Murat Çetin
1914'ten önceki devre içinde büyük devletler arasındaki rekabetin bir sonucu olarak varlığını sürdüren Osmanlı İmparatorluğu artık tarihinin son devrini yaşamaktaydı. Birinci Dünya Savaşı'ndaki yenilgi, son darbeyi oluşturmuştu.

10 Ağustos 1920'de Sevr Antlaşması'nı imzalayarak Osmanlı İmparatorluğu'na sadece Anadolu'daki küçük bir toprak parçasını bıraktılar. Birtakım açık ve gizli anlaşmalarla Osmanlı imparatorluğundan yalnız geniş toprak parçaları alınmıyor, aynı zamanda kendisine bırakılan topraklar üzerinde ulusal egemenliğine de son veriliyordu. Bir tarihçiye göre Sevr Antlaşması ''modern tarihte en ağır cezalandırıcı barış antlaşmalarından birini ve savaş yağmalarının en insafsız ve en hesaplı şekilde bölüşülmesini oluşturmakta idi.''

Müttefikler, Türk millîyetçiliğinin kuvvetini çok yanlış hesaplamışlardı. 1919'da üstelik Yunanlıları da izmir'e asker çıkarmaya teşvik etmeleri, Yunanlıların zulüm ve çapulculukları, Türk millîyetçiliğini büsbütün kızıştırdı ve teşkilâtlandırdı.

Paşa'nın durumuna karşı gerçekten yakınlık ve sempati duyuyordum. Kendisi muzaffer bir devleti temsil ediyor, fakat yenilmiş bir düşman gözüyle bakılıyor, delegasyonunun ise, konferanstaki varlığının farkına bile varılmak istenmiyor.

Türk delegasyonu burada gerçekten güç durumda; bir yandan Ankara Millet Meclisi diplomatik zaferler kazanılmasını ve millî gururun tatmin edilmesini ihtirasla istiyor; fakat beri yandan buradaki muhasım taraflar onları mahvedici usullerle ezmeye çalışıyorlar. Kendilerinin barış konferansları için gözle görülür bir deneyimleri yok; fakat şahsen onlara karşı bir sempati beslemekteyim.

İsmet Paşa'nın kulakları işitmiyor, bunun için de yanında oturan sekreteri konuşmalar yapılırken not alıyor. Paşa da yazılırken bunları okuyor. Cevap vermek istediğinde çoğunlukla düşündüğü ya da not ettirdiği için biraz gecikme oluyor.

Herkes kapitülasyonların kalkması gerektiğini biliyor. Onlar kalkmalı, yalnız yerine inandırıcı güvenceler elde etmeye çalışılmalı. Ana fikir bu...

Kesin olarak ortaya çıkan bir şey varsa o da şu ki, şimdiden sonra konferansın en önemli çalışması konferans masasında değil, fakat çeşitli ulusların delegelerinin kendi özel odalarında cereyan edecek. Noel tatili yapılmayacak, oysa ne Türkler ne de Müttefikler çalışmaların kesintiye uğramasını istemiyorlar! Âdet yerini bulsun diye konferans salonundaki oturumlar devam edecek, ama pazarlık ve alışverişler iki otelin odalarında yapılacak.

Bu dramatik toplantının bir anında İsmet'in yerinde olmayı çok isterdim, çünkü o zaman mükemmel bir sayı kaydedecekti. İstanbul'daki yabancı gemilerden söz ediliyor, İsmet bu gemilerin kaldırılmasını istiyordu (1). Curzon bu gemilerin tıpkı taksi ve arabalar gibi bir yerden başka bir yere rahatça gitmeye olanak veren araçlar olduğunu İstanbul'un da Paris ve Berlin'den farklı olarak bir liman olmasından ötürü bu gemileri korumanın gerekli ve doğal olduğunu söyledi. İşte bu anda Paşa ayağa kalkıp ''şu halde ekselansınızın da bir liman olan Londra'da bir Türk gemisi bulundurmalarına hiçbir itirazı olmayacağını ümit ederim'' deseydi Curzon'a dehşetli bir yumruk olurdu. Ama kendisinin kulakları işitmiyor, onun için de söylenenleri sekreterinin notlarından izlemek zorunda kalarak hazır cevaplık yapmaya olanak bulamıyor. Oysa Curzon bunun ustası...

Türklerin mahkemelerine yabancı yargıçlar kabul ederlerse millî egemenliklerinin baltalanmış olacağı yolundaki şikâyetlere karşı Curzon, ''millî egemenlik'' deyiminin Türklerin kafasında değişmez fikir durumuna gelmiş olduğunu, ne zaman bir imtiyaz söz konusu olsa hemen millî egemenliklerinin tehlikeye düştüğü sanısına kapıldıklarını, fakat bu garip fikrin hiç kimsenin zihninde var olmadığını söyledi. Curzon alay etmek istiyordu, ama bu kere pek beceremiyordu.

Curzon'un zekâ derecesinden şüphe etmeye başladım. Benim inancıma göre gerçekten zeki bir adam konferansın başından beri onun yaptığı gibi hep yıldırma taktiği kullanmazdı. Türklerin tabiatını bilmiyorum, ama öyle sanıyorum ki gerçekten zeki ve durumun gereklerine uygun olmasını bilen bir adam daha az kırıcı, daha çok saygılı yöntemler kullanarak anlaşma çareleri arardı.

Ben şahsen artık iki tarafın da savaşı sürdürmek istemediği prensibi üzerinde bir anlaşmaya varabileceğine inanıyorum, arzunun elinden ise hiçbir şey kurtulmaz...

Ortalık söylentilerle dolu... Bu söylentilerden biri: Yunanlılar, eğer konferans bir çıkmaza girip de dağılırsa, Türklerin askerlerini güneye çekmek zorunda kalacaklarına, böylece Trakya boşalmış olduğu için Yunanlıların da bu bölgeye rahatça girebilmek olanağına sahip olacağına inanıyorlar, bu nedenle de konferansı başarısızlığa uğratmak ve bir çıkmaza sürüklemek için ellerinden geleni yapıyorlar. İkinci bir söylenti Türkler öteki bütün ülkelerin delegelerine sunmak için ayrı ayrı anlaşma projeleri hazırlıyorlar ve böylece Müttefikleri birbirlerinden ayırarak her biriyle ayrı ayrı anlaşma imzalamaya çalışıyorlar.

Belki Yunanlılar dışında, herkes bir an önce barışa kavuşmak istiyor. Görünüşe göre bunun başlıca engeli kapitülasyonlar, mali sorunlar ve Musul olacak. Sonuncu sorun da, Türkler Musulu almak istiyor, fakat İngilizler oradan toprak vermeyi kesinlikle reddediyorlar. Bu reddedişe sebep olarak, oradaki manda yönetimine ve Araplara karşı İngilizlerin şeref sözüne dayanan sorumluluklarla bağlı bulunmalarını ileri sürüyorlar. Kaldı ki nedenlerden biri, İngilizlerin petrol yataklarına, sahip olmaları daha önemlisi ise Musul'un İran, İslam Birliği ve Doğu ülkeleri arasında askerî bakımdan kilit noktası olmasıdır.

Ancak şüphe etmiyoruz ki konferansın kesintiye uğramasından ve bunun sonucu Türklerin güneyde askerî hazırlıklara başlayarak Yunanlılara Trakya'yı ele geçirme fırsatı vermesinden Venizelos hiç üzüntü duymuyor. İki haftadan beri Yunanlılar pek can sıktılar; Barreré Yunanlılara pekâlâ etki edebilecek olan İngilizlerin hiç ses çıkarmamalarının Fransızları sinirlendirmekte olduğunu söyledi.

Azınlıklar komitesinin 6 Ocak oturumunda bir skandal oldu. İtalyan delegesi Montagna ve İngiliz delegesi Rumbold ulusal bir Ermenistan devleti kurulması lehinde konuştular, Fransız delegesi Victor Lacroix'ya söz verildiği sırada Rıza Nur söze karıştı ve ısrarla söz istedi. Müttefiklerin bu azınlıkları Türkler aleyhine boyuna kışkırtmış oldukları için de burada böyle konuşmak zorunda kaldıklarını, bu insanların şimdiki durumundan tamamen Müttefiklerin sorumlu olduğunu ve Türk delegasyonunun bu durumda çok söz dinlemek istemediğini ve toplantıyı terkedeceklerini söyledi. Montagna, Rıza Nur salonda kalmaya ikna edebilmek için elinden gelen bütün çabayı harcadı, bu davranışının parlamenter usullere çok aykırı düşeceğini, eğer kararında direnirse konferanstan ihraç edileceğini söyledi. Fakat bunlar Nur'a hiç etki etmedi ve orada bulunanların salondan çıkış usullerine karşı dakikalarca resmi protestolar ileri sürüldü.

Bütün Türk delegasyonu şu kanıda ki, Türkiye'deki Ermenilerin bulundukları yerlerde kalmaları daha yararlıdır ve yabancı entrikalarına âlet olmazlarsa güvenlik ve huzur içinde yaşarlar. Öteki yerlerdeki Ermenileri Anadolu'ya dönmeye kışkırtacak her plânı, hiçbir toprak kaybı ve ulusal egemenliğin sarsılması söz konusu olmasa bile, derhal reddedeceklerine eminiz. Türkler en ısrarlı inatçılığı bu sorunda gösteriyor.

İsmet Paşa Curzon'la görüşmeye geldi. Yuvarlak bir masa çevresinde konuştular, İsmet bir santim bile ileri gitmeyi reddetti, hele Rum Patrikliğinin hangi şartlar altında olursa olsun alıkonulmasının sözünün bile edilmemesini istedi. Yarım saatin sonunda Curzon daha çok vakit kaybetmenin gereksiz olduğunu bir çıkmaza saplanıp kaldıklarını, hiçbir sonuca varamayacaklarını söyledi. Toplantıya İsmet'le birlikte ve başka şeyler konuşarak gittiler. Tam kapıya geldiklerinde İsmet tamamen tepeden inme bir şekilde; ''Pekâlâ, isteklerinizi kabul edeceğim'' dedi. Bence bu çok anlamlı bir olay. Anlaşılıyor ki, Türkler ne elde edebilirsek o kârdır diyerek en son dakikaya kadar her sorunda blöf yapacaklar. Bu da onların anlaşmayı imzalamadan Lozan'dan ayrılmayacaklarına inanmamıza hak veriyor. Başlangıçta da işaret ettiğim gibi, bu konferans bir poker oyunu gibi geçecek. Gerçekten de öyle oluyor.

''Siz delegemiz Child'e, Rıza Nur da bana, Türkiye'nin Amerika ile bir dostluk ve ticaret antlaşması yapmak istediğinden söz etmiştiniz'' dedim. Paşa, bu isteğinin değişmemiş olduğunu söyledi. Bu sorunu ne zaman görüşebileceğimizi sordum. Hemen ''yarın!'' cevabını verdi. Ben de Türklerle Müttefikler arasında bir antlaşma imzalanacağı açıkça belli olmadan bu konuda görüşmelere başlamamızı doğru bulmadığımızı işaret ettim. Normal diplomatik ilişkilere yeniden ve bir an önce başlamanın, bütün ilgili ülkelerin yararına olduğunu söyledi. Genel nitelikteki konuşmamız şunları ortaya çıkardı ve açıkça gösterdi ki: (1) Paşa bizimle görüşmelere başlamaya isteklidir. (2) Müttefiklere ödün vermek konusunda bir adım bile ileri gitmeyecektir - hiç değilse son ana kadar. Son anda ve kartlarını açtıkları zaman şimdiki davranışlarının ne dereceye kadar blöf olduğunu öğrenebileceğiz. Bu gece İsmet'i çok ciddi ve eskisine oranla daha katılaşmış gördüm;

Curzon, Child'i çağırarak demiş ki: ''Siz bir süre önce bize, eğer bir çıkmaza saplanıp kalırsak yardım edeceğinizi söylediniz. Şimdi yardımınızı istiyorum. İtalyanlarda yürek yok. Fransızlar hiçbir şey yapmıyor. Siz ne salık verirsiniz?"

Curzon adlî kapitülasyonlar üzerinde durdu; mahkemeler, cezaevleri ve kanunlar aynı şekilde kaldıkça, hiçbir yabancının Türkiye'de iş yapamayacağını söyledi.

Amiral Bristol bugün İsmet ile uzun bir görüşme yaptı. Bristol görüşme konusunu kapitülasyonlar üzerinde toplayarak, eğer bunlar kalkacak olursa yerlerine başka bir rejim konulması zorunluluğu üzerinde ısrarla durdu. Bugünkü Türk adlî rejiminin başlıca kusur ve eksiklikleri olarak şunlara işaret etti: (1) - Seçiliş yolları ve çok düşük ücretlerinden ötürü yargıçlara güvenilmemesi, (2) - Medenî, ticarî ve ceza kanunlarının yeniden düzenlenmesi, bu kanunlardan şeriat hukukuna ilişkin izlerin atılması gereği, (3) Duruşmaların uygun şekilde yönetimi, tanık çağrılması ve kanıt toplanması hakkındaki usul kanunlarının bulunmayışı, (4) İkametgâha saldırıyı önleyici kanunların yapılması gereği, (5) Yeni ceza evlerine ve yönetmeliklerine olan gereksinme.

Türkiye'nin içişlerine yabancılar tarafından hiçbir şekilde müdahaleye olanak vermeyen mutlak bağımsızlık sorununun şimdi ve ebediyen çözülmesi, Türk halkının kesin isteğidir. İsmet Paşa, her şeyi göze alarak ve doğacak bütün sonuçları kabullenerek bu konudaki tavrını ve görüşünü asla değiştirmeyeceğini mümkün olduğu kadar açık şekilde

Bu sabah saat 11.30'da Child ile Curzon'u ziyarete gittik, konferansın durumu hakkında ne düşündüğünü sorduk. Verdiği cevapta samimiyetsizlikten eser yoktu. Fransızların kendisini hayal kırıklığına uğrattıklarını, her sorunda ve özellikle kapitülasyonlar üzerinde boyuna zaafa düştüklerini, bütün konferans plânlarını Türklere açıklamış olduklarını söyledi.

Şimdiye dek Fransızlar, Türklere karşı Curzon'un yaptığı gibi etkin ve kesip atıcı şekilde değil, daha yavaş ve sabırlı davranılmasını istemekteydiler,

Durum çok karanlık görünüyor, fakat ben iki tarafın da barış istediğine ve bunun bir yolunun bulunabileceğine inanıyorum.

Bayan Ruşen Eşref cumartesi günü Türkiye'ye dönmek için nasıl hazırlandıklarını, nasıl gideceklerini uzun uzun anlattı. Fakat daha sonra bizimle pazar günü Bern'de bir öğle yemeği davetine boş bulunup ''peki'' dedikleri anda falso verdiler.

Bugünkü genel toplantıda Curzon antlaşma projesini Türklere resmen verdi.

İsmet Paşa kısa bir cevap vererek, kendilerine sunulan antlaşma projesinde yalnız üzerinde anlaşmaya varılmış maddelerin değil, hatta hiç öne sürülüp tartışılmamış olan yeni maddelerin de bulunduğunu bildirdi. Bu nedenle Müttefiklerle görüşüp barış şartları üzerinde anlaşmaya çalışmak için kendilerine sekiz günlük süre verilmesini istedi. Curzon, cevap olarak Paşa'nın tam yetkiye sahip bulunması ve Ankara'ya dönmek ihtiyacında olmamasından ötürü memnuniyetini belirtti.

Oturum açıldığında Curzon, Paşa'nın tamamen haklı ve makul olduğunu bildirmekle beraber, kişisel nedenlerden ötürü kendisinin birkaç gün içinde Londra'ya dönmek zorunda olduğunu bildirdi. Öte yandan şimdiye dek İngiliz delegasyonu adına konferans görüşmelerini kendisinin yönetmiş olduğunu, görüşmelerin bu son bölümünde bu görevi başkasına bırakmaya hükûmetinin izin vermediğini ekledi.

Öğle üzeri Fransız delegasyonunun davranışında ansızın bir değişme oldu. Belki de Paris'le Londra arasındaki diplomatik ilişkiler sonucunda Fransız delegesi Bombard, yarın sabah Türklere bir ültimatom verilmesi konusunda Curzon'u destekleyecekmiş. Türklere yeniden gözden geçirilmiş antlaşma metni verilecek ve pazar günü Şato Otelinde 16.30'da tüm Müttefik delegasyonlarının hazır bulunacakları ve eğer İsmet Paşa isterse gelip imzalaması için kendisini orada bekleyecekleri söylenecek, aksi durumda hemen o gece Müttefiklerin Lozan'ı terk edecekleri söylenecekmiş.

Mussolini buradaki İtalyan delegasyonuna her ne pahasına olursa olsun antlaşmayı imzalamaları konusunda talimat göndermiş. Garroni bunu Curzon'a söylemedi. Curzon'u görmeye giderek, ''bu senin konferansındır, yürütüp götürmek de sana düşer'' şeklinde bir şeyler söylemiş. Fakat Curzon bu sözün anlamını anlamazlıktan geliyor.

Yine ilginç bir gün, herkes birbirine barometrenin durumunu soruyor; verilen cevaplar, her kişinin iyimser ya da kötümser yaradılışta oluşuna göre birbirinden hayret verecek kadar ayrı oluyor. Biri, hiç umut kalmadığını, Müttefiklerin (ya da Türklerin) artık son fedakârlığı da yapmış olduklarını, daha ileriye gidemeyeceklerini, Curzon'un yarın akşam 21'de Lozan'dan ayrılacağını söylerken, bir başkası da ne Türklerin, ne de Müttefiklerin antlaşmayı imzalamadan Lozan'dan ayrılmayacaklarını, yalnız son dakikaya kadar birbirlerinin gözünü korkutmayı sınayacaklarını ileri sürüyor. Ben de sonuncu kanıdayım. Öte yandan iki tarafın uzmanları da maddeler üzerindeki çalışmaları sürdürüyorlar. Curzon bugün İsmet'e, yarın öğleden sonra antlaşma metninin masaya konulacağını, eğer isterse gelip imzalamasını, bunun kendisine verilmiş son şans olduğunu söylemiş.

Hiçbirimiz neler olup biteceğini bilemiyoruz. Bildiğimiz yalnız şu idi ki, Müttefikler antlaşma projesini bugün saat 16'da ''ister imzalayın, ister imzalamayın'' diyerek Türklerin önüne uzatacaklar; Curzon da sonuç ne olursa olsun, saat 21'de Lozan'dan ayrılmaya and içmiştir.

Saat 15.30'da hepimiz öğle yemeğinde iken ilk önemli gelişme görüldü. İtalyan delegasyonundan Arlotta'nın telaşla yemek salonuna girip Garroni'ye bir kâğıt uzattığını gördük. Garroni hemen fırladı ve salondan çıktı. Bu Türklerin hazırladığı ve Müttefiklerin projesine cevap olarak verdikleri yeni bir antlaşma projesidir. Türklerin projesinde yalnız şimdiye dek komisyonlarda her iki tarafın birlikte anlaşıp kabul ettikleri maddeler bulunmakta, öteki maddelerin tümü dışarda bırakılmaktadır. Bu projeye eklediği notada İsmet Paşa şimdiye dek taraflardan her ikisinin de kabullendikleri bu maddelerin bir barış antlaşması için yeterli bir temel olduğunu, üzerinde birlikte anlaşmaya varılmamış olan öteki maddelerin sonradan çözülebileceğini bildirmektedir. Çok zekice bir manevra...

Böylece, bekledik ve her an antlaşmanın imza törenini görmek için davet edilmeyi umduk. Ansızın saat tam 20'de yukarıda bir kapının açıldığı duyuldu. Herkes kalktı ve merdivene doğru ilerledi. Bir an içinde Paşa göründü, arkasında delege arkadaşları olduğu halde merdivenden inmeye başladı. Son basamaklara gelince melon şapkasını çıkardı, neşeli bir insan tavrı ile gülerek ve başını sağa sola çevirerek, nezaketle salondaki kalabalığı selamladı ve otelden çıkıp gitti. Bu sahneyi ömrüm oldukça unutmayacağım. Konferans bitmişti. Hiçbir imzalama olmayacaktı. Bir saat önce Bentinck'in telefonla verdiği haber üzerine böyle bir sonuçla karşılaşacağımızı hatıra bile getirmiyorduk. Child ve Bristol ile birlikte hemen Curzon'un odasına gittik. Herkes dışarı çıkmıştı. Bir anda Curzon göründü, kızgın bir boğa gibi odaya hücum etti, bizlere baktı, parmağını havada dalgalandırarak aşağı yukarı yürümeye başladı. Durmadan ter döküyor ve içerdekilerin yüzlerine bakıyordu. Birden bağırdı: ''Dört korkunç saatten beri burada oturduk ve İsmet her sözümüze şu bayat ve adi kelimelerle cevap verdi: 'Bağımsız ve ulusal egemenlik.' Biz elimizden geleni yaptık. Hatta Bombard bile masayı yumrukladı ve İsmet'i savaş kundakçılığı ile suçladı. Şimdiye dek kendisinden duyduğum en kuvvetli konuşmayı yaptı.''

Her şey bitmişti. Curzon ızdırap ve korku içinde idi. İsmet Paşa ile görüşmemizin yararlı olup olmayacağını sorduk. Montagna ve Bombard'ın kendisiyle görüşmeye gitmiş olduklarını, fakat hiçbir şey elde edemediklerini söyledi.

Hemen aşağı koştuk ve Palas Oteline gittik. Bombard ve Montagna orada İsmet'le birlikteydiler; fakat bizi başka bir odaya aldılar. Kapıcı, Lord Curzon'un treninin bir saat geciktiğini ve kendisinin ancak saat 10'da hareket edebileceğini söyledi. Fakat bunun doğru olmadığı anlaşıldı. Aslında Curzon, Bombardın İsmet'le yapmakta olduğu görüşmenin sonucunu beklemek için treni kendi emriyle geciktirmişti. Fakat Bombard'ın sonuç alamadığını öğrenir öğrenmez tren yoluna devam ettirildi ve 9.25'te Curzon Lozan'dan hareket etti.

Adli sorunlar üzerinde İsmet Paşa'yı bir hayli ikna ettik, fakat o ekonomik maddelerin adli maddelerden daha az önemli bir engel olmadığını, antlaşma projesindeki ekonomik maddelerin Türkiye'yi ''malî ve sınaî tutsaklığa'' sürükleyeceğini söyledi.

Curzon'da hiç bulunmayan, fakat mutlaka bulunması gereken özellik; sabır, bu olmadan Türklerle başa çıkmaya çalışmak yararsız. Öte yandan Curzon Türklerin ihtiras durumuna gelmiş olan ulusal istekleri ve özleyişlerini hiç anlamaz göründü. Konferans masasında, sanki kendisinin Hindistan'daki uyruklarından biri imiş gibi, İsmet'e daima yukarıdan bakmakla Müttefiklerin davasına hiç hayrı dokunmadı. Benim kanımca, konferansın başarısızlığa uğramasının en önemli nedenlerinden birisi de, Fransızların mızıkçılığıdır. Onlar Müttefiklerin sımsıkı cephesinde delik açtılar. Türklere yeni bir cesaret ve güç verdiler ve başarılı bir sonuca ulaşma şanslarını yıktılar.

Herkes Lozan'dan ayrılmış olduğu için onlar da Ankara'ya döneceklerini ve millete danışacaklarını bildirdiler. İsmet Paşa konferansın büsbütün dağılmayıp yalnız bir başka tarihe bırakılmış olmasından memnunluk duyduğunu söyledi ve Ankara'ya gittikten sonra eğer isterlerse Müttefiklerin kendisini tekrar görüşmeye çağırabileceklerini söyledi.

Lozan Konferansının ilk bölümü, Mr. Grew'un anlattığı gibi 4 Şubat 1923 Pazar akşamı sona ermiş ve Türk kurulu ''Biz son sözümüzü söyledik, eğer isterseniz bizi tekrar çağırırsınız'' diyerek ve Müttefiklerin İsmet Paşa'dan Lozan'da kalması ve beklemesi konusundaki son ricalarını da reddederek 7 Şubat sabahı Ankara'ya hareket etmişti. Müttefikler konferansı tamamen dağılmış değil, fakat bir başka tarihe bırakılmış olarak kabullenmekteydiler.

23 Nisan Pazartesi günü yapılan açılış oturumunda Müttefik delegasyonlarında bazı önemli değişiklikler yapılmış olduğu derhal göze çarptı. İngiliz kurulunun başında, geçen toplantının başarısızlığa uğramasının başlıca etkenlerinden biri olan Lord Curzon'un yerini, İngiltere'nin İstanbul'daki Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold almıştı. Fransız delegasyonunda da Barreré ve Bombard'ın yerini Fransa'nın İstanbul Yüksek Komiseri General Pelle, İtalya delegasyonunda ise Garroni'nin yerini Montagna almış bulunuyorlardı. Türk kurulu yine İsmet Paşa, Rıza Nur ve Hasan beylerden kurulu idi. Yunanlıların başında yine Venizelos vardı. Bütün delegasyonların fikri şu idi: Dünyada hiçbir ulus savaş istemiyor; bu kere barış her ne pahasına olursa olsun imzalanmalıdır. Fakat bu madem ki barış konferansının son bölümüdür, birbirimize karşı sonuna dek dayatalım ve ne kadar mümkünse o kadar çok şey koparalım. Bu nedenledir ki konferansın bu ikinci bölümü birincisine oranla daha çetin, çok daha tartışmalı ve delegeler için çok daha yorucu ve bitirici bir şekilde geçmiştir.

Basın haberlerinden hepiniz öğrenmiş bulunuyorsunuz ki İsmet Paşa Lozan'da büyük bir diplomatik zafer kazanmıştır. Bütün Müttefik diplomatlarının sırtını yere getirmiştir. Bu olayı inkâr etmenin yararı yoktur. Bu tamamen doğrudur ve kolaylıkla açıklanması mümkündür. Belki bu, tarihte kazanılmış en büyük diplomatik zaferdir ve daha başlangıçta İsmet Paşa'nın bütün kozları elinde bulundurmasıyla sağlanmıştır. Daha işe başlarken elinde dört as vardı ve bunlar anlaşmayı sağlayan yararlı temeller oldu. Birincisi, arkasından zaferden yeni çıkmış bir ordu bulunuyordu ve bu, Sevr anlaşması sırasındaki Türk ordusundan çok başkaydı. İkincisi ordu çok iyi denebilecek bir durumda ve her an savaşa girmeye istekli bir halde idi. Üçüncüsü, büyük ülkelerden hiçbirisi savaş istemiyor, İsmet Paşa da bunu biliyordu. Dördüncüsü, Müttefikler diplomatik görüşmelerde bile sıkı ve birleşik bir cephe kuramıyorlardı. Daha çok çıkarlar elde etmeye çalışacak yerde, her devlet her şeyden önce kendi yanındakinden kuşkulanıyordu, hiçbiri genel ve ortak bir plan hazırlayıp bunu her güçlüğe göğüs gererek gerçekleştirmeye yanaşmıyordu.

Çeşitli kaynaklardan, İngiliz hükûmetinin konferansın bu ikinci bölümünde bizim bulunmamızı istediğini öğrendik. Fakat Fransız ve İtalyan hükûmetleri aynı fikirde değildirler, bu nedenle genel sekreterlik bize de davatiye gönderdi ve Amerika'yı yalnız başına benim temsil etmem kararlaştı. İlk günden başlayarak Müttefik arkadaşlarımı teker teker görerek kendilerine durumumuzu, konferansta ne yapmak istediğimizi ve kendilerine haber vermeden bir adım bile atmayacağımı söyledim. Ondan sonra ne zaman İsmet Paşa ile görüşsem (ki hemen haber alınıyordu) arkasından derhal Müttefik arkadaşlarıma giderek neler konuştuğumu bildiriyordum.

Lozan Konferansının bu ikinci bölümünde en ciddi gelişme kuşkusuz Türk - Yunan savaş tazminatı oldu. Öyle bir an geldi ki konferansın tekrar kesilmesine ve Avrupa'da savaş patlamasına kıl kadar mesafe kaldı. Çünkü Yunan ordusu doğu Trakya'yı istila etseydi (ki buna niyetleniyordu) hiç kuşkusuz Balkanlarda genel bir tutuşma olacaktı ve bu ateşin nerelere dek gideceğini kimse kestiremezdi.

İşin bu bölümünde Paşa çok sinirli idi ve savaş tehditlerinin önüne geçmek için Doğu Trakya'ya Türk kuvvetleri göndermek üzere Müttefiklerin iznini istedi. Bu istek kuşkusuz reddedildi.

Bu sırada Lozan'a Yunan Dışişleri Bakanı Apostol Aleksandridis geldi ve Venizelos'tan daha kavgacı bir tutum takındı. Yunanlıların tazminat ödemektense savaşmaya kesin şekilde karar vermiş olduklarını söyledi ve Montagna'ya ''Bundan önce Müttefikler Yunan saldırısını desteklemişlerdi deyince, Montagna'dan ''Zafer kimi zaman yenilgiden daha pahalıya mal olur ve Müttefiklerin hepsi değil, bazıları sizi destekledi'' cevabını aldı. Aleksandridis, Yunan ordusunun konferansta Müttefiklerin durumunu kuvvetlendiren bir dayanak olduğunu belirtti, bu ordunun şimdi en güçlü devresinde bulunduğunu, fakat vakit geçer de bir yere hücum etmek fırsatını bulamazsa, bu gücünü kaybedeceğini söyledi. Montagna tersleyici ve küçümseyici bir tutumla Aleksandridis'e bakarak Yunan ordusunun Müttefiklerin durumunu güçlendirmekle hiçbir ilgisi olmadığını söyledi. O zaman Aleksandridis daha da ileri giderek, Yunan ordusunun zafer zevkinden yoksun kaldığını ve subayların bu zevke kavuşmak için Doğu Trakya'yı istila etmek istediğini söyledi. Bunların nedeni Yunanistan'ın iç politikasıydı. Bir yandan askerî parti hınç ve intikam hisleri içindeydi, beri yanda da Venizelos'un partisi iktidarı elinde tutabilmek için dişe dokunur bir iş yapmak gereğini duyuyordu; böylece iki taraf da kendisini açık bir şekilde savaşa doğru itmekteydi.

Montagna sonradan bunu şöylece açıkladı: ''Rumbold çok güç durumda. Önceleri Türklere baskı yapmak için Yunanlıları destekleyici bir tavır takındı. Şimdi ise bu davranışı değiştirmek zorunda kaldı. Fakat daha önce başka türlü davranmaları, şimdi Müttefiklerle birlikte hareket etmelerine engel oluyor, onun için yalnız başlarına hareket ediyorlar''.

Montagna Venizelos'a giderek, eğer savaş çıkarırlarsa Türklerin İstanbul ve Anadolu'daki 400 bin Yunanlıyı öldürmelerinin muhtemel olduğunu hatırlattı. Venizelos derhal cevap vererek ''eğer onlar bunu yaparlarsa biz de derhal Yunanistan'daki Müslümanları öldürürüz'' dedi. Bunun üzerine Montagna ''Yalnız Yunanistan'daki iktidar partisini güçlendirmek için bu kadar korkunç kasaplığı göze alıyor musunuz?'' diye sordu. Venizelos mesele kendisine bu cepheden gösterilince söylediklerinden utanmış göründü.

İngiliz ve Fransızların, imzalanacak antlaşmaya veya antlaşma protokollarından birine, savaştan önce Osmanlı hükûmetiyle yapılmış, uygulanmasına başlanmış olan tüm ayrıcalık sözleşmelerinin hatta resmi formaliteleri tamamlanmamış bile olsa, şimdiki Türk hükûmetince de geçerli sayılması gerektiğine ilişkin bir madde koymaya hazırlandıklarını ansızın haber aldık.

Müttefiklerin ileri sürdüğü öneri bir Fransız ile iki İngiliz şirketinin yani Reji General Kampanyasının çıkarlarını korumak ve savunmak amacını güdüyordu. Birinci şirketle ilgili görüşlere kişisel olarak ilgi duyuyorum.

Her ne olursa olsun, açık kapı prensibine aykırı olarak Müttefiklerin eksik veya hükümsüz sözleşmeleri hukuki bakımdan geçerli duruma getirmek için bir barış antlaşmasını araç olarak kullanmalarına izin veremezdik.

Birçok gün sonra maddenin antlaşmaya sokulmasından cayıldığını öğrendim. Fakat bu zafer üzerine tam birbirimizi kutlamaya başlamıştık ki, başka bir haber geldi. Gizli olarak verilen bu habere göre Müttefikler o maddeyi çıkarmakla birlikte, yerine adı geçen üç şirketin haklarını koruyacak başka üç madde koymuşlardı. Benden gizli tutulan bu üç maddenin metinlerini ele geçirdim.

İsmet Paşa'yı yedi kere ziyaret ettim ve kendisine tekrar tekrar ''Amerika Birleşik Devletleri her Türkten görevini yapmasını beklediğini, Müttefiklerin kendisini hırpalayacaklarını, ağır muamele yapacaklarını, emredici olarak davranacaklarını, bütün güçleri ile üzerine yükleneceklerini, fakat eğer
sıkı durur ve zaaf göstermezse davayı kazanacağını söyledim.

Sonuç sabaha karşı saat 3'te geldi. Anlaşıldı ki Müttefikler son bir saldırıdan sonra silâhlarını bırakmışlar ve antlaşmada Türk Petrol kumpanyasından hiç söz etmemeyi kabullenmişlerdi. Ertesi sabah Paşa'yı gördüm, on yıl yaşlanmış görünüyordu, fakat mücadelemizde zaferi kazanmıştık... Öteki komisyonlar da aynı çetin mücadeleden geçtikten sonra 24 Temmuz'da Lozan Barış Antlaşması imzalandı.

O korkunç ve semeresiz savaşın sonsuz anıları olarak Çanakkale Boğazı'ndan geçen herkesin gözüne çarpmaktadır. Daha sonra boğazları ve kaleleri ile Çanakkale... Savaş gemilerinin buradan geçememiş olmasına şaşmamalı. Her yerde kaleler ve istihkamlar. Fakat Lozan Antlaşması hükümlerine göre silâhtan arındırılmış. Şimdi uluslararası bir komisyon boğazları denetliyor.

Bugünlerin üç ünlü sorunu var: 1) Biz buraya gelmeden birkaç gün önce komünistlerden bir grup, Beyoğlu Caddesindeki Tokatlıyan Otelinin tam bitişiğinde bir oda tutarak içersinde bomba ve daha pek çok silâh depo etmişler, amaçları çok açık olarak otele yaptığı ziyaretlerden birinde Gazi'yi öldürmekmiş. Polisler bunu öğrenip odayı basmaya girişince yaylım ateşine tutulmuşlar ve üçü ölmüş. Komünist çetesinin öldürülmemiş olan mensupları tutuklanmış ve ötekilerinin bulunması için sıkı aramaya girişilmiş. Bunların Ermeni oldukları anlaşıldı ve ele geçirilen broşürlerden Üçüncü Enternasyonal ile ilgili bulundukları ve Rusya'dan para aldıkları ortaya çıkarıldı.
Bunların New York'taki Ermeni cemiyetleriyle de bağlantılı olup olmadıklarını düşündüm.

2) Yıldız Köşkü Gazinosu'nda yaz boyunca çeşitli kumar masaları dolup dolup boşalmış, bazı yüksek Türk memurları, diplomatlar ve daha başka kişiler buraya sık sık gelmişlerdi. Biz gelmeden az önce burası basılmış, yönetici Serra tutuklanmış ve orada bulunanların hepsi mahkemeye gönderilmişlerdi. Bunların içinde İran Sefareti Müsteşarı ile İtalyan Sefaretinin bir yüksek memuru da bulunmakta idi. Baskın için ileri sürülen neden, gazinonun içeriye Türk memuru almamayı taahhüt ettiği, fakat bu sözünde durmadığı idi. Türk memurları buraya sürekli gelip kumar oynamışlardı ve öyle sanırım ki Gazi bu durumu kendi reform programına aykırı bulmuştu. Çok akıllıca bir davranış.

Pardo ve öteki Yahudiler mahkemede beraat ettiler. Paşa'nın hakseverliği her tarafta hararetle övülüyor. Başlangıçta adalet makamlarının şiddetli bir Yahudi aleyhtarlığı şeklinde görülen davranışları, hükûmetin muhteşem alicenaplığı hakkındaki sevinç çığlıkları ile sona erdi.

Her hükûmet yanlışlar yapar ya da adil kararlar verir. Türk hükûmeti gibi bir sürü sorunlarla karşı karşıya kalan, yeni yapıların temellerini atan başka milletlerde ancak birkaç neslin başarabildiği temel değişiklik ve gelişmeleri çok kısa bir süreye sığdırmakla kendini görevlendiren bir hükûmetin ise çok daha fazla hatalar yapması çok normaldir. Bunun için eleştirilerimi yaparken bu noktayı her zaman göz önünde tutacağım. Türk hükûmetinin şimdiye kadar başarmış olduğu işlere, altından kalkılamaz gibi görünen bir işi gerçekleştirmek yoluna girmesine ve birçok tahminlerin aksine olarak bütün bu sorunları çözmek yeteneğine, gücüne sahip olduğunu gösterebilmiş olmasına derin bir hayranlık duymaktayım.

Güçlü bir millîyetçilik, onun başarılarının anasıdır, oysa içerdeki tüm güçler istediği yönde gelişmek için serbest bırakılırsa, bugün Türkiye'nin durumunda bulunan herhangi bir ulusun varlığını sürdürebileceği umut edilmez. Bu nedenle onun şovenist ruh yapısına tahammül etmeli ve Türkiye Cumhuriyeti'nin daha büyük hedeflerini içtenlikle göz önüne getirerek eleştirilerimizde ölçülü olmalıyız.

Sovyet taraftarlığının ise duygulardan pek uzak bulunduğunu anlattı. Yunan savaşı sırasında Sovyet Rusya'dan yardım gördüğü için Gazi bu ülkeye karşı bir dereceye dek minnettarlık duyuyor ve dostluk ilişkileri içinde yaşamayı çok istiyormuş, fakat Türkiye'de her ne şekilde olursa olsun, Sovyet propagandalarının ilk belirtisi acımasız şekilde bastırılmış, buna girişenler asılmış. Elçinin kanısına göre bu şekil çabalara bundan böyle de hiç göz yumulmayacakmış. Mr. Kovalski, Mustafa Kemal Paşa'nın iyi duygulara sahip, düşündüklerini olduğu gibi ve açıkça söylemeye alışmış, zekâsı çok aydınlık şekilde çalışan, gerçekten büyük bir adam olduğunu söyledi. Pek doğal olarak Cumhurbaşkanı bir diktatör olmak zorunda kalmış, çünkü Türkiye, İsviçre ve öteki Avrupa ülkeleri ile karşılaştırılamaz. Türkler daha kendi kendilerini yönetecek duruma gelmemişler; bir diktatörlük olmazsa ülke parçalanabilir.

Bana Gazi üzerinde çok iyi bir izlenim bırakmış olduğumu, kendisini şimdiye dek hiç bu derece memnun görmediğini, Gazi'yi memnun etmenin ise kolay bir şey olmadığını söyledi. Ben de kendisine Cumhurbaşkanının üzerimde fevkalade bir etki bırakmış olduğunu, özellikle çehresindeki kudret ve irade ifadesini hiç unutamayacağımı söyledim. Gerçekten de Gazi'de amacına erişmek için her güçlüğü yenebilecek bir insan çehresi vardı.

Mecliste tek parti var. Bir muhalefet partisi kurulmasına izin vermeyi denemişler, fakat bu partinin taktikleri suikastler ve isyanlar şeklini alınca, pek doğal olarak daha çok göz yumamamışlar. Muhalefet liderleri İzmir'de asılmış ve böylece yalnız hükûmet partisi kalmış. Milletvekili adayları hükûmetçe belirleniyor ve gözü kapalı şekilde seçiliyorlar. Birçokları temsil ettikleri bölgeleri hiç görmemişler.

Türkiye, Amerika ile yapılacak olan bu antlaşma, son olarak çözülünceye dek öteki ülkelerle yapacağı anlaşmaları askıda tuttuğunu, bu ülkelerin Türkiye'den bize verilen aynı avantajları kendilerine de istemiş olduklarını, Türk hükûmetinin ise bu avantajları başkalarına tanımamak çarelerini araştırdığını anlattı.

Dedi ki, Lozan'da bizimle yaptıkları antlaşma, öteki tüm antlaşmalardan çok iyidir; Türk hükûmetinin yaptığı ilk antlaşma olduğu için biz bu avantajları elde etmişizdir; Türk hükûmeti bu antlaşmayı Amerika gibi büyük bir ülke ile dostluğunun sembolü olarak imzalamış olmaktan memnuniyet duymuştur ve bu nedenden onun manevi etkisine çok önem vermektedir, fakat teknik bakımdan ele alınırsa bu antlaşmanın hiç imza edilmemiş olmasından da Türk hükûmeti aynı derecede mutluluk duyacaktır. Dışişleri Bakanı, Türk hükûmetinin gerçek fikrinin de tamamen bu şekilde ifade edilebileceğini belirtti.

Gerard'ın basında yaptığı hücumlar ve Amerika gazetelerinde Muhtar Bey'in Leviathan gemisinden New-York'ta silâhlı ve motorsikletli polisler eşliğinde alınıp Washington'a götürüldüğüne lişkin çıkan haberler, Türk basını tarafından hayret edilecek bir anlayışla karşılandı.

Hükûmetle ilişki kurmak, Muhtar-Gerard olayı üzerine konuşmak ve Türk basınını yatıştıracak açıklamalarda bulunmak üzere saat 7.30'da Ankara'ya hareket edeceğim. Fakat hiçbir iş üzerinde durmayacağım. Ankara'ya her gidişimde amacımın bir şey istemek olduğu fikrine kapılmalarını istemiyorum. Kendi konumumdan yararlanarak Amerikan okulları ve öteki kuruluşların her çeşit
haklarını Türk hükûmetinin isteği dışında sağlamaya çalıştığım izlenimlerini almalarını da istememekteyim. Eğer onlar Amerikan okullarını ve kuruluşlarını istemiyorlarsa, boğazlarına sarılmayı düşünecek değiliz; kapitülasyonlar devri geçti...

Türkler ne havyara, ne de pek güzel pişmiş olan istakoza iltifat etmediler. Dışişleri Bakanlığının siyasi danışmanı olan Ragıp Raif Bey'den başka bunlara el süren olmadı.

Sabah gazeteleri bir resmi tebliğ şeklinde, Millî Eğitim Bakanlığı'nın Bursa'daki Amerikan okulunu kapatmak ve din propagandası yapmaktan sorumlu olanları adliyeye vermek niyetinde olduğunu bildirdiler. Bu olay, öteki bütün yabancı okulları kapatmaya doğru atılmış ileri bir adım olacak herhalde. Şimdi önemli olan şey, kolejleri bu tehlikeden korumaktır.

Bizim kanımız ne olursa olsun, okul hakkında ileri sürülen suçlamalar hiç şüphe götürmez şekilde ispat edildi; durumumuz zayıf, olayın kaynağını meydana getiren milliyetçilik duygusu ile başa çıkmamız mümkün değil. Öyle sanıyorum ki, olayların en kızışmış olduğu devrede benim kenarda kalarak sesimi çıkarmamış olmamı Türk hükûmeti takdir edecek ve böylece, harekete geçmek için uygun an geldiğinde, yapacağım başvurmayı daha nazikâne ve anlayışlı bir şekilde karşılayacak.

Merzifon'daki durum ise çok kötü. Orada müfettişler Türk bayrağı ile birlikte dalgalanan Amerikan bayrağının indirilmesi, pazar günleri ders yapılması, pazartesi ve perşembe günleri öğleden sonraları tatil verilmesi için direnmişler. (Bilindiği gibi o tarihte resmi tatil cuma günleri idi.) Goodshell pazar günleri sorununda sonuna dek uğraşacağını ve bu konuda direnilecek olursa Amerikan Kültür Kurullarının tüm okulları kapatacağını ve Türkiye'den çekileceğini söyledi. Böyle olursa ben de Türkiye'den ayrılabilirim. Çünkü bu koşullarda Senatonun benim elçiliğimi onaylayacağını hiç sanmıyorum. Maalesef müfettişler öğretmenlerin oturma odasında Türkçe bir İncil bulmuşlar; gerçi bunların öğrencilerin eline geçemeyeceğini söylemişler ama, Amerikan öğretmenlerinin elinde Türkçe İncil'in ne işi var?

Fakat bundan sonra şansım beni terketti. Bir tek elde dahi kazanmaksızın kaybettim. O zamana kadar hep kaybetmiş olan Gazi ise şimdi kazanmaya başlamıştı. Çok tedbirli oynayan Necati Bey de kaybetmişti. Son bir iki saat içinde Gazi'nin kazanmaya karar verdiği ve kazanacağına inandığı açıkça belli olmuştu. Masada oturmadığım zaman her zaman elini bana gösteriyordu. En iyi oyuncularda bile görülmeyen tarzda poker oynuyor, bir floşu tamamlamak için iki kart çekiyordu; fakat tamamlayamazsa bile potu tamamlıyordu, çünkü ötekiler hemen çekiliyorlardı.

Saat 9'da bütün paraları kazanmış olan Gazi son bir oyun daha önerdi. Bu oyunun son elinde, baştan beri ortada dönmüş olan para onbinleri bulmuştu. Hesapları tutan Eşref Bey'den bir deste para aldı ve çok nazikane şekilde hepimize, kaç lira kaybetmişsek aynen o kadarını geri verdi. Böylece çok güzel bir zaman geçirmiş oluyorduk; ne kazanan ne de kaybeden vardı.

İnsan Türkiye'de çokça kalır ve Türklerle geniş şekilde ilişkide bulunursa şunu anlıyor ki, Türklerin ne sözlerine, ne de davranışlarına bakarak zihinlerinden geçen şeyi anlamak olanaksızdır. Eğer sabır ve itidalinizi koruyabilirseniz, kendilerini bu bakımdan incelemek çok ilginç bir araştırma olur.

Rüştü Bey, konusundaki açık izlenimim şu ki, kendisi ileriyi geriyi hesaplamadan konuşan büyük bir söz ebesi ve büyük bir nazariyeci... Sorunların derinliğine ilişkin bölümlerinde bilgili değil. Sözlerini ve güvencelerini hem şüphe, hem de ihtiyatla karşılamalı. Onun bu durumu beni Dışişleri Bakanlığımıza karşı pek doğal olarak güç durumlara düşürüyor: Verdiği sözleri ve demeçleri gerçek diye kabullenerek Bakanlığa bildiriyorum, fakat sonradan bunları ya değiştirmek ya da tersine çevirmek zorunda kalıyorum. Birçok ülkede dışişleri bakanları tam yetki ile konuşur ve hükûmetinin kesin düşüncelerini bildirir; ya da hükûmetin henüz kesin bir kararı yoksa, kendi payına söz vermez ve tedbir kaydı ile sözlerini tartar. Rüştü Bey hiç böyle yapmıyor: Kendi ve hükûmeti hesabına kesin konuşuyor, sonra da kendisini ve hükûmetini ters yola çeviriyor, hatta bazen sözlerini düzeltmek zahmetine bile katlanmıyor. Benim için yeni bir diplomasi şekli.

3) Ocak ayında Maraş'tan gelen bir Amerikan misyoneri ile konuşmuştum. Bana söylediğine göre, özellikle halifeliğin kaldırılmasından ötürü hükûmete karşı muhalefet gittikçe artmakta ve bu aleyhtarlık o bölgede her gün biraz daha açık bir şekil almaktaymış.

Hukuk ve adalet gittikçe laikleştirildikçe, son adım olarak devletin kendini dinden ayırması kaçınılmaz bir sonuçtu. Fakat İslamlık Türkiye'nin medeniyetidir; Fransa gibi gerçekten Avrupalı olan ve dini gerçekten devletten ayırmış bulunan ülkelerden ayrı olarak, İslamlık'tan sıyrılmış Türkiye'nin, gelecekteki gelişmesine ve kültürüne temel olarak alabileceği, kendine özgü bir uygarlığı yoktur. Şimdi, bütün yapabileceği şey Batı'yı taklittir; bu taklidi Japonya gibi etkili bir şekilde başarıp, başaramaması ise, önce liderlerinin güçlü, otoriter ve uyma yeteneğine sahip olup olmamasına, ikinci olarak da içten içe kaynayan ve esas itibarıyla dini taassuba dayanan muhalefetin gücüne ve gelişmesine bağlıdır. Birinci noktada, Ankara'da bulunan herkesin gördüğü gibi, pek azı dışında (örneğin Fevzi Paşa), bugünkü liderler hep dine karşı ilgisiz kişilerdir. Bazıları kültürsüz, kimileri görgü ve ahlaki dürüstlükten yoksun, fakat her biri de ülkelerinin birlik ve güç kazanması, gelişip ilerlemesini tutkuyla isteyen yurtseverlik duyguları ile dopdolu insanlar. Bu, ulusun manevi ilerlemesini değilse bile, maddi ve politik gelişmesini sağlayacak... İkinci nokta, yani muhalefetin gelişmesi ve güçlenmesi konusunda doğruluk ve yanlışlığını ancak zamanın gösterebileceği ayrı ayrı fikirler var; fakat şurası kesin ki, İslamlığın bir kenara atılması, halkın belki büyük bir çoğunluğunda, özellikle Anadolu köylüsü arasında ezici derecede ağır olan vergilerden de çok hoşnutsuzluk uyandırmıştır; bu hoşnutsuzluğa dayanan muhalefetin, gelecekte kendisini göstermesi mümkündür.

Bunlara göre İhsan Bey fiyaskosu hükûmetin durumunu iyice sarsmış ve istifa tehlikesi ile burun buruna getirmiştir. Bu düşüncede olanların tahminlerine göre, ülkedeki birliği koruma gücünde olan biricik insan Mustafa Kemal bir gün hayata veda edecek, edince de kurduğu yapı yıkılacaktır. Öte yandan muhalefetin güç ve tehlikesini çok küçümseyen ve Gazi şimdi bile sahneden çekilse, arkalarında kendilerini sımsıkı destekleyen orduya dayanarak İsmet, Fevzi ve Kâzım paşaların duruma hakim olacaklarına inananlar da var. Ben bu sonuncu fikre katılmakla birlikte, herşeyin orduya bağlı olduğunu da görüyorum; eğer ordu şefleri bağlı kalırlarsa sorun yok; fakat generaller arasında ayrılık başgösterirse, sonucun ne olacağını önceden kestirmek mümkün değildir. Söylendiğine göre bu ayrılık şimdi de varmış.

Gelecekteki iç çatışma ve krizler ne olursa olsun, Türk hükûmetinin komşuları ile dostane ilişkilerini perçinlemek için her türlü çabayı harcamasını doğal karşılamalıdır. İtalya ve Yunanistan'la yakında imzalanacak olan saldırmazlık antlaşmaları, tüm çabalarını yurt içindeki güçlüklerle didinmeye vermesini mümkün kılacağı ve içerde ciddi bir kriz çıkacak olursa, hiç değilse dışardan bir sıkıntı gelmesini önleyeceği için, Türk hükûmeti hesabına hayırlı olacak.

Bursa okulunun kapanması, öğretmenlerin mahkûm edilmesi olaylarını gözden geçiren bir insan, tam bir laikleşme durumunda bulunan bir hükûmetin neden bu kadar telaş ve gürültü çıkardığını sormamazlık edemez. Ancak olayın Türkler için taşıdığı anlam, birkaç öğrencinin Hıristiyan olması değil, fakat dini bir sorunun millîyetçiliğe aykırı bir yöneliş olarak yorumlanmasıdır.

Mehmet Emin Bey Hayat dergisindeki yazılarının birinde şöyle diyor: ''Yabancı okul, gençlik üzerinde politik bir etki kaynağıdır. Bu okullar, dersleri ve yetiştirme şekilleriyle, Türk gençliğini bağlı oldukları toplumdan yüz çevirtip başka toplumlara sevgi gösterten ve yabancı bir ideale doğru sürükleyen kuruluşlardır. Yabancı okulların daha az önemli olmayan bir kötülüğü de, ücretlerinin çok yüksek oluşundan ötürü buraya yalnızca zengin ve yüksek sınıftaki ailelerin çocuklarının gönderilebilmesidir. Demokrasi için sınıf ahlakından daha şanslı bir şey yoktur. Zengin sınıf çocuklarının halkın çoğunluğundan ayrı bir eğitim görmesi, sonuçları çok tehlikeli olan sosyolojik bir hatadır. Ülkenin en büyük liderlerine bakınız: İçlerinden hiçbiri yabancı okullarının birinde iki saat bile oturmuş mudur? Karakter büyük ölçüde bir ulusal sorundur. Ancak ulusal bir çevrede şekil alır. Karakter dışardan getirilemez, çünkü o dışta, maddi bir şey değildir. Yabancı okul, çocuğun karakterine, yabancı ideallere göre şekil verir. İster dini, ister politik şekle dökülsün, yabancı idealler içinde yoğrulan karakter, ulusal Türk ideallerine aykırıdır. Çocuklarını yabancı okullarına veren aileler, evlatlarının ilerde büyük Türkler olmaları ihtimalini kendi elleri ile saf dışı ettiklerini düşünmeli değil midirler?'' Türklere göre böyle bir sorunda hiçbir uzlaşma söz konusu olamaz. Kültür millîyetçiliği. Bütün sorunun özünü meydana getiren şey, en basit deyimi ile işte budur.

Oscar Straus'un 1922'de Boston'da yayımlanmış olan ''Dört Yönetim Altında'' adlı eserini okurken hayretle gördüm ki, geçen yüzyılın sonlarında burada elçi olarak bulunduğu sıralarda kendisini en çok uğraştıran sorun, misyoner okullarının korunması olmuş, Türkler şimdiki gibi, o devirde de ve aynı nedenlerle okulları kapatmışlar.

Ruşen Eşref Bey'in çok açık ve içten konuştuğunu bildiğimiz için, ben de bu fırsattan yararlanarak içimi döktüm. Sözlerimizi anlayışla dinledi ve dedi ki: ''Türkiye bir avuç insanca yönetilmektedir, kendisi de bunlardan biridir; Gazi sabahları çok geç kalkmakta ve genellikle geceleri çalışmak istemektedir; işte bu nedenle kendisi çağırdığında gitmemek mümkün değildir; herhalde Gazi'nin şu anda görüşecek, önemli bir işi vardır.''

Geniş yatı üzerinde önceden Arap harfleri ile yazılmış ''Ertuğrul'' kelimesinin şimdi Lâtin harfleri ile yazılmış olduğu hemen dikkatimi çekti. Lâtin sayıları bir ay önce tramvay arabaları üzerinde görülmeye başlamıştı. Birkaç gün önce de adı Lâtin harfleriyle yazılmış bir Türk vapurunun evimizin önünden geçtiğini görmüştük. Ruşen Eşref Bey'in bana söylediğine göre Dolmabahçe Sarayı'nda yeni alfabeyi öğrenmek için her gün ders yapılıyormuş, bu derslere Gazi de her zaman geliyormuş. Ruşen Eşref Bey yeni alfabenin, başlangıçta sanıldığından çok daha erken olarak, bir ya da iki yıl içinde tutunacağına ve yerleşeceğine inanıyor. Fransızca olarak yayınlanmakta olan Millîyet gazetesinde hemen her gün yeni harflerle Türkçe yazılar yayınlanmaya başlıyor. İlgiyi uyandırmak için her çeşit çaba gösterilmekte. Son söylevlerinden birinde Gazi, Türk halkının yüzde sekseninin okuma yazma bilmemesinin bir rezalet olduğunu ve herkesin yeni alfabeyi öğrenme ve öğretmeyi bir vatan görevi olarak ele alması gerektiğini söyledi.

Bulunan Goodshell'den çok iyi haberler aldım. Millî Eğitim Bakanlığı sonunda Talas'taki Amerikan okulunu açmaya karar vermiş. Bunun için ileri sürdüğü beş koşul Mr. Nilson'ca kabul edildi. Ahlâk ve yurt bilgisi, Türkçe ve Türkiye Coğrafyası, Türk Ticaret Hukuku gibi derslerin Türk öğretmenlerince verilmesi, müdür yardımcısının bir Türk olması ve öteki koşullar uygun görülüyor.

Milletvekillerinden bir kısmı yeni harflerin kullanılmasına itiraz etmişlerdi. Gazi, Dolmabahçe Sarayı'nda 300 kişilik bir toplantı düzenledi; karşı gelen milletvekillerini kürsüye çıkarttı, itirazlarını açıklattı, sonra da İsmet Paşa aracılığı ile kendilerine haber salarak, itiraz sevdasından vazgeçerlerse kendileri için daha iyi olacağını, söyledi. Böylece karşı koyma daha doğarken bastırıldı, yeniden gözden geçirilmiş olan Türk dili tek adamca düzenlenerek dikte ettirildi.

Adları büyük harflerle yazılmış olan Türk gemileri, hatta şirket vapurlarının sayısı gün geçtikçe artıyor. Burası ilerlemeye gerçekten çok yetenekli bir ülke. Bir kararı gerçekleştireceklerinde hiç vakit kaybetmiyorlar. İkinci adım, hafta tatili olarak cuma yerine pazar gününün kabulü olacak; eğer buna da Meclisin gelecek oturumunda kararı verilecek olursa hiç şaşmayacağım. Saffet Bey'in işaret ettiği gibi hafta tatilinin cumaya rastlaması, yabancı ülkelerle yapılan tüm ticaret işlerinin haftada üç gün kesilmesine yol açıyor. Çünkü Türklerin hafta tatili bitince yabancılarınki başladığından, perşembe günü öğleden sonra, cuma, cumartesi öğleden sonra ve pazar günleri iş yapılamıyor. Pazar tatilinin kabul edilmesi Türkiye'nin şekil bakımından batılılaşmasının son adımı olacak. Yalnız bir adım atılmayacak: Yani Kur'anı yeni harflerle yazmaya girişilmeyecek.. Çünkü bu, benim kanımca, çok tehlikeli bir iş olurdu; Saffet Bey'in söylediği gibi, bunun gereği de yoktur. Ülkedeki din unsuru birbiri arkasından karşılaştığı darbelere dayanmak zorunda bırakıldı, fakat Kur'an'ın yazısını değiştirmek bu darbelerin en ağırı olacak.

Halide Hanım, Türk millîyetçiliği sorununa tüm kalbiyle bağlı kalmıştır; fakat Mustafa Kemal aleyhindeki kanılarında çok samimidir. Kitabının son satırlarında bu kanısını çok zekice özetliyor:
''Bütün istiklâl mücadelesi sırasında Mustafa Kemal'i Türk ulusu kendi sembolü olarak yüceltmiştir. Bu nedenle her gerçek Türk'ün, hatta onarılmaz derecede haksızlık ettiği kişilerin bile kalbinde, Mustafa Kemal Paşa'nın tahtı bulunacaktır." (Halide Edip, The Turkish Ordeal - New-York: The Century Co. 1928, say. 407) Gazi, övülür gibi görünerek işte böyle yeriliyor. Devlet Başkanı hakkında derken anlaşılıyor ki aleyhinde konuşmak büyük suç. Bununla birlikte ben o kanıdayım ki, Halide'nin bütün kitabında ve Asia dergisindeki yazılarında Gazi'ye yüklediği özellikler, kendisini ve büyük adamların çoğunu büyük işler başarmaya muktedir kılmış özelliklerden ibarettir. Kişisel güç, irade gücü, kişisel girişim ve tutku, hatta acımasızlık, birçok ulusal kahramanın özellikleri olmuştur, öyle ki, bu özelliklere sahip olmasalardı, hiçbir zaman ulusal kahraman olamazlardı. Belki, Halide, Gazi'nin özel yaşantısına ilişkin söylediklerinde biraz ileri gitmiştir, fakat ne olursa olsun bunların tümü doğrudur ve boş şeyler için enerji harcayan tek güçlü adam Mustafa Kemal değildir. Önemli olan sonuçlardır ve eğer Gazi daha az acımasız olsa, dinî esaslara dayanan muhalefete karşı daha uzlaşıcı davransaydı, kurulan eser iskambil kağıtlarından yapılmış bir yapı gibi çoktan yıkılıp gitmiş olurdu. Bir süre daha millîyetçiler otokratik ve ultrachauvinistic (bağnazlık derecesinde aşırı millîyetçi) politikayı sürdürmek zorundadırlar, ta ki bugünkü durum billurlaşsın ve bir kuşak yetişsin. Basında ve başka yerlerdeki tanrılaştırma davranışı insanı sinirlendirmekle birlikte, bu ulus için, bu durumda izlenebilecek en akıllıca yolun bu olduğuna kuşku yoktur.

Kişiler arasındaki küskünlük ve kırgınlıkların, Türk politikasında, politik inançlardan çok daha önemli rol oynamış ve hâlâ da oynamakta olduğunu gittikçe daha iyi anlıyorum. Anadolu Millî Mücadelesi'nin başladığı tarihten beri, liderler arasındaki anlaşmazlıklar, birçok durumlarda politik görüş ayrılıklarından çok, birbirlerinin kişiliklerine karşı duydukları sempati veya antipatilerden doğmuştur. Bunun en iyi örneğini şimdiki gruplaşmalardan anlamak olasıdır. Bir yanda ayrı politik görüşlere sahip kişiler işbirliği yaparlarken, öte yanda aynı görüşlerin sahipleri birbirleriyle geçinemiyorlar. Cumhuriyetin ilk günlerinde geçimsizlik çıkaran grubun muhafazakârlar olduğu kabul edilmişse de, gerçekte bunlar, Gazi'nin çevresinde toplanan ve ilerici olduklarını söyleyen birçoklarından daha muhafazakar değildirler. O zamanki başlıca politik sorun parlamento rejimi ve diktatörlük tartışması idi; fakat gruplaşmalar yalnız bu sorun karşısında olmuyordu. Örneğin, Fethi, Hamdullah Suphi, Nusret Sadullah, Edip Servet vb. beylerle İstiklal Mahkemesi'nin Ali Bey'i, Necati Bey ve ötekileri aynı düşünce okulundan saymak pek güçtür; buna karşılık birinci tipteki birçok kişinin ayrılıp karşı tarafa geçtiklerini görmekteyiz. Halide Hanımı ve potilik ideallerini bilmem, fakat kitabından aldığım izlenime göre, onun bugünkü durumuna yön veren başlıca neden, kişisel kırgınlık ve küskünlük olmuştur. Bana öyle görünüyor ki... Cumhuriyetin ilk sahnelerindeki ana aktörlerin kişisel ilişkileri, kendilerinin inaçlarından daha çok hesaba katılmıştır. Böylece bir grup sürekli olarak güç kazanmış, ötekiler ise ihmale uğramıştır; bu arada ortaya çıkan ihtiras çatışmaları, grup incinmeleri, rekabetler ve bunların doğurduğu anlaşmazlıklar, ilginç bir tartışma konusudur... Bugünkü duruma gelince, işaret ettiğim bakımdan çok bir değişiklik olduğunu sanmıyorum. Gördüğüm durum şudur ki Gazi, çevresinde bulunanların ve danışmanlarının kişisel düşmanlıklarını, bunları birbirlerine karşı ileri sürerek dayanıklı bir denge sağlayabilmesi için, yatıştırmaya değil de, körüklemeye çalışıyor. Geçenlerde Nuri ile Falih Rıfkı, Vasıf ile Recep Zühtü beyler arasında birer yumruk kavgası yapıldı

İsmet Paşa ''bir sıkıntılar denizi'' içindeki sessizlikle kendi yolunu sürdürüyor, zaman zaman ekonomik hatalar yapmakla birlikte, öyle sanıyorum ki ayaklarının çevresinde gürültü çıkaranlara ve çelme takmaya yeltenenlere pek aldırmıyor.

Gazi, Fransa'da elçi olarak bulunan Fethi Bey'i çağıracak ve Liberal Parti (Serbest Fırka) adı ile yine bir parti kurmasını isteyecekmiş. Bu bir muhalefet partisi olacak ve şimdi sürgünde bulunan Rauf Bey, Dr. Adnan Bey, Halide Hanım ve öteki eski liberallerin yurda dönmelerine izin verilecekmiş. Bu son derece ciddî ve önemli bir haberdi. Eğer doğru ise, izlenen yoldaki bu anî değişmeyi doğru olarak görmek ve bunun yalnız İsmet Paşa'dan kurtulmak için yapılan bir manevra mı, yoksa diktatörlükten iyi niyetlerle ayrılıp iki partili normal bir cumhuriyetçi hükûmete gitmek için gerçek bir girişim mi olduğunu anlamak için elçilikte enine boyuna düşünmemiz ve tartışma yapmamız gerekecektir.

Fethi Bey, Fransa Elçiliği'nden istifa etmiş ve Gazi'ye gönderdiği bir mektupta, muhalefet partisi olarak çalışmak üzere yeni bir parti kurmak niyetinde olduğunu bildirmiştir. Birbuçuk ay önce yazıldığı açıkça belli olmakla birlikte ancak şimdi yayınlanan bu mektupta Fethi Bey, hükûmeti mali ve ekonomik konularda yanlış bir politika izlemiş olmakla suçlamakta, ülkedeki ekonomik çöküntünün kısmen bu ekonomik hatalardan ileri geldiğini söylemekte ve dışişlerinin yönetimi kadar, adlî yönetimi de yermektedir.

Bu mektubu almış olduğunu açıklayan Gazi, Fethi Bey'in önerisini uygun bulmuş ve kurulacak yeni partiyi memnunlukla karşılayacağını bildirmiş;

Yarın gazetesinin ateşli editörü, Fethi Bey'e telgrafla tebriklerini sundu. Kendisine verdiği cevapta Fethi Bey, henüz programını hazırlamakta olduğunu bildirdi. Fakat ''Yarın'' Fethi Bey'in çalışmalarının tamamlanmasını beklemedi ve hem partinin programını, hem de buraya girecekleri söylenen milletvekillerinin adlarını yayınladı. Bu listede politik idealleri birbirlerine aykırı olan o kadar insan var ki, bunların olumlu fikirlerde değil de, yalnız olumsuz bazı duygu ve davranışlarda birleştikleri kanısını uyandırıyor. Önümüzdeki birkaç ay içinde çok daha önemli olaylar geçebilir. Fethi Bey'in Başbakan olarak İsmet Paşa'nın yerine geçeceği, Gazi'nin Halk Partisinden istifa ederek politik otoritesini iki parti arasındaki barışı korumaya vereceği söyleniyor.

Koşullar elverdiğinde iki partili sisteme geçmenin, bazı Türk liderlerinin zihninde bir süreden beri son amaç olarak yaşatıldığını kabul etmek gerekir. Gazi, 1925'den beri Türk politik hayatının taşıdığı anormal karakterin açıkça farkındaydı ve Batı demokrasisi ve parlâmento kurallarına daha çok yaklaşmak için Türkiye'nin iç ve dış durumunun uygun duruma geleceği anı büyük bir heyecanla beklemekteydi.

Şu noktaya da işaret edebiliriz ki, geçen yıl hükûmetin politikası ve çalışması hakkında da basında çıkan eleştirilere tamamen değilse bile -diktatörlüğün ilk yıllarına oranla çok daha fazla- tolerans gösterilmişti. Söz özgürlüğüne daha çok yer verilmesi için genel bir eğilim gösterilmiştir; bunun için yeni partinin doğuşunu, bu eğilimin bir sonucu ve Türkiye'nin batılılaşma isteğinin gerçekleşmesinde yeni bir adım olarak kabul etmek mümkündür.

Türkiye'de bir kamuoyu var olunca, hükûmete karşı çeşitli hoşnutsuzlukların da bulunması normaldi. Bu hoşnutsuzlar kütlesinin başında bulunan Kürtlerin yeniden ayaklanmaları, ilerde doğuracağı sonuçları önceden kestirmek mümkün olmayan bir tehlike havasını pek canlı bir şekilde Türk liderlerinin gözleri önüne koymuştu. Bu arada şunu belirtmek yararlı olur ki, 1925'deki Kürt isyanı, bu isyanı bastırmak için genel bir baskı politikası kullanmayı kabul etmeyen Fethi Bey'in düşmesine yol açmıştı; şimdi Fethi Bey'in yurt içi politikasında önemli bir mevki ve liderliğe gelişi ile, daha iyi teşkilâtlanmış Kürtlerin tekrar başkaldırmaları da aynı ana rastlamaktaydı (1).

Türk diktatörlüğü, işler yolunda gittiğinde diktatör bakımından fevkâlade sistem; fakat sıkıntı ve gerginlik anlarında bütün sorumluluk diktatöre yükleniyor, kazanılan başarılar ise hemen yalnız başbakanın itibarını artırmaya yarıyor.

Yeni gelişmelerin iki amacı vardır: 1) Gazi'nin kendine yönelen eleştirilerin sıkıntısı ve ağırlığını gidermek için, Fethi Bey ve Serbest Fırka'ya bir emniyet sübabı görevi gördürmek, 2) Güçlü Gazi'nin hiç hoşuna gitmeyen İsmet Paşa'yı büyük bir politika manevrası ile iktidardan düşürmek; Bu manevranın niteliği gereği, İsmet Paşa hiç değilse başlangıçta bir savaş açmayacaktır.

Şu noktaya da itiraz ediliyor ki, yeni parti her türlü memnun olmayan ve kinci politikacıların bir toplanma yeri olmuştur ve böyle bir çekirdek, gerçekten güçlü bir ilerleme partisi için sağlam bir temel olamaz.

Şurası hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, Türk liderleri öteki ülkelerde yapılan şeylere çocukça bir saygı duymakta kendilerinin Avrupalı olmadıkları konusundaki her sözü büyük bir duygusallıkla karşılamakta ve dış şekillere öykünme konusunda hayret verici bir güç göstermektedirler.

Türkiye'de bir muhalefet partisinin karşısına çıkan güçlükleri kavramıyor değilim. Türk halkı politik bakımdan olgunlaşmamış olduğu ve politik sorunlar her zaman kişileştirildiği için, muhalefet partisi her çeşitten insanı, çeşit çeşit nedenlerle kendine çekecektir. Bunun için çok aşırı unsurlar muhalefeti gözden düşürebilecek, veya bir gün parti iktidara gelirse, mütecanis olmayan karakterinden ötürü, kendine özgü bir programı yürürlüğe koyması ve hattâ böyle bir programı formülleştirmesi bile son derce güç olacak. Fethi Bey'in bu güçlüklerle başa çıkabilecek bir yaradılışta olduğundan kuşku duyuyorum, fakat Gazi destekleyecek olursa, onun liderlik konusundaki bazı eksikliklerini giderebilir.

Meclisin 24 Eylüldeki açılış toplantısı hakkında ilginç haberler verdi. Gazi özel locasında oturmuş, hükûmet ile muhalefet arasındaki karşılıklı hamleler ve saldırıları seyrediyor; güzel bir vuruş yapıldığında gözleri memnuniyetle parlıyor, iki taraftan biri karşısındakinin hamlesi karşısında korkakça gerilediğinde kaşlarını çatıyormuş. Gillespie, Gazi'nin bu durumunu, iki ayrı münazara takımında birbiriyle çarpışan oğullarını seyreden bir babaya benzetiyor. Kendisi belki de yazın Yalova'da yaptığı dinlenmenin sonucu olacak, çok iyi görünüyor, gece ve gündüz İsmet, Fethi ve öteki milletvekilleriyle çalışıyormuş; toplantılardan sonra Meclisteki odanın pencerelerinden kendisinin birbiri arkasına birçok gruplarla görüştüğünü, gece geç saatlere kadar sürekli ayakta durarak konuştuğunu ve çalıştığını görmek mümkünmüş. Meclisin genel görünümü iyiden iyiye değişmiş; önceden hükûmetin bütün önerileri ve çalışmaları otomatik ve duygusuz bir şekilde kabul edilirken, şimdi herkes heyecan dolu; önemli sorunlar rahatça tartışılıyor, yapıcı eleştiriler formülleştiriliyor ve gerçek bir parlâmento havası hüküm sürüyor. Yeni kabine eskisine oranla çok daha güçlü; öyle görünüyor ki Türkiye'de radikalizm artık kalkmıştır. Dört yeni bakan, sağlam, muhafazakâr, ehliyetli kişilerdir ve hükûmetin sesine ölçüsüz bir güç veriyorlar. (1) hükûmetin bundan sonraki çalışmasının çok az daha keyfî ve daha az mutaassıp olacağı kanısındayım. Eğer Fethi Bey, muhalefetini aynı derecede yüksek ve yapıcı plânda tutmayı başarırsa, radikalizm ve demagojiye kapılmazsa, Türkiye'de parlâmenterizmin geleceği ve bütün ülkenin görünümü iyiden iyiye parlayacak. Bir sürü insanla konuştuktan ve bunların yeni davranışa karşı gösterdikleri çok yakın ilgi ve içtenliklerini gördükten sonra Gillespie, psikolojik bakımdan tam zamanında atılmış olan bu adımın, Gazi'nin politik idealizminin yalnız yeni bir gelişme devresi olduğu konusundaki inancımı güçlendirdi. Dr. Refik (Saydam) kendisine şöyle demiş: ''İki yıl önce bu adımı atmak imkânsızdı; ülkede düzenin kurulmasını ve uygulanan yeni reformların sindirilmesini beklemek zorunda idik. Bu an şimdi gelmiştir ve normal bir parlâmento esası üzerinde yürümeye hazırız...''

Fethi Bey 17 Kasımda partisini kapattı... Yeni partinin ölümüne rastlayan günler uğursuzluklarla dolu idi. Fethi Bey, son belediye seçimlerinde Halk Partisinin baskı ve hile yaptırdığını ileri sürerek bu konu üzerinde İçişleri Bakanı için gensoru açtırdı. Fethi'nin söylevi iyi değildi. Kâğıttan okuyarak yaptığı konuşma çok uzun sürdü. İleri sürdüğü delillerden bazıları da çok sağlam sayılmazdı. Centilmen olarak görünen, fakat 1927'de Ankara ve İzmir'deki İstiklâl Mahkemelerinin Başkanlığını yapmış olan Ali Bey (Çetinkaya) Serbest Fırkacılara şiddetle hücum eden söylevinin bir yerinde Fethi Beyi işaret ederek ''İşte Mondros Antlaşmasından sorumlu olan adam'', sonra İsmet Paşa'ya dönerek ''ve işte Mudanya Antlaşmasından sorumlu olan adam'' dedi. Şüphesiz Ali Bey kişilere saldırdığında hiç de güven verici olmayan bir hava meydana geliyor. Oysa, halk idam sehpaları kurulacağını düşünmeye ve gizli gizli fısıldamaya başladı. Bu, sözde parlâmenter görüşmelerden sonra Fethi Bey kendi taraftarları ile bir görüşme yaptı, sonra Gazi, İsmet Paşa, Kâzım Paşa ve ötekiler ile hepimizde şaşkınlık uyandıran birçok konuşmaya katıldı. Bütün bu işlerin sonucu olarak parti kapatıldı.

Bu, Fethi Bey'in Ankara'dan ikinci ayrılışı idi. Birincisi 1925 yılında olmuş ve arkasından İstiklal Mahkemesi kurulmuştu. Bu ikinci ayrılış daha az dramatik, fakat yine de acıklı idi, başarısızlık açıktı. Türkiye demokrasiyi bir parça uygulamakta neden bir kere daha başarısızlığa uğramıştı? Bu bir başarısızlıktı, hem de 1925-1926'dakinden daha ciddi bir başarısızlık; oysa o an şiddet yöntemleri kullanmak için daha haklı nedenler ileri sürülebilirdi. Birçok kişi suçu Fethi Bey'de buluyor. Kendisinin zayıf olduğunu, çalışmadığını, derinlere inemediğini ve olayların içine giremediğini söylüyorlardı. Bunların kanısına göre kendisi İzmir'e gitmemeliydi, hatta bütün ülkede bir parti örgütü kurmaya kalkışmamalıydı; sessizce Meclis'e girmeli ve hükûmeti orada tenkit etmeliydi. Belki kendisi muhalefet liderliği görevini gereğinden çok ciddiye almış ve Türkiye'de bir muhalefet partisini yönetmenin güçlüklerini ve tehlikelerini yeter derecede açık bir şekilde anlamamıştır. Türkiye'nin politik bakımdan olgunlaşmamış olduğunu göz önüne alınca bu açıklamaların doğru olduğunu kabul etmek gerekiyor; fakat İzmir olaylarından önce bunların bu kadar doğru olduğunu belki pek az kişi takdir edebilmişti. Gazi, Fethi, hatta İsmet, Türk kamuoyunun ne durumda olduğunu bilmiyorlardı; içten içe biriken hoşnutsuzluğun ne kadar büyük bir güç kazanmış olduğu konusunda hiçbir fikirleri yoktu. Fethi Bey, Paris'te Fransız meclisi'ni seyrederken Türkiye'de gerçek bir parlamento hayatının rüyasını görüyor; Gazi, Çankaya'da Türklerin eski tarihi hakkında sabahlara kadar çevresindekilere ders veriyordu. İsmet Paşa ise demiryollarının altından kalkabilmek için çalışıyordu. Zaten kendisinin bu yeni partiye gerçekten inandığından kuşkuluyum. İzmir bir bitişin başlangıcı idi. Gazi telaşa düştü. Önceden Fethi Bey'e hiç değilse yeni partiye karşı iyi niyetli bir tarafsızlık tavrı takınacağına söz vermişken, şimdi Halk Partisi'ne yakınlık ve tarihi bağlılığını doğruluyor ve yeni partiye karşı maddi ve manevi yardımını kesiyordu. Bu işareti alınca gazetelerin çoğu Fethi'ye ve partisine karşı ağır ve zaman zaman çok kişisel saldırılara geçtiler. Bunun arkasından belediye seçimlerinin doğurduğu karışıklıklar çıktı. Bu karışıklıklar çok kötü bir şekil aldı, polis duruma hakim olamadı. Yeni parti ülkedeki politik havayı anlamak için bir termometre olmuştu ve bu termometrenin gösterdiği yüksek ısıyı kimse görmemezlik edemezdi. Gazi, daha çok telaşlandı; görünüşe göre Fethi Bey Meclis'te inandırıcı hiçbir şey yapmıyordu, söylevlerinde sertlikten eser yoktu; Ağaoğlu, Tatar şivesi ile konuşuyor, bu da söylediklerinin anlaşılmasını güçleştiriyordu; Serbest Fırka'nın öteki on milletvekili ise Meclis'te bir arada oturmaktan başka hiçbir şey yapmıyorlardı.

Fakat bir şey kazanılmıştır: Gazi halkla direkt ilişki kurup ülkeyi dolaysız olarak öğrenecektir, öte yandan Halk Partisi yeni bir şekil almaktadır ve sağ, sol, merkez olmak üzere üç gruba ayrılması mümkündür. Yeni partinin kapandığı gece Gazi, Anadolu'da iki ay süreceği söylenen bir inceleme gezisine çıktı. Bugüne dek Kayseri, Sivas, Tokat, Trabzon, Amasya, Samsun ve İstanbul'u ziyaret etti. Bu gezisinde köylülerle, okul çocukları ile ve her kişi ile konuşmaktadır.Halkın acılarını ve şikayetlerini kendi ağızlarından öğrenmek istiyor. Genç kuşağın komünist eğilimler taşıdığından şüphe ediliyor.

Çeşitli anlatış ve açıklamaların birbirleriyle çelişen yönlerini ayıkladıktan sonra, bu olayın pek muhtemel olarak şu şekilde geçtiğine inanabiliriz: 23 Aralık Salı günü sabahı,başlarında Mehmet adlı bir derviş bulunan Nakşibendi tarikatına bağlı altı veya yedi mutaassıp silahlı kişi Menemen'deki meydan yerine geliyorlar. Manisa'dan yürüyerek gelen, geçtikleri köy ve kasabalarda kendilerini dinleyecek kadar dindar olanlara vaazlar vermiş olan bu kişilerin söyledikleri sözler halkı kışkırtıcı nitelikte imiş, tekrar şeriata dönülmesini, peçe ve fes giyilmesini, Arap harflerinin kullanılmasını savunuyorlarmış! Kısaca, Cumhuriyetin en çok övündüğü reformların aleyhinde vaaz veriyorlarmış. Menemen, İzmir'in 20 kilometre kadar kuzeyinde küçük bir kasabadır. Meydanın karşısında cami, hükûmet binası ve birkaç dükkân vardır. Orucun başlarına vurduğu ileri sürülen bir hacı grubu, işte bu meydanda kendilerine göre bir gösteriye başlamışlar. Orada bulunan bazı tanıklara inanılacak olursa, dervişler kendilerinin liderleri bulunduğu askerî İslam kuvvetlerinin cumhuriyeti devireceklerini, Abdülhamit'in oğlunun yeniden halife olarak tahta çıkarılacağını, şimdi Menemen'i çevirmiş bulunan bir imanlılar ordusunun Ankara üzerine yürüyeceğini ve buradan bütün dünyayı fethe çıkacağını, kendilerine karşı koyanların mahvedileceğini söylemekte imişler. Çıkardıkları patırtıdan meraka kapılan bir sürü insan, nümayişçilerin çevresinde toplanmış. Bu kalabalık, dervişlere sempati duyuyor muydu, yoksa kendilerini yalnız merak yüzünden pasif olarak mı dinliyordu? Bunu kesinlikle öğrenmek mümkün olmadı; fakat bu kalabalığı oluşturan insanların içlerinde uyumakta olan taassubun, tahrikçilerin ateşli vaazları ile uyandığı sanılmaktadır. İşte bu nazik anda, genç bir yedek subay olan Kubilây Bey ortaya çıkıyor. Kendisinin buraya bir askerî birlikle mi gönderildiği, yoksa tesadüfen oradan geçerken mi olay yerine geldiği hakkında raporların verdiği haberler birbirlerini tutmuyor. Her ne şekilde olursa olsun, kendisi tahrikçilerin yanına tek başına sokuluyor ve herhalde üniformasının prestijine güvenerek Derviş Mehmet ile tartışmaya başlıyor ve kalabalığı dağıtmaya girişiyor. Raporların oy birliği ile bildirdiklerine göre çok düşüncesizcesine ve patavatsızca davranıyor. Bunun üzerine Derviş Mehmet tarafından vuruluyor. Fakat onun arkasından bir gece bekçisi de Derviş Mehmet'i vuruyor, kendisi de vuruluyor. hükûmet gazeteleri ısrarla belirttiklerine göre Kubilay'ın başı koparılmış, bir kazmanın üzerine takılarak kasabada dolaştırılmış, dervişler ve müridler kanını içmişler, fakat bu haberlerin doğru olduğundan şüphe edilebilir. Bu olaylar geçerken askerî makamlar haberdar edilmiş ve makineli tüfekli bir jandarma kıtası olay yerine gelmiştir, bunların attığı kurşunlarla üç derviş ölmüş, biri kaçmış, kalabalık dağıtıldıktan sonra olay sona ermiş. Hükûmet bu olayın yarattığı duruma tepki göstermekte gecikmedi. Basında derhal hükûmeti devirmeye kalkan gericilere ateş püsküren yoğun bir kampanya açıldı. Çeşitli yerlerde, özellikle İzmir'de pek çok kişi tutuklandı. 2 Ocak 1931'de İsmet Paşa BMM'de olay hakkında bilgi verdi. Manisa ilçeleri, Menemen ve Balıkesir'de sıkı yönetim ilan edildi. 15 Ocak'ta olağanüstü yetkilerle çalışan bir sıkıyönetim mahkemesi davaları görmeye başladı. Yüzden fazla kişi mahkeme huzurundadır ki bunların 15-20'si hocalardır. İkinci bir grup da mahkemeye gönderilmek üzeredir. Bunlar duruşmalarda dava vekillerince temsil edilemezler. Kendilerine yüklenen suç, halkı ayaklandırmaya teşvik etmektir, Ceza Kanunu'nun 149'uncu maddesine göre de bunun cezası en az onbeş yıl ağır hapistir. Beş subay ve 20 er de ayrıca itaatsizlik suçundan sıkıyönetim mahkemesine verilmiştir. Bu da isyanı bastırmaya çağırılan askerlerin kalabalığa ateş açma emrini dinlemedikleri hakkındaki söylentileri doğruluyor. Menemen gösterisinin doğrudan doğruya hükûmet aleyhine yöneldiği, bu nedenle isyan niteliği taşıdığı açıksa da, olayın aslında büyük bir önemi yoktu. Şu halde İzmir bölgesinde normal mahkemelerin yerine neden sıkıyönetim mahkemeleri kuruldu? Bu önemli soruya cevap verebileceğime emin olmamakla birlikte, aşağıdaki görüşlerimin doğruluğuna inanmak için güçlü nedenler vardır:

Fethi Bey 1930'da İzmir'i ziyaret ettiğinde, bugünkü ekonomik ve politik koşulların doğurduğu hoşnutsuzluk bütün ülkede oldukça yüksek dereceye çıkmış bulunuyordu. Fethi Bey İzmir limanına çıktığında yapılan ve gerek hacim ve gerek yoğunluk bakımından en abartılı tahminleri bile aşan gösteri hatırlardadır. Fethi Bey'in orada bulunduğu dört beş gün içinde İzmir'in içi ve çevresinde baş gösteren olaylar, Halk Partisi hükûmetine karşı duyulan gerçek bir hoşnutsuzluğun ifadesiydi. Polis ve jandarma birliklerine karşı yer yer direniş gösterilmişti. Toplumun bütün sınıflarındaki hoşnutsuzlar muhalefet partisini hükûmeti azarlamak için bir araç olarak görüyorlardı, bu partiye girmekle dertlerine çare bulunacağını sanıyorlardı. Kapatılmış tekkelerin birçok mensupları, amaç ve niyetlerini yanlış olarak yorumladıkları Serbest Fırka'ya resmen kaydolmuş veya onun taraftarları arasına katılmışlardı. Bu hoşnutsuzluk gösterisi hükûmetin canını sıktı. Gafil avlanılmıştı. Fethi Bey'in İzmir'den ayrılması üzerine gürültü ve patırtılar sona erince, İzmir gösterileri ile kendini açık bir şekilde gösteren hoşnutsuzluğun ne derece yaygın olduğunu anlamak ve bu gizli hoşnutsuzluğun daha başka gösterilerle de açığa vurulmasını önlemek için tedbirler aramak bir zorunluluk olmuştu. Gazi, Anadolu ve Trakya'da büyük bir inceleme gezisi yaptı, bu arada İzmir'e gelmeyi de tasarlamıştı. Aynı anda Halk Partisi baştan aşağı yeniden örgütlenme yoluna gitti. Eğer yanlış düşünmüyorsam bu yeniden örgütlenme Halk Partisi'ni faşist prensipleri üzerine kurulu bir politika ve eğitim organizması durumuna getirecek, faşizm Türkçeye çevrilince yeni bir ''Kemalizm''e eşit olacak.. Bunun arkasından Menemen olayı çıktı. Bu kez hükûmet olayı kendi lehine kullanmaya ve bundan yararlanmaya hazırlıklı ve kararlı idi. Fethi Bey kampanyası ile (belki sandığımdan çok) sarsılmış olan hükûmetin prestijini onarmak için bulunmaz bir fırsattı bu. Hoşnutsuzluğun en açık şekilde kendini gösterdiği bu yerde derhal şiddetli önlemler alındı. Gerici din kışkırtıcılığını bastırmak suretiyle yıkıcı politik görüşlere kapılmış olanlara da iyi bir ders verilecek, cumhuriyet prensipleri yeniden öğretilecek, hükûmet ve Halk Partisi'nin sağlamlık ve sarsılmazlığı bir kere daha onaylattırılacak. Aynı anda irticaya, özellikle hükûmetin ilerici ve batılılaşma politikası ile savaşan dini gericiliğe ağır bir şamar indirilecek, Menemen karışıklıkları tüm bu birbirine bağlı hedefleri gerçekleştirmek için elverişli bir fırsat hazırladı. Çok kişiler hükûmetin, 1925'te Kürt isyanını bastırmak için alınan çok şiddetli önlemlere yeniden başvuracağını umuyorlardı. Fakat Menemen olayının korkunç Kürt isyanının taşıdığı önemle hiç ilgisi yoktu; bu nedenle bir kuşkuya düşmeksizin daha az şiddetli önlemlerle işi yönetmek mümkündü.

Halkın tersine olarak hükûmet ve ordu Menemen olayları ile çok ilgilendi. Bu isyanın taşıdığı anlam Gazi'yi çok üzmüş, çünkü kendisi bütün ülkede halkın hoşnutsuzluğunun elbet farkında idiyse de, hükûmetinin yaptığı reformların halk kütlesinin ruhuna işlemediğini şimdi daha açık görüyor. Şurasını kesinlikle kavramış olmalıdır ki, halk cumhuriyeti benimsememiştir, onun amaçlarını yanlış anlamış ya da güvensizlikle karşılamışıtr. Pek önemi olmayan bu olayın bir sonucu olarak şimdi, cumhuriyetçi hükûmetin amacını Türk halkının zihnine iyice yerleştirmek için bir eğitim kampanyası açılması muhtemeldir.

Tüm ülkede yaygın ve pasif bir durumda yaşamakta olan gericilik, İzmir bölgesinde kımıldamış ve harekete geçmiştir. Mahalli bir karışıklık, hükûmetin dört noktada toplanabilecek isteklerini gerçekleştirmek fırsatını sağlamıştır: Hükûmete ve reformlarına karşı etkin bir şekilde muhalefet etmiş olan hoşnutsuzlar ve gerici unsurları cezalandırmak, hükûmetin güç ve nüfuzunu bir kere daha duyurmak, gençliğin cumhuriyete karşı coşkulu sevgisini harekete getirmek, batı uygarlığı yolunda ilerleme parolasını yaymak ve bir gün gelip gerici güçler tarafından ezilmek istemiyorsa cumhuriyetçi hükûmetin halkın zihnine yerleştirmesi kesinlikle zorunlu olan dersleri geniş ölçüde vermek. Menemen olayının, Ankara'da hükûmeti yönetenlere, yönettikleri halk ile olan ilişkileri ve onlara karşı davranışları konusunda iyi bir ders etkisi yapıp yapmayacağı ilerde anlaşılacaktır.

Önce milliyetçiliğin her şeyden önce Yunanlılar ve Müttefiklere karşı silâhlı bir mücadele olarak anlaşıldığı bir kahramanlık devri vardı. Bu devir 1919 Mayısında Yunanlıların İzmir'e çıkışı ile başladı ve Lozan Antlaşmasının imzalanmasiyle 1923 yazında sona erdi. Fikir ayrılıkları, savaş tehlikesinden ötürü ve pratik amaçlarla bir yana bırakıldı. Sultanlığın kaldırılması, politik bir davranıştan çok, kendi kendini savunma düşüncesi ile hemen alınıvermiş bir kararın uygulanması idi. Fakat Lozan Konferansından sonra manzara değişiyor. Cumhuriyet ilân edilmiştir. İstanbul'da bir halife bulundurmaya devam etmek politik bir olanaksızlık durumuna gelmiştir. Bu nedenle kendisi o makamdan atılıyor, medreseler kapatılıyor. Köklü bir reform yapmak gereği açık duruma geliyor, fakat bu amaca en uygun hükûmet şekli henüz bulunamıyor. 1924 yılında Halife yurttan ayrılıyor. Aslında bir muhafazakar parti olan Terakki Fırkası 1924 Ekiminde kuruluyor. Bunu üç ay süren Fethi Bey'in Bakanlığı sırasındaki kararsızlık devresi izliyor. 1925'de Fethi Bey'in düşmesi, Takriri Sükûn Kanunu'nun çıkması ve İstiklâl Mahkemelerinin kurulması, diktatörlük lehinde bilinçli bir kararı temsil etmektedir. Aynı anda o güne dek geri plânda bırakılmış olan batılılaşma programı ön plâna geçiyor ve daha açık bir şekilde, formülleştiriliyor. 1927'de İzmir ve Ankara'daki davalar diktatörlüğün bir hayli ağır bastığının işaretidir. Hükûmet, tasarladığı plânları uygularken şiddet yöntemleri kullanmakta haklı idi. Türkiye'nin bu durumunda reformları yapabilmek için başka bir yol yoktu. Terakkicilerin savundukları aşamalı reform metodu kuramsal bakımdan çok iyi fakat pratik bakımdan olanaksızdı. Fakat hükûmetin haklı olması onu ister istemez bazı sonuçlara katlanmaya sürükledi. Birçok yetenekli ve özgür düşünceli insanları görev kadrosu dışına çıkardı ve izlediği aman vermezlik politikası, Türk tarihinin meçhulü olmayan bir insan tipini kendi çevresine çekti. Verilen emirleri körü körüne yerine getiren, fakat bir dalkavuktan başka bir şey olmayan bu insan tipinin hükûmet çevrelerine sokulması kaçınılmaz sonuçtu. Her ihtilâlde olumsuz ve yıkıcı bir devrenin arkasından olumlu bir devrenin gelmesi zorunludur. Bu geçiş devresini iyi ayarlamak, nazik bir devlet adamlığı sorunudur. Menemen olayı son derece önemli ve anlamlıydı; çünkü batılılaşma davranışının halka nüfuz etmemiş olmasının belirtisiydi. Millî Eğitim Bakanlığı Prof. John Dewey'in dizleri dibine oturup Columbia'daki öğretmenler koleji, Bergson, Durkheim ve öteki filozoflar, terbiyeciler hakkında sohbet ederken, içerde gerici Nakşibendi tarikatının lideri Şeyh Esat rahatça işini görmekte idi. Ankara'daki Bakteryoloji Enstitüsü'nü ziyaret etmek ve çifte gözlü mikroskopları ve Paris'te yapılabilen en modern santrifüj araçlarını görmek insanı hayrette bırakır; ama beri yanda Ankara'nın kendi köylerinde bile muskalar kullanılmaktadır ve muskalar kataloğu, Zeiss mikroskoplarının kataloğundan çok daha pratik değer taşımaktadır. Kötümser mi olmalı? Hayır, Türkiye 1930 Ağustosundan bu yana birçok şeyler ve bu arada şunu öğrenmiştir ki, batılılaşma hareketi Ankara'dan verilen emirlerle gerçekleştirilemez; bu iş başlangıçta sanıldığı kadar basit ve yalnız maddi bir şey değildir. Ankara, halka neyi öğretmek istediğini açık ve kesin olarak bilmiyor; fakat Şeyh Esat'ın başarısını göz önüne getirince, bir şeyler öğretilmesi, hem de hiç vakit geçirmeden öğretilmesi gerektiği anlaşılıyor. Fakat nasıl? İşte şimdi Ankara'nın ruhunu sıkıştıran, yüreğini oynatan sorun budur. Rusya ve İtalya'yı örnek tutarak kütle eğitimi yolunu mu tutmalı, yoksa Anglo- Sakson ülkelerinde olduğu gibi kişilere sorumluluk duygusu, kişisel girişim ruhu ve öteki nitelikleri aşılayan eğitim sistemini mi uygulamalı? Birincisinden korkarım, ikincisinden umutluyum. Her ne olursa olsun, hava muazzam düşünceler ve aksiyonlarla dolu...

Mucizeler mucizesi bir olay: Gazi kahraman havacılarımızı Yalova'da kabul etmek istediğini bildirdi. Çok seçkin yabancılar, generaller, amiraller, bakanlar, hatta başkentte resmen konuşmak isteğinde bulunduklarında bile çoğunlukla bu kutsal divanın huzuruna çıkamazlar; en az günlerce bekletilirler.

Türklerin bize göstermiş oldukları konukseverliği ömrümde hiçbir yerde görmedim.

Türkiye'nin kendisine gelince, genç bir Cumhuriyetin gelişme tarihinde ölçüsüz bir önem taşıyan bu beş yıl içinde, yeni bir devrenin adım adım ilerleyişini, açılıp serpildiğini görmüş olmayı büyük bir mazhariyet saymaktayım. On yıl kadar önce Lozan'daki uluslararası nefretler, uluslararası tahrip hırsı, yeni bir savaşla burun buruna geliş anları ile dolu konferans masasında altı ay oturmuş herkes, uluslararası çekişme, güvensizlik ve düşmanlık politikasının yerine yeni bir uluslararası dostluk politikasını parlak bir başarıyla koyabilmiş olmayı tarihin en ilham verici olaylarından biri olarak kabul etmektedir.

Türkiye'ye gelişimden beri Tevfik Rüştü Bey bana daima; ''Bizim dış politikamız basit ve açıktır: Herkesle dost geçinmeyi, hiçbir gruplaşmaya girmemeyi istiyoruz'' demişti. Beş yıl önce Türkiye düşmanlarla çevriliydi, bugün güvenilir dostlarla kuşatılmaktadır. Bu aydınlık politikayı gerçekleştirmek bütün ülkeler için değerli bir ders değil midir?
0 Responses