Murat Çetin
Bir olay tek tanık tarafından belgelenmişse, bunu hiç düşünmeden kabul ederiz. Kararsızlık, iki veya daha çok tanık olduğunda başlar; çünkü bunların aktarımları her zaman birbiriyle çelişkilidir.

"En tanınmış yapıtları kopya etmek varken, tarih yazmak için kendinizi niye bu kadar yoruyorsunuz? Görenek budur. Yeni veya özgün bir düşünceniz varsa, insanları veya olayları yeni bir bakış açısıyla anlatırsanız, okuyucuyu şaşırtırsınız. Okuyucuysa, şaşırmak istemez; bir tarih kitabında önceden bildiği saçmalıkları görmek ister. Onu eğitmek isterseniz, aşağılandığını düşünür ve öfkelenir. Onu aydınlatmaya çalışmayın, yoksa inançlarına sövdüğünüzü basbas bağırır. Tarihçiler birbirlerinden aşırır. Böylece boşuna yorulmamış ve saygısız görünmekten kaçınmış olurlar. Siz onları örnek alın, özgün olmayın. Özgün bir tarihçi evrensel bir kuşku, aşağılama ve iğrençlik anıtıdır."

"Bir şey daha: Kitabınızın iyi karşılanmasını istiyorsanız, toplumun üzerine kurulu olduğu erdemleri her fırsatta yüceltmeyi savsaklamayın: inanç, zenginlik, sadaka, özellikle toplumun ana direği olan, yoksulun yazgısına boyun eğmesinin erdemi. Kitabınızda mülkiyet, soyluluk ve jandarmanın kaynaklarını, bu kurumların layık oldukları saygıyla ele alınacağını söyleyin. Yeri geldiğinde doğaüstü güçleri kabul ettiğinizi belirtin. Bunları yaparsanız, kitabınız başarılı olur."

Alcalı büyük bir yazarın dediği gibi, bir budunun yaşamı cinayet, yoksulluk ve çılgınlıklar bütünüdür.

- Bir de soruyorsunuz! Foklar Penguenlerin komşuları değil mi? - Evet. - İşte bu nedenle Penguenler Foklardan nefret ederler. - Bu bir neden mi? - Elbette. Komşu demek düşman demektir. Şu benim tarlamı görüyor musunuz? İşte onun yanındaki tarlanın sahibi en nefret ettiğim kişidir. Ondan sonraki en büyük düşmanlarım bu koyağın öbür yakasında yaşayanlardır. Bu dar koyakta yalnızca onların ve bizim köyümüz vardır: öyleyse düşmanımızdırlar.

Siz yurtseverliğin ne olduğunu biliyor musunuz? Benim göğsümden yalnızca şu iki haykırış çıkar: Yaşasın Penguenler! Foklara ölüm!"

"Bu rahibeler geldiğinden beri keşişlerin huzuru ve gönül temizliği kalmadı. "Bunu anlayabiliyorum," dedi Aziz Mael. "Çünkü kadın, ustaca hazırlanmış bir tuzaktır; kokusu alındığında çoktan yakalanmış olunur. Heyhat! Bu yaratıkların tatlı çekiciliği uzaktan çok daha etkili olabiliyor. Kestirebileceklerinden çok daha derin istekler uyandırabiliyorlar. Eski bir ozanın dediği gibi:

Yanımdaysan kaçıyorum, yokluğunda seni arıyorum.

"Günahkar kadınları aşağılamayı gösteriş sayan sofular gibi olmayalım. Bu kadınların kendilerini değil, günahlarını aşağılamak gereğir; düştükleri durumu değil, yaptıkları eylemi utandırıcı bulmak gerekir; çünkü onlar da Tanrı'nın kullarıdır."

Brötanya'nın en ünlü azizi olmuşsunuz, bonsuz övgüye değer daha birçok iyilik yapabilecek durumdasınız. Ama kafanız ağır, elleriniz tembel işliyor. Hoşça kalın, aziz peder! Bildiğiniz gibi gidin, ama Hoedic kıyılarına vardığınızda ellerinizle kutsadığınız kilisenin yıkıntılarını seyredersiniz.

"Vaftiz insanın ruh ve sudan yeniden doğuşudur, çünkü günahkar olarak girdiği sudan tertemiz çıkar.

Vaftiz Adem'in ilk günahını temizlemektir; oysa Penguenler ilk günahı işlemediler.

Tavernacı Barjas diye biri sattığı içeceği bir takım kökler ve kabuklarla hazırlıyor ve içinde bir damla bile üzüm suyu bulunmuyormuş. Bu nedenle üzüm suyunun İsa'nın kanına dönüşmesi gereken ayinlerimin hiçbiri geçerli olmamış;

"Hayır," dedi Tanrı, "çünkü çaresi hastalıktan daha da beter. Eğer kurtuluş yolunda niyet, yöntemden daha önemli olsaydı, dinlerin sonu gelirdi."

"Din kurallarında yöntemin niyetten daha önemli olduğunu, bir ayin biçimine uygun yapılmışsa geçerli olacağını anladık.

Fakat, pederim, onları böyle çıplak bırakmak daha doğru olmaz mıydı? Niçin giydireceksiniz? Giysilerle dolaşmaya başladıklarında, ahlak yasalarına uymaları gerekecek ve bundan dolayı büyüklenecek, ikiyüzlü ve acımasız olacaklardır." "Sizce, oğlum, insanların uymakta olduğu ahlak yasalarının kötü etkileri mi oluyor?" "Ahlak yasaları temelde bir hayvan olan insanı hayvandan farklı yaşamaya zorlar. Bu durum belki onları kısıtlıyor, ama öte yandan gururlarını da okşuyor; ve doğallıkla kibirli, korkak ve zevk düşkünü olduklarından, sahip oldukları güvence ve gelecekte umdukları rahatlık için bu kısıtlamaya katlanıyorlar. Her türlü ahlakın kökeni budur...

Halen erkek bir Penguen dişi bir Pengueni arzuladığında ne istediğini biliyor; tutkuları, peşinde koştuğu dişinin sahip olduklarıyla sınırlı. Şu anda kumsalda iki üç çift Penguen gün ortasında sevişmekteler. Ne kadar yalın olduğunu görün! Kimse onlara aldırmıyor, onlar da öbürlerinin bakışlarına aldırmıyorlar. Fakat dişi Penguenler giydirildiğinde, erkek Penguen kendisini neyin çektiğini tam olarak bilemeyecek. Düş gücü onun isteklerini sınırsız kılacak; ve en önemlisi, pederim, aşkı ve onun getirdiği acıları öğrenecek. Öte yandan, dişi Penguenler de gözlerini süzüp dudaklarını yayacak ve giysileri altında değerli bir hazine taşıdıkları izlenimini verecekler.

Kadınlar mutfakta yemek pişirdikleri veya tarlada çalıştıklarından,
zamanla üstleri yağlı ve çamurlu, kir pas içinde gezer oldular. Erkekler onları daha çok işe sürmeye başladığı için de pek yük hayvanından farkları kalmadı. Kadınlar artık gönül işlerinden ve fırtınalı duygulardan anlamaz oldular. Ahlakları saftı.

"Dayanışma ruhu ve geleceği öngördükleri için, aziz pederim. Çünkü insanın doğasında geleceği düşünmek ve toplu davranmak vardır. Özyapısı böyledir; mal ve mülk edinmeden geleceği düşünmek istemez. Ey efendim, bu gördüğünüz Penguenler toprakları bölüşüyorlar."

"Aman dikkatli olun, aziz pederim," dedi Bulloch yumuşak bir sesle, "cinayet ve gasp dediğiniz şeylere savaş ve fetih denir, insanlık tarihinin ve büyük imparatorlukların en şanlı sayfaları bunlarla doludur. Özellikle, iri Pengueni suçlayarak onun mülkünün kaynağına ve hukukuna saldırıda bulunuyorsunuz. Bunu size kolayca kanıtlayabilirim: Toprağı ekmek bir şeydir, ona sahip olmak başka bir şey. Bu ikisi birbiriyle karıştırılmamalıdır. Mülk konusunda, ilk işgalcinin hukuku belirsiz ve temelsizdir. Oysa, fetih hakkı sağlam temellere dayanır. Tek saygıdeğer hukuk budur, çünkü kendini saydırmasını bilir. Mülkiyetin tek ve şanlı kaynağı güçtür. İşte bu yüzden mülk sahibi olana soylu denir.

Ancak, aziz babamız, kamu yararı malı çok olandan daha çok alınmasını gerektirmez. Böyle yapılırsa, zengin daha az zengin, yoksul daha yoksul olur. Yoksullar zenginlerin varlığıyla yaşarlar; bu nedenle mülk kutsaldır. Ona dokunmakla büyük bir yanlış yapmış olursunuz. Zenginlerden alsanız ne olacak, sayıları zaten azdır. Ama tüm kaynakları kurutur ve ülkeyi yoksulluğa itersiniz. Oysa servetine bakmadan her vatandaştan az bir miktar toplarsanız, kamu giderlerini rahatça karşılayabilirsiniz. Böylece, insanların servetini soruşturmaya kalkmazsınız, çünkü yurttaşlar bu tür bir çabayı ağır aşağılama olarak görürler. Herkesten az ve eşit miktarda alırsanız, yoksullar de hoşnut olur, çünkü zenginlerin servetinden yararlanmayı sürdürürler.

Genç kadının Kraken'e olan sevgisi asla üzüntü verici veya rahatsız edici değildi, çünkü bu sevgi yalnızca onun üzerinde yoğunlaşmamıştı.

"Sultan Süleyman şöyle demişti: 'Üç şeyin izini bilmek, zor, dördüncüyü bilmek olanaksızdır. Bunlar, yılanın taş üzerindeki, kuşun havadaki, geminin denizdeki ve erkeğin kadındaki izidir.'

Bu uzun karanlık çağ boyunca Penguenistan'da din duygusunun hiç bozulmadan kaldığını hayranlıkla izliyoruz. Sufilerin ayartamadığı ruhlarda gerçeğin görkemi gözleri kamaştırıyordu. İnançların topluca gelişmesi böyle açıklanabilir. Ayrıca, kilise inançlıların bu mutlu birliğini sürdürmek için pratik bir yol bulmuştu: Farklı düşünen bir Penguen olursa hemen ateşte yakılıyordu.

'Dostlar arasında her şey ortaktır.'

ben Romalıyım ve Romalılar, Yunanlılar gibi derin ahlak muhasebesi yapmazlar; bir felsefeyi benimsiyorlarsa bundan pratik bir yarar sağladıkları içindir.

çağının sonlarında, eski Penguen yönetim düzeni kökten yıkıldı, kral idam edildi, soyluların ayrıcalıkları kaldırıldı ve korkunç bir savaşın orta yerinde, cumhuriyet ilan edildi. O zamanki Penguenistan Meclisi kiliselerin elinde bulunan tüm değerli metallerin eritilmesine karar verdi. Yurtseverler kralların mezarlarına saldırdılar.

"Sana söylüyorum işte, er veya geç bugün yaptıklarına pişman olacaklar. Kendilerine yeterince yardım etmedi diye azizeleri yerden yere vuruyorlar. Bunu yapmak bir işlerine yarasa bari, eskisinden daha sefil olacaklar ve yeterince süründükten sonra yine dine dönecekler.

Egemen ulus kilisenin ve soyluların topraklarına elkoymuş, yüksek fiyatla kentsoylulara ve köylülere satmıştı. Kentsoylu ve köylüler devrimin toprak elde etmek için iyi, ama onu koruyabilmek için kötü bir düzen olduğunu düşündüler. Cumhuriyetin yasama organı mülkiyetin korunması için sert yasalar çıkardı ve toprağın bölüşümünü önerecek olanlara bile ölüm cezası koydu.

Cumhuriyet büyük savaşları yürütebilmek için düzenli bir ordu kurmuştu; bu ordu onu hem kurtaracak, hem de yok edecekti. Yasamacılar generalleri ağır cezalarla caydırabileceklerini umuyorlardı; eskiden başarısız askerin kellesi uçurulurdu, ama düzeni kurtarmayı görev sayan askerlere ne yapılabilirdi? Zafer sarhoşluğu içindeki Penguenler söylencedekinden çok daha yaman bir ejderhaya kendi elleriyle teslim oldular; bu diktatör, kurbağalar arasındaki bir leylek gibi, on dört yıl boyunca onları tüketmekle bitiremedi.

Yeni devlete "kamu malı" anlamına gelen cumhuriyet (republik) adı verildi.

"bunlar endüstri savaşlarıdır. Ticaret ve endüstrisi olmayan devletler savaş yapmak zorunda değildirler; ama zengin bir ulus fetih politikası uygulamak zorundadır. Açtığımız savaşların sayısı üretim artışımızla birlikte gider. Bir sanayi kolumuz ürettiğini satamaz olduğunda yeni bir savaşla ona yeni pazarlar bulmak gerekir.

"Madem ki uygarlık ve zenginlik de barbarlık ve yoksulluk kadar savaşlara yol açıyor, madem ki insanların çılgınlık ve kötülüğünün çaresi yok, yapılacak tek bir şey kalıyor. Bilge

Cumhuriyet kendi memurlarının bağlılığına güvenemiyorsa da, işçiler vardı: Gerçi onların zor yaşam koşullarını değiştirememişti, ama ne zaman cumhuriyet tehlikeye girse taş ocaklarından, kulübelerinden ve zindanlarından kapkara ve bakımsız yüzleriyle çıkıp alanlarda yürüyorlardı. Onun için canlarını verirlerdi, çünkü cumhuriyet onlara bir umut vermişti.

"İşin püf noktası temel ilkeleri öğretmekte. Düşünmeye başlamadan önce iyi düşünmeyi öğrenmek gerekir. Sonra çok geç olur...

"Hiç korkmayın. Komplonun tüm ipleri elimizde olacak, fakat bizler gölgede kalacağız. Bizi görmeyecekler." "Süt içindeki sinekler gibi," diye mırıldandı

Bay de la Troumelle yasal eylemden yanaydı: "Yasal sınırlar içinde kalmalıyız," dedi özetle. "Bizler düzen adamlarıyız. Umutlarımızın gerçekleşmesi için yorulmadan propaganda yapmalıyız. Ülkenin kafa yapısını değiştirmek gerekir. Davamız haklı olduğu için kazanacaktır." Prens des Boscenos karşı düşüncedeydi. Ona göre haklı davaların haksızlar kadar, hatta daha da çok, güç kullanmaya gereksinimi vardı.

Ilımlılar şiddete hep ılımla karşı çıkarlar.

Penguenler yeni düzenden yakınıyorlar, çünkü onun nimetlerinden yararlanıyorlar; durumundan hep yakınmak insanın doğasında vardır. Fakat, aynı zamanda düzen değiştirmekten de korkarlar, yenilik onları ürkütür.

Bizi sevimli bulmaları ve arkamızdan gelmeleri için, bizim cumhuriyeti devirmek değil, tersine onu sağlamlaştırmak, temizlemek, güzelleştirmek, süslemek, kısacası daha yüce ve sevimli kılmak istediğimize inanmaları gerekir. İşte bu nedenle kendi başımıza hareket etmemeliyiz. Var olan düzenden yana olmadığımızı biliyorlar. Cumhuriyet dostu birine, hatta bu düzenin savunucusu birine başvuralım. Bunlardan ortalıkta çok var. En popüler ve en cumhuriyetçi olanını seçelim; onu iltifat ve verilmiş sözlerle, özellikle sözlerle, kazanalım. Verilmiş sözler daha ucuz ama daha etkilidirler; umut verirken daha çok şey verilmiş olur.

Penguenler dünyanın en güçlü ordusuna sahiptiler. Foklar da öyle. Öbür tüm Avrupa ülkelerinde de durum böyleydi. Biraz düşünülürse bu pek şaşırtıcı gelmemelidir. Çünkü dünyanın tüm orduları en güçlüdürler. Eğer ikinci güçlü bir ordu var olsaydı, çoktan yenilip yok olmuş olurdu. Bu yüzden tüm ülkelerin orduları en güçlüdürler. Bu gerçeği bilen Albay Marchand, Rus-Japon savaşı sırasında, Yalu ırmağı geçilmeden önce gazetecilerin bir sorusu üzerine, hem Rus ve hem de Japon ordularının en güçlü olduğunu söylemişti. Bir ordunun en büyük hezimete uğramış olması onu birinci konumundan aşağı indirmez. Çünkü, her ülke zaferlerini generallerinin zekasına ve askerlerinin cesaretine bağlar da, yenilgilerin hep şanssızlıktan kaynaklandığını söyler. Bunun tersine, donanma gücü gemi sayısına bağlıdır. Bir birinci, ikinci, üçüncü donanma hep vardır. Bu nedenle, deniz savaşlarının sonuçları önceden bilinir.

"Arkadaşlar, şimdi damarlarınızda kan dolaşıp dolaşmadığınızı göreceksiniz. Görevimiz cumhuriyetçileri kılıçtan geçirmek, boğazlamak ve barsaklarını dökmektir."

Kısa süre içinde, nedenini bilmedikleri bu duraklamadan sabırsızlanıp öndekileri itmeye başladılar. Bu zorlama avlu boyunca ilerleyerek en öndekileri polislerin kucağına atıyordu. Polislerin Draco yanlılarına bir düşmanlığı yoktu, hatta içten içe Chatillon'u severlerdi; ama, zorlamadan hoşlanmazlar, şiddete aynı biçimde yanıt verirlerdi. Güçlüler güçlerini kullanma eğiliminde olurlar. İşte bu yüzden, polisler önlerine çıkan Dracocuları copluyorlardı.

"Baylar," dedi, "birçok bakımdan, aynı politik ve toplumsal görüşleri paylaştığımız söylenemez; ama üzerinde anlaşabileceğimiz çok nokta olabilir. Ortak bir düşmanımız var. Hükümet sizi sömürüyor ve sizlerle alay ediyor. Onu devirmek için bize yardım edin; biz gerekli olanağı size vereceğiz; üstelik, sonunda minnettarlığımızı da göstereceğiz. "Anlaşıldı. Parayı uçlan bakalım" dedi Dagobert.

Hükümete gelince, tüm hükümetlerin ortak özelliklerini, yani kararsızlık, zayıflık, gevşeklik ve ilgisizliği sergiliyor; yine hiçbirinin yapamadığı gibi, belirsizliğe ve şiddete tepki göstermiyordu. Üç tümceyle söylersek, hiçbir şey bilmiyor, istemiyor ve yapamıyordu. Başkanlık Sarayı'nda Formose, kibirli yapısına uygun, kör, sağır, dilsiz ve görünmez bir biçimde oturuyordu.

Kimse bir olay beklemiyordu; darbe gizli tutulduğundan değil, ama duyanlar pek inanmıyordu. Kimsenin inanmıyor olması kimsenin istemediği biçiminde yorumlanabilirdi.

Ama, duvarın arkasından bir ses, bir yanıt gelmiyordu. Bu sessizlik ve korumanların ortada görünmeyişi kalabalığı hem yüreklendiriyor, hem de korkutuyordu.

vaktiyle artırmalarda numara çevirdiği ve Maloury adında bir sanayiciden az bir rüşvet aldığı anlaşılıyordu. Oysa, rüşvet ufak olduğu ölçüde onu kabul eden bakanın ayıbı daha büyük sayılırdı.

"Sayın bakanım, seksen bin balya saman olayını inceledim. Pyrot'ya karşı hiçbir kanıt yok." "Bulunsun, efendim," dedi Greatauk, "adalet bunu istiyor. Derhal Pyrot'u tutuklayın."

Para çantaları gizlice el değiştiriyordu ama, raslantı sonucu açığa çıkanların miktarı halkta nefret uyandırmaya yetiyordu. Fakat, irili ufaklı Penguen orta sınıfının tümü, servet saygısıyla doğup büyümüş olduğundan, büyük servet olmadan küçüğün olmayacağının bilincindeydi. Bu yüzden Hıristiyan ve Yahudi milyarderlere kutsal bir saygı duyuyorlar, bu büyük Yahudilerin saçının teline dokunmaktan ürküyorlardı. Ama küçükleri söz konusu olduğunda, gözünün yaşına bakmıyorlar, bunlardan birini yerde gördüklerinde üzerine basıp çiğniyorlardı. İşte bu nedenle, tüm ulus hainin küçük bir Yahudi olmasından rahatlamıştı. Onun kişiliğinde, düzeni sarsmadan, tüm İsrail soyundan öç alınabilecekti.

Pyrot'nun seksen bin balya samanı çaldığından kimse bir an bile kuşku duymadı. Duymadı, çünkü bu karanlık olayda bir neden yoktu. İnsanlar nedensiz kolayca inanırlar, oysa kuşkulanmak için bir neden gerekir. Kuşku duymadılar, çünkü her yerde yineleniyordu ve bir şeyin sürekli yinelenmesi halka göre doğru olduğunu gösterir. Kuşku duymadılar, çünkü buna inanmak istiyorlardı ve halk inanmak istediği şeyi doğru bulur. Ve en önemlisi, kuşku duyma yetisi insanlar arasında az bulunur; kafasını kullanmayı bilen kişilerde biraz filizlenir ama eğitim olmadan gelişmez. Kuşku tuhaf bir şeydir; zarif, felsefi, ahlak dışı, öze inen, korkunç; kurnazlık dolu, insanlara ve mallarına zarar verebilen, polis devletinin ve imparatorluk servetinin karşısında, insanlığa uğursuzluk getirebilen, tanrıların yıkıcısı, kısaca yerlerde ve göklerde istenmeyen bir şeydir. Penguen halkı kuşkuyu bilmiyordu; Pyrot'nun suçlu olduğuna inandı ve bu inanç kısa sürede onun en önemli yurtseverlik ve milliyetçilik göstergesi oldu.

"Kanıtlar," diye mırıldandı Greatauk, "kanıtlar neyi kanıtlar ki? Kesin ve çürütülmez tek bir kanıt vardır: suçlunun itirafları.

Sahi, Panter? Hâlâ itiraf etmedi diyorsun, ama suskunluk kabul etme anlamına gelmez mi? Susuyorsa itiraf etmiş demektir.

Yedi yüz Pyrot savcılığın kanıtlarını çürütemiyorlardı, çünkü kanıtların ne olduğunu bilmiyorlardı. Ortada olmayan kanıt çürütülemiyordu. Kısacası, Pyrot'nun mahkum edilişi bir boşluğun üzerine kurulmuştu. İşte bu nedenle, akıllı Greatauk bir gün General Panter'e şöyle diyordu: "Bu dava bir başyapıttır, çünkü boşlukta ayakları üzerinde duruyor."

Maubec Draco yanlısı soylu bir ailenin çocuğuydu. Doğuştan soyluluğa demokrasiler kadar değer veren başka bir düzen yoktur.

General Panter geveze söylevler veriyor, her sabah gazetelerde mahkumun suçluluğunu kanıtlıyordu. Oysa, bir şey söylememek daha doğru olurdu; açık olan bir şey kanıtlanamaz. Bu kanıtlamalar kafaları karıştırıyor, ama inançları değiştirmiyordu. Halka ne kadar kanıtlanırsa daha fazlasını istiyordu.

Ayrıca, Pyrot mahkum edildikten sonra, bunun bir yararı da yok. Suçluyken mahkum edilmemişse, mahkum edildiği için suçludur, ikisi de aynı kapıya çıkar.

"iyi etmişsin! Ama, Pyrot davasının o güzel sadeliğini bozmandan korkarım. Ne kadar basitti, onun değeri kaya kristali gibi saydam oluşundaydı. Mercekle bile bir çöp, leke veya kusur arasanız bulamazdınız. Benim ellerimden çıktığında su gibi duruydu. Ben size bir inci verdim, siz onu bir dağa dönüştürdünüz. Daha iyi iş yapayım derken her şeyi bozabilirsiniz. Kanıtlar! Elbette kanıt olması iyidir, ama hiç olmaması daha iyidir. Size daha önce söylemiştim, Panter: Çürütülemez en iyi kanıt suçlunun (veya masumun, fark etmez) itiraflarıdır. Benim hazırladığım Pyrot davası eleştiriye olanak vermiyordu, saldırabilecekleri bir açığı yoktu. Darbeler ona işlemezdi, çünkü göze görünmüyordu. Şimdi tartışmaya açık bir duruma getiriyorsunuz.

Kanıt olarak sahte belgelerden daha iyisi olamaz, bunlar ısmarlama yapıldıkları için davaya en uygun olurlar, bu nedenle doğru ve adildirler. Ayrıca, insanı her şeyin ideal olduğu bir düşlem dünyasına götürür, kusurlu gerçek dünyadan uzaklaştırırlar...

Biz nasıl davranmalıyız? Size bunu söyleyeyim: egemen sınıfların birini öbürünün üstüne salmalıyız; yani, orduyu bankerlerle, hükümeti yargıyla, soylu ve dindarları Yahudilerle kapıştırmalı, birbirlerini yok etmelerini sağlamalıyız. Hastayı bitkin düşüren ateş gibi, hükümeti zayıflatan bu karışıklığı sürdürmeliyiz.

Bu kutsal kuralları Penguenistan yönetimine uygulandığında, hükümetin düşleyemeyeceği kadar korkunç, yıkımlarla dolu bir tablo çıkardı.

iki yandan eşit uzaklıkta kalmaya çalışan, darbelerden korunmak için hamamböcekleri gibi sinen korkak adamlar; bunlar duygularının soylu ve ruhlarının yüce olduğunu göstermek için, gözlüklerindeki yaşları silip hafifçe öksürerek şöyle diyorlardı: "Ey Penguenler, kardeş kanı dökmeyi bırakın; ana yurdunuzun bağrını deşmekten vazgeçin!" Sanki bir toplumda kavga ve atışma olmadan yaşanırmış gibi, sanki sivil karışıklıklar ulusal yaşam ve toplumun ilerlemesi için gerekli değilmiş gibi, haklıyla haksız arasında uzlaşma öneren bu korkaklar, haklının hakkına tecavüz ederken, haksıza da cesaret vermekten başka bir şey yapmıyorlardı.

Cumhuriyet hükümeti yine büyük finans şirketlerinin denetimine girdi, ordu yine sermayeyi savunmayı, donanma da büyük fabrikalara artırmayla iş vermeyi; yoksullar da, vergi vermeyi geri çeviren zenginlerin yerine de vermeyi sürdürdüler.

Eski tanışıklıklarını koruyabilecek kadar güzel olan Madam Clarence yeni dostlar kazanabilecek kadar güzel değildi.

Herkes konuşmaya kendi görüşünü dinlemek için katılıyordu.

"Avrupa'da ve özellikle Penguenistan'da spor ve otomobil merakı yayılmadan önce, insanların tek uğraşı cinsellikti. Düşünüldüğünden daha az önemi olan bir konu bu."

Bu vakfın amacı, tüm dinsel vakıflar gibi, zengin insanlara ruhlarını kurtarmak için huşu içinde düşünebilecekleri bir ortam yaratmaktı;

olumsuz eleştirmenler başkentimizi akın akın gezmeye gelen ve milyarlarca frank döviz bırakan turistleri kaçırmıyorlar mı?" " İçiniz rahat olsun," dedi Mösyö Daniset; "yabancılar bizim yapılarımızı değil, fahişelerimizi, modaevlerimizi ve kabarelerimizi görmeye geliyorlar."

Cérès bu defaki Meclisin daha ilerici, daha sol ve daha çok düzeltim isteyen bir havada olduğunu gördü. Bunun da aslında değişim korkusundan ve hiçbir şey yapmama isteğinden kaynaklandığını hemen fark etti; bunun üzerine bu istekler doğrultusunda bir politika izlemeye karar verdi. Dönem başladığında, kürsüden uzun bir söylev verdi; iyi hazırlanmış ve ustaca düzenlenmiş bu konuşmasında, her düzeltimin uzun bir olgunlaştırılma süresi geçirmesi gerektiğini söyledi. Ateşli bir konuşmaydı bu, ılım öneren kişinin hararetli konuşması gerektiği ilkesine uygundu.



Öyle inanıldığı gibi, cumhuriyetin hizmetlileri onun buyruğunda çalışırken zengin olmazlar. Armağanlar dağıtan bir kral olmadığından beri, herkes elinden geldiği ve başkalarından artakaldığı miktarlarda götürdüğü için, fazla bir şey kalmazdı. Demokrasi önderlerinin alçakgönüllü yaşamları buradan kaynaklanır.

Kamu inşaatları bakanlığına sosyalist Lapersonne getirildi. Bu ülkede en eski, en değişmez ve diyebilirim ki en acımasız geleneklerden biri buydu; sosyalizme karşı savaşım veren bakanlıklara bir sosyalisti getirmek; böylece, servet ve mülkiyet düşmanları kendilerinden birinin yaptıklarından utansınlar ve yarın kendilerini kimin cezalandıracağını kendi aralarında arasınlar diye düşünülürdü. Ancak insan ruhunun derinliklerini bilmeyenler, sosyalistler arasından bunu yapacak birinin çıkmayacağını düşünürler. Yoldaş Lapersonne, Visire Kabinesine kendi isteğiyle, hiçbir baskı altında kalmadan girdi; kendi arkadaşları arasında bile onu onaylayanlar oldu, çünkü iktidar Penguenler arasında saygınlık getiren bir makamdı.

Yeni deniz bakanı, saygıdeğer Amiral Vivier des Murenes yetkinbir denizci olarak biliniyordu; bu bakanın dindar oluşu, laik cumhuriyet hükümetleri dinin deniz kuvvetlerinde gerekli olduğuna karar verdiğinden beri, tepki toplamıyordu.

Başbakan Visire dinin politikaya karışmasına karşı, ama inançlara saygılı olduğunu bildirdi; o ılımlı bir düzeltimciydi. Paul Visire ve çalışma arkadaşları düzeltim istiyorlar, ama düzeltimleri tehlikeye atmamak için hiç düzeltim önermiyorlardı; çünkü gerçek politikacılar bir düzeltimin önerildiği anda suya düşeceğini bilirlerdi. Bu hükümet iyi karşılandı, namuslu yurttaşlara güven verdi ve borsayı yükseltti.

Ulusların tekelcilik, hisse senedi oyunları ve dolandırıcı spekülasyon denen üç memesi sütle dolacağa benziyordu.

Öbür bakan eşleri gözlere bayram olsun diye yaratılmamışlardı; örneğin, gazetelerin sosyete sayfalarında Madam Labillete'in cumhurbaşkanlığı balosuna başında cennet kuşlarıyla geldiği yazılmıştı. Amiralin eşi iyi bir aileden, boyuna değil enine geniş, yüzü boğa, sesi işportacı gibi bir hanım olup kendi bakkal alışverişini kendisi yapıyordu. General Debonnaire'in eşi uzun boylu, sıska, yüzü sivilceli, genç subaylara bir türlü doymak bilmeyen, çirkinlikte yitirdiği saygınlığı türlü türlü skandalla yakalamaya çalışan biriydi.

Altın sarısı saçları, keten grisi göz kapakları, ince kıvrak beliyle gerçek bir güzeldi; namusunda hiçbir leke yoktu, suçüstü yakalanmadığı sürece de olmayacaktı, çünkü bu ilişkilerde usta, önlemli ve kendinden emin davranıyordu.

Dinbilimin ahlak dalında uzman olan rahip Douillard, kilisenin gerileme döneminde gelişen ilkeler gereği olarak inanıyordu ki bir kadın para için kendini veriyorsa büyük bir günah işlemiş olur, ama bunu karşılıksız yapıyorsa günahı çok daha büyük olurdu; çünkü, birinci durumda yaşamını sürdürme zorunluluğu hoşgörülebilir ve belki de Tanrı'nın sürüsünden ayrılmazdı. Tanrı kendini öldürmeyi hoşgörmez, kullarının kendilerini yok etmelerini istemezdi; yaşamak için kendini veren kadın bu işten belki de zevk almadığı için günahı az olurdu. Fakat, karşılıksız veren kadın bundan zevk alır, böylece suçuna katık ettiği şehvet günahını daha da attırırdı.

Önce, kendi vücudunu tanımış olmaktan büyülenmiş gibiydi. Eski felsefenin kendini tanı ilkesi insan ruhuna uygulandığında bir işe yaramaz, çünkü insan kendi ruhunu tanımaktan zevk duymaz; ama her türlü zevkin kaynağı olan bedensel varlığa uyguladığımızda, bize yeni zevkleri öğretir.

Fakat, arada bir gelen kıskançlık ve öfke nöbetleri onu çılgına çeviriyor, bazen tüm gün aklını yitirdiği oluyordu. Özel bir şirkette çalışıyor olsaydı, onun bu durumu çabuk anlaşılırdı; fakat devlet bürokrasisinde delilik ve çılgınlığı görebilmek zordur.

O sıralarda Hippolyte Cérès dedikodu gazetelerinin birinden (bakanlar devlet işlerini hep gazetelerden öğrenirler),

Bay Cérès adamlarına tüm işlerini bırakıp başbakanın Matmazel Lysiane ile ne zaman ve nerelerde buluştuğunu araştırmalarını buyurdu. Bu ajanlar görevlerini titizlikle yaptılar ve bakana, başbakanın bir kadınla sık sık buluştuğunu ama bu kadının Matmazel Lysiane olmadığını bildirdiler. Hippolyte Cérès onlara gerisini sormadı.

Lapersonne bunları dinlerken gözlerine inanamıyor, dişlerini gıcırdatıp söyleniyordu: "Hippolyte Cérès'in karısını aldığı yetmiyormuş gibi, şimdi onun huylarını da kapmış."

Sonunda adamın sabrı bitti, öfkeden kudurup tabancasıyla gözdağı verdi. Bir gün onun önünde annesi Madam Clarence'a şöyle dedi: "Sizi kutluyorum, bayan; kızınızı bir orospu gibi yetiştirmişsiniz." "Anne beni eve götür," diye haykırdı Evelyne. "Boşanmak istiyorum!" Adam onu her zamankinden daha çok sever oldu.

Basının bağımsız kanadı halkın yakınmalarını dile getirdi. Hükümete yakın gazeteler, bu keyfi önlemleri haklı gösterebilmek için, kamuya zararlı ve krallık yanlısı bir komploya karşı önlem alındığını üstü kapalı yazdılar. Daha dalkavuk bazı gazeteler elli bin tüfek yakalandığını ve Prens Crucho'nun karaya çıktığını duyurdular.

Kıskançlık demokrat insanları despotlardan koruyan bir erdemdir. Milletvekilleri giderek başbakanın elindeki altın anahtarı kıskanmaya başladılar.

Taşra ahlak konusunda tutucudur; kadınlar orada daha erdemli olurlar. Bunun birkaç nedeni olduğu söylenir: Eğitim, yaşamın sadeliği ve önlerindeki örnekler. Profesör Haddock ise tek bir nedeni olduğunu söylüyordu: Ayakkabı topuklarının alçak oluşu.

Komisyonlarda, başbakanın asla kabul etmeyeceğini bildiği ve batmaya mahkum kredi isteklerini hemen onaylıyordu. Bir gün, onun bu düşüncesizliği başbakanla ilgili kurumun bütçe raportörü arasında büyük ve şiddetli bir kavgaya neden oldu. O zaman Cérès ürktü; hükümetin zamansız devrilmesine yol açmak yanlış olurdu. Karanlık öç duygusuyla daha dolambaçlı yollar aradı.

Bu yazılar, dış ülkelerde ciddi bir yankı yapmakla kalmıyor, askerlerini seven fakat savaşı sevmeyen Penguenistan halkını da ürkütüyordu.

Visire bile korkmaya başlamıştı. Onu endişelendiren dışişleri bakanının sessizliği ve ortada görünmeyişiydi. Crombile artık bakanlar kuruluna da gelmiyordu; sabah beşte bakanlıktaki odasına kapanıyor, on sekiz saat çalışıyor, sonunda hademeler onu ve kâğıtlarını yerden topluyor, bakanı evine gönderiyor, kâğıtları da komşu ülkenin askeri ateşelerine satıyorlardı.

Yıkımı başlatan kişi farkında olmadan maliye bakanı oldu. Bakan o sıralar borsada düşüşe oynuyordu, borsada panik yaratmak için savaşın her an başlayacağı dedikodusunu yaydı. Bu dalavereden haberi olmayan komşu imparator, topraklarının saldırıya uğramasını daha fazla beklemeden, ordularını ivedi sınıra sürdü.

Bu söylenceyi dinleyen Peder Monnoyer Pierre Mille'e teşekkür etti; sonra masasına geçip o günkü at yarışlarında kazanacak atların kuponlarını doldurmaya başladı, çünkü dinsel görevleri yanısıra at yarışı bayiliği de yapıyordu.

Tüm gerçek soylular, cumhuriyetçi Roma'nın yasa koyucuları, eski İngiltere'nin lordları gibi, bu güçlü adamlar da katı bir ahlak anlayışını benimsemişlerdi: Holdinglerin yönetim kurulu toplantılarında traşlı yüzler, çökük avurtlar, çatık kaşlar ve gergin alınlar görünüyordu. Vücutları daha zayıf, yüzleri daha sarı, dudakları daha kuru ve bakışları yaşlı İspanyol keşişlerinden daha kıvımcımlı olan bu milyarderler banka ve sanayi işlerini tükenmez bir enerjiyle yürütüyorlardı. Birçoğu, her türlü eğlence ve dinlenceyi kendine yasaklamış, sefil yaşamlarını havasız, gün ışığı girmeyen, yalnızca elektrikli aygıtlarla döşenmiş odalarda geçiriyor, bir omletle karınlarını doyuruyor ve kamp yataklarında uyuyorlardı. Metal bir düğmeye basmaktan başka işi olmayan bu sofular yüzünü bile görmeyecekleri servetleri topluyorlar, karşılayamayacakları istekleri gerçekleştirebilecek gücü biriktiriyorlardı.

Devlet çatısı iki büyük kamusal erdem üzerine kurulmuştu: Zengini saymak ve yoksulu aşağı görmek. Yoksulların acısı karşısında duyarlı insanların ikiyüzlülükten başka yapabilecekleri bir şey yoktu; bu ikiyüzlülük de düzenin ve kurumların sürmesine yaradığı için, olumlu karşılanıyordu.
Bu yüzden, zenginler arasında topluma duyarlılık yaygındı veya öyle görünüyordu; bazıları bunu izlemese de herkes bu yönde öğüt veriyordu.

İşverenler, yasal haklarını bilecek kadar akıllı olan işçilerden çekiniyor, türlü yollarla bunları eliyor ve yerlerine, zaten makinelerin basit işlemlere indirgediği işleri yapacak kadar akıllı ama haklarını istemeyecek kadar bilgisiz ve kafasız işçiler buluyorlardı.

"Zenginlik," diyordu, "mutlu yaşama araçlarından yalnızca biridir; ama onu varlığın tek nedeni durumuna getirdiler."
0 Responses