedenleri vardır."
"Neden ama? Karbon monoksit zehirlenmesi bombadan dağlar kadar uzak bir şey. Aynı kişi olsa, birinci seferinde öylesine başarılı olan yöntemi bir daha kullanmaz mıydı?"
Omuzlarımı silktim. "Bilemem. Ben olsaydım, uygun olan neyse onu yapardım. Burada önemli olan, bu konunun kendi başımıza uğraşmamamız gereken bir şey olduğudur."

Arkadaşlığa ihtiyacım vardı. Işık ve gürültü ve iyi bir şarabı olan bir yerde doğru dürüst bir yemek ve ölümden başka her şeyden konuşmak istiyordum. Kendimi bağımsız bir insan sanırdım ama şimdi bağlılıklarımın ne kadar kolay oluşabileceğini görmekteydim.
Eve Daniel'in yine görüneceğini umarak döndüm. Onun söz konusu olduğu yerde hiçbir şey kesin olamazdı. Sekiz yıl önce evliliğimizden çıkıp gittiğinde bir not bile bırakmamıştı. Hüzünlü, bunalımlı ya da huzursuz insanlar arasında olmaktan sıkıldığını söylemişti. Stratejisi hoşnutsuzluk veren durumları başkalarına bırakmaktı. Bunu ailesiyle, eski arkadaşlarıyla yaptığını görmüştüm. Bir gün oradaydı ve ondan sonra kendisini iki yıl görmeyebilir-diniz. O zaman da neden o kadar öfkeli olduğunuzu bile hatırlayamazdınız.
Kimi zaman, benim durumumda olduğu gibi, geriye bir miktar öfke kalırdı ve Daniel genellikle bunu şaşırtıcı bulurdu. Şaşkınlığın karşısında güçlü duyguları sürdürmek güçtür. Söyleyecek şeyiniz tükenir.
Eski günlerde o zaten çoğunlukla uyuşturucuyla kendinden geçmiş olduğundan kendisiyle yüzleşmek, perdelere işediği için bir kediyi terbiye etmeye çalışmaktan farksızdı.. Anlamazdı.
Öfkenin kendisi için hiçbir anlamı yoktu. Kendi davranışıyla onun sonucunda yaratılan öfke arasındaki bağlantıyı göremezdi. Onun en iyi yaptığı şey müzikti. Özgür bir ruhtu, kaprisliydi, yaratıcıydı, yorulmak nedir bilmezdi ve tatlıydı. Caz piyanosu, seks, seyahatlar, partiler... bunlarda mükemmeldi. Ama sıkılana kadar, ya da gerçek ortaya çıkana kadar, sonra da giderdi. Ben bunların çoğunu ondan öğrendim. Ama öğrendiklerimin bilmem gereken şeyler olduğundan hiç emin değilim.

Geçmişinde klasik müzik olduğundan Chopen, Liszt ve Bach dökülüyordu parmaklarından, hiç çaba göstergeden emprovizasyona geçiveriyordu.
Birden durdu. Gözlerimi açtım.
Yüzünde ıstıraplı bir ifade vardı. Tuşlara şöyle bir dokundu. "Gitti. Artık yok. Uyuşturucuyu bırakınca müzik de kayboldu."
Doğruldum. "Ne diyorsun sen?"
"Söyledim ya. Bu yapmak zorunda olduğum bir seçimdi. Uyuşturucusuz yaşayabilirim, ama müziksiz yaşayamam. Yapım öyle değil benim."
"Ama çok güzel çaldın."
"Sen ne bilirsin ki, Kinsey? Hiçbir şey bildiğin yok. O duyduğun teknikti. Mekanik. Ruhum yok benim. Müzik yalnızca uyuşturucu alıp uçarken yaratılır. Bu bir hiçtir. Yarı canlı. Ötekisi daha iyi... alev alev yanıp da her şeyi verdiğimde. O zaman kendini tutamazsın. Ya hep ya hiç."
Vücudumun hareketsiz kaldığını hissediyordum. "Ne diyorsun sen?" Bunun aptalca bir soru olduğunu biliyordum.
Gözleri parladı, başparmağı ile işaret parmağını dudakları yakınında şaklatıp havayı içine çekti. Esrarlı bir sigara saracağı zaman yaptığı hareketti bu. Kolunun iç tarafına bakıp yumruğunu sıktı. "Yapma" dedim.
"Neden?" "Ölürsün."
Omuzlarını silkti. "Neden istediğim gibi yaşayamıyorum? Ben kötüyüm. Bunu artık bilmen gerek. Keyif almak için yapmayacağım şey yoktur... uyanık olmak için. Yeniden uyuşturucu alıp uçmak istiyorum. Kendimi iyi hissetmek istiyorum. Sana uyuşturucu almamanın nasıl bir şey olduğunu söyleyeyim mi? Lanet bir şey, sıkıntı. Buna nasıl dayandığımı anlamıyorum. Kendimi neden asmadığımı hiç ama hiç anlamıyorum."

Bu, geçirdiğim en kötü Noel olmalıydı ve yeni yıl da görebildiğim kadarıyla hiç de öyle esaslı gelişmemekteydi. Ocak ayının üçüydü ve ben eski yaşamımı istiyordum. Talihim yaver giderse, Rosie lokantasını akşama doğru açacaktı ve Jonah belki de Idaho'dan dönecekti, Henry Cuma günü gelecekti. Koşarken bu iyi şeyleri sayıyor, her tarafımın ağrılar içinde olduğunu, o anda bir bürom olmadığını ve başımın üstünde hâlâ kuşku bulutları dolaştığını aklıma getirmemeye çalışıyordum.

Büro çalışanları biz araştırmanın ilk aşamasındayken meraksız bakışlarla olup bitenleri izlemekteydiler. Eğer içlerinde dinleme aygıtlarının ortaya çıkacağından kaygılanan varsa doğrusu bunun belirtisi görülmüyordu.

Saat l5:00'te yine evdeydim. Lance’in odasında eğilip kalkmaktan ter içinde kalmıştım. Eve girdim, çantamı kanapenin üzerine fırlattım. Ani bir cayırtı sesi duyulunca korkudan bir karış havaya fırladım, çantamı aldım, içinden portatif tarama aletini çıkartıp düğmesini kapattım. Tanrım, ödümü patlatmıştım! Sessizlik şahaneydi. Kalbim gümleyerek atarken orada durup ani terlemenin getirdiği serinliğin keyfini çıkardım. Derin bir soluk alıp başımı sallayarak mutfağa yürüdüm. İçim kupkuruydu, canım şöyle soğuk bir bira çekmişti. Ev bir sauna kadar kapalı ve rutubetliydi. Buzdolabını açtım. Bir teneke Pepsi Diet bile yoktu.
O anda birden durup arkama, odaya baktım. Buzdolabının kapısını kapayıp kanapeye yürüdüm.
Aygıtı aldım, düğmesini çevirip odayı taramaya başladım. Tiz bir cayırtı sessizliği yırttı.
Köşeye gidip baktım. Sonra dizüstü çöküp elimi Daniel'in gitarının ses deliğinden içeri soktum. Bir kibrit kutusu büyüklüğündeki küçük ses alıcı yapışkan bantla gitarın iç tarafına tutturulmuştu. Ensemden başlayan ürperti bir anda bütün bedenimi sardı. Daniel her nasılsa bu olaya karışmıştı.

'Kendi ölümlülüğüm hiç bu kadar yakın olmamıştı. Bir insana bir gün gelip de artık "var olmayacağını" söylemek kadar şaşırtıcı ya da hakaret edici bir şey olamazdı.

Olive'in kanlı bir yığın halinde yattığı yere baktım. Kolları alışveriş paketleriyle dolu olduğundan paketi bana vermesini söylediğimi hatırladım. Teklifimi reddetmesi benim hayatımı kurtarmıştı. Ölüm işte kimi zaman bir göz kırpması, bir baş sallamasıyla, başka bir kere geleceğine söz vererek geçer giderdi yanımızdan. Terry'nin de bizim yerimize karısı öldüğü için aynı suçluluğu duyup duymadığını merak ettim.

Mutfak penceresinin sağ alt camına bir koruma şirketinin "Armed response" çıkartması yapılmıştı ve sistemin işlemekte olduğunu gösteriyordu. Sağdaki alarm sisteminin kırmızı ışığı yanmaktaydı. Işık yeşil olsaydı hırsızlar içeri
girmenin tehlikeli olmadığını anlarlardı. Çantamdan bir kartvizit çıkardım, Terry'ye eve dönünce beni aramasını bildiren bir not yazdım.

Aile mitolojisinde Ebony serüvenciydi, erken bir ölümü getirebilecek her türlü hobisi vardı: Paraşütle atlama, helikopter kayağı, düz yamaçlara tırmanma.

Olay Lance’le, Wood/Warren'le, şirketi ele geçirme söylentisiyle, sigorta dolandırıcılığı kanıtlarıyla başlamıştı. Biri Lance'a bir oyun düzenlemişti ve ben de aynı tuzağa düşmüştüm. Olive öldüğünde bunun işle ilgili olduğuna, bir kaza olduğuna inanmıştım. Öyle görünmesi amaçlanmıştı, ama değildi. Yanıtın birden önüme fırladığını hissettim, olanları öğrendikten sonra bu çok belliydi artık "Bass Terry'ye söyledi, değil mi?"
"Sanıyorum" dedi Helen hemen hemen işitilmeyecek kadar hafif bir sesle. "Terry'nin bizlere benzediğini sanmıyorum. O sağlıklı bir insan değil. Bana pek iyiymiş gibi gelmiyor. Tanıştıkları zaman bile her nasılsa 'uzak' gibiydi, ama Olive için çıldırırdı..."
"Benim duyduğum sözcük 'saplantılı'ydı" diye sözünü kestim. "Olive'in üzerinde yürüdüğü toprağa taparmış."
"Olive'e hayrandı, bundan kuşku yok. Olive'in de buna ihtiyacı vardı, ben de her şey yoluna girecek diye düşündüm. Olive kendini o kadar küçük görürdü ki. Terry ortaya çıkana kadar hiçbir ilişkiyi sürdüremezdi. Biraz mutluluğa hakkı var diye düşünmüştüm."
"Yani 'kirlenmiş' olduğu için, değil mi? Lance’in yapmış olduğu şey için?"
"Eh, lekeliydi. Lance’in onun içinde ne gibi hayvani duygular uyandırdığını kim bilebilirdi?" "Ama bu Olive'in kusuru değildi."
"Değildi elbette, ama gerçek ortaya çıktığı takdirde hangi iyi genç ona bakardı ki? Terry Tanrı'nın bir ihsanıydı."

İnsanların kirli çamaşırlarını karıştırmaktan bıkmıştım. Onlar hakkında bilmem gerekenden. fazlasını bilmek beni rahatsız ediyordu. Geçmiş as4a iyi değildi. Sırların iyiliklerle ya da aniden ortaya çıkan hayırsever işlerle hiç ilgisi olmazdı. Hiçbir şey bir tokalaşmayla ya da şöyle yürekten bir konuşmayla çözümlenmezdi.

Bombalar gürültülü olur, son çabuk gelirdi. Boğazımı temizledim. "Seni iş ortasında rahatsız ettiğim için özür dilerim" dedim. "Gidiyorsan sana engel olmayayım."
"Bir iki dakika kalabilirim. Biraz konuşurduk." "Beni neden öldürüyorsun?"
"İyi bir fikir gibi gelmişti" dedi. "Gürültüyle ölmekten daha çok hoşlanırsın diye düşünmüştüm," "Lance’i öldürmeye çalışmamana şaştım."
"Ona da bir paket var."

O zaman onun yerde duran hortumu halka biçimine getirmek için eğildiğini hatırladım. Menzilden uzaklaşmak için bir mazeretti bu. Zaman çok kısaydı ama şimdi de çekilen bir çiklet gibi uzayıp sarkmaya başlamıştı. Yaşamımın son anlarını beni öldürecek olan adamla önemsiz şeyler konuşarak geçireceğimi düşünmek çok saçmaydı. Ama neden olmasındı?

Başımdan aşağı molozlar yağıyordu. Tepemde bir UFO gibi uçan bir çatı parçası gördüm. Beyaz bir duman belirdi, sonra dağılmaya başladı. Arkamda sağlam görünen duvara baktım. Kanape yatağım araba yolunun ortasındaydı. Minderleri olduğu gibi duruyordu. Evin ön tarafının tümüyle uçmuş olacağını biliyordum. Bütün varım yoğum parçalanmıştı. Neyse ki, bu dünyada fazla bir malım yoktu, diye düşündüm.
0 Responses