Murat Çetin

Bu gerçek bir toplumun sabıkalılara karşı haklı olarak kendini korumasıyla uygar bir ulusa yaraşmayacak kadar kötü baskı yöntemleri arasında ölçüsüz aşırılığı kabul etmeyen adamın olağanüstü destanıdır.

«Size karşı elle tutulur hiç bir delilleri yok; dedi, beraat edeceğiz, buna güveniyorum.» özellikle bu «beraat edeceğiz» sözüne gülümsüyorum. Sanki sayın avukatım da sanık olarak ağır-ceza mahkemesinin karşısına çıkarılmış, mahkûmiyet kararı verilirse benimle birlikte cezayı çekecekmiş gibi.

Pradel, kamu temsilcisi, Resmî suçlayıcı, insanlıkla uzak yakın ilgisi yok. Yasayı, Teraziyi temsil ediyor, Teraziyi dilediği gibi kullanan. Terazinin kendine doğru eğilmesi için de elinden geleni yapan bir adam.

bir hücreye atılan genç adamı, mahkûm edildiği mutlak sessizlik ve yalnızlık çılgınlığa dönüşmeden önce ne denli bir hayalî yaşantıya sürükleyebilir, hatırlıyorum, öylesine yoğun, öylesine canlı bir yaşantı ki, insan kelimenin tam anlamıyla ikileşiyor. Uçuyor ve dilediği yerde geziniyor.

Fransız Cumhuriyetinin düşünüp taşınıp bulduğu mekanizma, ikinci aşamasında. Çok da iyi çalışıyor, çünkü ilk aşamada başına dert açabilecek bir adamı ortadan yok etti. Ama bu kararı da yetmiyor. Adamın hemen ölmemesi, bir intiharla elinden kurtulmaması gerek. Ona ihtiyaç var! Mahkûmlar olmasa, Cezaevleri Genel Müdürlüğü ne iş yapacak? Olur iş mi? Dolayısıyla, herifi gözden kaçırmayalım. Başka memurların yaşamasını sağlayan kürek cehennemine ulaşması gerek.

Bunu uzun zamandan beri biliyorum, çünkü kürek cehenneminin yaratıcısı Napolyon, «Bu haydutların başına kimi dikeceksiniz?» sorusuna : «Onlardan daha haydut olanları!» cevabını vermiş. Sonraları, kürek cehenneminin yaratıcısı Napolyon'un yalan söylemediğini gördüm.

Evet, kürekten korkuyorum, bunu sana söylemekten utandığım da yok. Biliyor musun, Güyan korkunç bir yerdir. Her yıl mevcudun yüzde sekseni yok olur. Yeni bir kafile eskisinin yerini alır, her kafiledeki mahkûm sayısı da bin sekiz yüzle iki bin arasındadır.

Çinliler, insanın başına düşen su damlalarını keşfetmişler, Fransızlarsa sessizliği. Her türlü vakit geçirme olanağını yok ediyorlar. Ne kitap, ne kâğıt, ne kalem kalın demir parmaklıklı pencere tahtalarla iyice kapatılmış, birkaç ufak delik iyiden iyiye ölgün bir ışığın içeri sızmasını sağlıyor.

Tanrı varsa, neden yeryüzünde bunca değişik insanın yaşamasına izin veriyor? Savcı, polisler, Polein gibiler ve papaz, Conciergerie cezaevinin papazı.

Yeniden başımı müdüre çevirdim ve baktım. Konuşmak istediğimi sandı. «Bu karar hoşunuza gitmedi mi? Bir diyeceğiniz mi var?» diye sordu.
Kendisine cevap verdim : «Hiç bir diyeceğim yok müdür bey, sadece suratınıza tükürme ihtiyacını duyuyorum. Ama tükürüğümü kirletmekten korktuğum için bu işi yapamıyorum.»
O kadar şaşırdı ki kıpkırmızı kesildi, ne dediğimi hemen anlayamadı.

«Bu güzel ülkenin adaleti pek güzel değil Dega. Belki bizimki kadar güzel olmayan, ama ayağı sürçenlere çok daha insanca davranan ülkelere rastlarız.»

Evini, içinde üç kaçak kürek mahkûmuyla bırakan bu adam bize benzeri olmayan bir ders vererek şunları söylemek istiyor. Siz de, herkes gibi birer insansınız, tanıştığımızdan on iki saat sonra evimde, karım ve kızımla yalnız bıraktığıma bakarak size güvenip güvenmediğimi anlayabilirsiniz.

bizim yerimizde olsan ne yaparsın?
Düşünmek gerekir. Haksızlık etmemek için o anı yaşamak gerekir; yoksa gerçeğin nerede olduğunu anlayamayız.»

Ellerimi avuçlarına alıyor, sık sık gözlerimin içine bakıyor, arada, itiraf edilmesi güç yerlere geldiğimde, rahat konuşmamı: sağlamak için gözlerini yere eğiyor.

Kıyıya fazla yaklaştın, diyor Clousiot.
Kes sesini, kendimizi ya da birbirimizi suçlamanın değil, dayanışmanın sırası. Her zamankinden bağlı olmalıyız birbirimize.

gitmeme izin verdi. Beni geri dönmeye mecbur etmek için de, son derece ilkel bir görüşle, elime bir çifteyle altı da fişek tutuşturdu. Kendime ait olmayan bir şeyi götürmeyeceğime inandığından da döneceğimden emindi.

Uygarca eğitimin ikiyüzlülüğünü taşımayan insanlar, doğal bir tepki gösterirler. Anında sevinir ya da kırılır, neşeli ya da kayıtsız kalırlar. Bu Guajirolar gibi saf Kızılderililerin üstünlüğü insanı şaşırtacak ölçüde. Bizi her şeyde geçiyorlar, birini benimsediler mi neleri varsa onun oluyor, karşılığında o insandan ilgi görürlerse aşırı duyarlı kişiliklerinde derinden duygulanıyorlar.

«Cesaret Kelebek, bize güven. Dikkat et. Yarın sana kâğıt ve kalem yollayacağız, bize mektup yazman için. ölünceye kadar seninle beraberiz.»
Bu iki satırlık mektup içimi ısıtıyor. O kadar rahatlatıcı bir şey ki! Yalnız değilim ve dostlarıma güvenebilirim.

«Başarmayı hakketmiştin yavrum. Gelecek sefere!» Cesaret, demek gereğini bile duymuyor. Bende cesaretin eksik olmadığını biliyor çünkü.

Yürüyorum, durmak yorulmak bilmeden, hırsla yürüyorum, genellikle gevşek olan bacaklarım bugün gergin. Başıma gelenlerden sonra, sanki bir şey ezmek ister gibiydim. Ayaklarımla neyi ezebilirim ki? Altımda betondan başka şey yok. Hayır, böyle yürümekle pek çok şeyi ezebiliyorum. Yönetmenliğe hoş görünmek için bu kadar alçalabilen doktorun ödlekliğini eziyorum. Başka bir sınıfın acı ve sıkıntılarına kayıtsız kalan bir sınıf insanın kayıtsızlığını eziyorum. Fransız halkının cehaletini, iki yılda bir Saint-Martin-de-re'den yola çıkan insan yükünün nereye gittiğini ve nasıl olduğunu düşünmeyecek kadar ilgi ve merak yoksunluğunu eziyorum. Belirli bir cinayet işlediği gerekçesiyle bir adam hakkında patırtılı yazılar yazan polis muhabirlerinin birkaç ay sonra aynı adamın varlığını bile unutabilmelerini eziyorum. Günah çıkaranları dinleyen, kürek cehenneminde olup bitenleri bildikleri halde susan Katolik papazlarını eziyorum. Suçlayanla kendini savunan arasında bir «hitabet oyunu» halini alan ceza muhakemeleri usulünü eziyorum. «Durdurun kuru giyotininizi, yönetmenliğe bağlı memurların kollektif sadizmine bir son verin» demek için sesini yükseltmeyen 'İnsan Hakları Kuruluşu'nu çiğniyorum. Hiç bir örgüt ya da kuruluşun bu yöntem sorumlularını sorguya çekip çürüme yolunda, iki yılda bir, neden mahkûmların yüzde sekseninin yok olduğunu sormayışını çiğniyorum, intihar, düşkünlük, devamlı açlık, skorbüt, verem, delilik ve erken bunama teşhisleriyle imzalanmış resmî ölüm raporlarını çiğniyorum. kim bilir daha neler eziyorum ayaklarımın altında?

Hücremdeyim. Zindana atıldığımdan bu yana bir yıl geçti, yarın fırsatını bulsam kaçmaya hazır hissediyorum kendimi. Bu olumlu bir nokta, koltuklarım kabarıyor.

Bundan sonra bir zindancının sağlıklı bir adam olduğuna inanmamı yasaklıyorum, insan olan böyle bir görevi alamaz. Hayatta her şeye alışılır, alçaklık mesleğini sürdürmeye bile. Belki de mezara yakınlaştığında, Tanrı korkusu (eğer Tanrı'ya ve dine inanıyorsa tabii) onu ürkek ve pişman kılabilir. Hayır, sanma ki pişmanlığı yaptığı alçaklıklardan ötürüdür. Tanrı'nın yargılamasından mahkûm edilenlerden biri olmak onu korkutuyor.

Çalışmaya giderken önlerinden geçen yoksul giysili, soğuktan donmuş, hiç olmazsa elleri sabahın soğuğunda morarmış, ilk otobüs ya da metroya yetişmek üzere koşturan halk yığınlarına baktıkça eskisinden çok ısınan ve kürkünün her zamankinden çok keyfini çıkaran sıkı sıkı giyinmiş, pabucu sağlam, eldivenli bencillere dönüp dönmediğimi merak etmeye başladım.

Güzel serüvenimizi birlikte yaşadığımız dostumuz yok artık. Onu köpek balıklarına attılar.
«Onu köpek balıklarına attılar» sözünü duyduğumda buz kesiyorum. Gerçekten, adalarda mahkûmlar için mezarlık yok. Kürek mahkûmu ölürse, saat altıda, güneş batmak üzereyken, Royale ile Saint-Joseph arasında köpek balıklarıyla dolu bir yerden denize atılır.

Bu devamlı işler adalara çok para girmesini sağlar, mubassırların da ticarete göz yummakta avantaları vardır. Kendini para kazanmaya veren adamın idaresi çok daha kolaydır, böylece yeni hayatına fark etmeden alışıverir.

Koğuşa döndüm, bütün gece gözümü kırpmadığım için hemen uyudum. Dalmak üzereyken, kürek mahkûmunun pek bir şey sayılmadığını düşündüm. Alçakça öldürülse bile, kimin öldürdüğünü araştırmak zahmetine katlanan çıkmıyordu. Yönetmenliğin gözünde, kürek mahkûmu bir hiçti. Köpekten bile değersiz bir yaratık.

Mümkün değil, böyle bir şeyi yapmanı da hiç salık vermem. Çok tehlikelidir. Yönetmenlik, ancak hastaların yattığı pavyonda bir yıl kaldıktan sonra birinin tecrit edilmesini kabul ediyor.
Neden?
Utanç verici bir tutum ama, eğer numara yapıyorsa diğer hastalarla haşır neşir olduğunda, hastalığı kapması için bu yol tutuluyor. Dolayısıyla isteğini yerine getirmem imkânsız.

Komutan: «Her yıl adalarda işlenen cinayetlerin sayısı akıl alır gibi değil, dedi. Karada çok daha az cinayet işleniyor. Sizce bu fark nereden geliyor?
Buradan kimse kaçamıyor komutanım, dolayısıyla da herkes sinirli oluyor. Yıllar boyu alt alta, üst üste yaşıyorlar. Bir takım büyük nefretlerin ve çözülmeyecek dostlukların oluşması akla yakın, öte yandan, cinayet işleyenlerin yüzde beşi bile ele geçmiyor. Bu da katillere bir dokunulmazlık sağlıyor.

ister «erkek» olsun, ister «kadın» buradaki bütün sapıklar birbirinin aynı. Hepsi de, başka hiç bir şey düşünmeden, ihtiraslarına gömülüp yaşıyorlar.

Bir kürek mahkûmunun elini sıkmak, ona şereflerin en büyüğünü vermektir. Bir kürek mahkûmunun eli asla sıkılmaz. Kadının içten gelen bu hareketi beni duygulandırıyor.

O kadar saf bir adam ki, yanına, yarım paralarla yapıştırıcı kâğıt almış. Paraları yapıştırmamı rica ediyor. Bir an bile, elindeki paraları geri alabileceğim aklına gelmemiş. İnsan başkaları hakkında kötü şeyler düşünmüyorsa iyi ve dürüst demektir.

Evet, bu adam bir Fransız, benden çok daha saf Fransız hem. Çünkü büyük bir inanç ve hararetle yurttaşlığı kabulleniyor. O kendini Fransa uğruna öldürtebilir, ben asla. Dolayısıyla benden daha Fransız.

Yalnız, bir Hintli ya da Çinliyi fazla sıkıştırmamak gerektiğini de biliyorum. Sorguya başlamadan önce, mutlaka belirli bir sürenin geçmesini sabırla beklemek zorunlu. Bu sürenin sonunda kendiliklerinden konuşuyorlar; çünkü sırlarını öğrenmek için sabırsızlandığınızı biliyor ve güvenilir biri olduğunuza inanırlarsa bir şey gizlemiyorlar

«Büyücü kayın peder» o kadar da Kötü değil. Kızı ise gerek sevgili, gerek eş ve gerek arkadaş olarak üstün sınıftan. Kavga etmemiz söz konusu değil, ne dersem evet cevabını alıyorum çünkü. Yalnız ırkdaşlarının göğüslerini kurcaladığımda biraz suratı asılıyor.

«Sanatçılarıma» soyunmayı öğretmek kolay değil. Bir kere İngilizce'm kötü, ne dediğimi pek anlamıyorlar; sonra hayatları boyunca, müşteriyi bir an önce savmak için çabucak soyunmaya alışmışlar.
Oysa şimdi yapmaları gereken tam tersi: Ne kadar ağırdan alırlarsa işin çekiciliği o kadar artacak. Her kızda, ayrı taktik kullanmak gerek. Tabiî, yaptıkları numarayla giysilerinin de birbirine uyması zorunlu.

Bizden daha uygar kişiler, fazla kötülük etmemeleri için onları zindana kapamışlar, diyor müdür
Sizce uygarlık nedir müdür bey? diye soruyorum. Asansörümüz, uçağımız, yer altında giden trenimiz var diye, bizi yanlarına alıp bakan kişilerden daha mı uygarız sanıyorsunuz? Evet, mekanik uygarlığın nimetlerinden yoksun yaşıyor buradaki adamlar. Ama bana kalırsa, doğa ile haşır neşir yaşayan bu köy insanlarının her birinde çok daha büyük bir insanlık, ruh inceliği ve anlayış var. Gelişimin nimetlerinden yararlanmıyorlarsa da, sözde uygar geçinenlerin hepsinden üstün bir Hristiyan yardımseverliğine sahiptirler. Günün birinde beni mahkûm ettiren savcının ruhuna sahip olacaksa Paris'in Sorbonne'unu bitirmiş birinden, bu küçük köyün okuma yazma bilmeyen cahil insanını her zaman üstün tutarım. Biri her zaman insandır, öbürü insanlığı çoktan unutmuştur.

Dünyanın öbür ucunda, Parya körfezinde, koca Orenoque nehrinin ağzında yaşayan bu okuma-yazma bilmeyen balıkçılarda, pek çok vatandaşımızın yoksun olduğu bir insanlık felsefesi var. Sayısı gitgide artan mekanik buluşlar, diken üstünde bir hayat, tek hedefi yeni mekanik buluşlar ve daha kolay, daha iyi hayat olan bir toplum. Bilimin yeni buluşlarını tatmak daha büyük bir rahatlık ve buna varmak için devamlı bir mücadeleyi beraberinde sürüklüyor. Bütün bunlar da ruhu, acıma duygularını, anlayışı ve soyluluğu öldürüyor. Başkalarıyla uğraşacak zaman yok, hele sabıkalılarla hiç.

0 Responses