Murat Çetin
Önce vatmanın yanından bir ses yükseldi. Ben ne olur, ne olmaz diye delikanlının önüne bir ayak koydum. Onun kadar ben de anlıyordum futboldan. Sert bir gıcırtıyla tramvay birden durdu. Bu seferki fren daha müthişti. Delikanlı, havada bir savruldu. Gene kız bana kalmıştı. En biçimli yerlerinden kavrıyarak, en ustalıklı bir oturuşla çöküverdik. Bu sefer, oturanlar bile kaymıştı koltuklardan. Kızdan azar işitmemek için: «Ahh!» diye bağırdım. «Kırıldı ayaklarım!» Gözlerimi kapamış, geçmiştim kendimden. Kız kollarımdan sıyrıldı. Ayağı kırılmış bir kurtarıcıya,
sövmenin yersizliğini düşünüyor gibiydi.

Kimden aldın bu haberi söyle bakalım?»
«Bir arkadaştan öğrendim!» dedi.
«Hangi gazetede çalışıyor?»
«Hangi gazetede mi efendim?..
Affedersiniz... Söyliyemiyeceğim!»
«Devlet sırrı mı bu be?»
«Efendim?..»
«Söyle diyorum sana... Hiçbir şey saklanmaz Yazı İşleri Müdüründen!»
«Efendim, bendim o!.. On sekiz yaşındaki kızla basılan!..»
«Ne? Sen miydin? Tuuu!.. Yazık senin kalıbına 'kıyafetine! Utan be, utan biraz... Böyle mi verilir bu haber be? İki satırla geçiştirilir mi bu olay? Röportaj yazar insan, röportaj! Yazık sana... Ben senin yerinde olsaydım şöyle başlardım: Yağışlı bir gece... Kaldırdım paltomun yakasını...»
«Efendim, hava yağışlı değildi... Paltomu da giymemiştim!»
«Giydim, dersen kıyamet mi kopar?.. İşe biraz gizlilik katmak lâzım... Ne diyorduk, kaldırdım paltomun yakasını... Önümde yirmi, yirmi beş yaşlarında bir genç yürüyordu... Önünde yürüyen genç kim, biliyor musun? Sensin o! Birden karşıda sarışın... Uzun boylu...»
«Sarışın değildi efendim!»
«Sarışın olmamış da esmer olmuş... Ne kaybedersin?..
Derken bu delikanlı giriverdi kadının koluna... Giren kim?»
«Ben tabiî!»
«Evet, sen!.. Ama üçüncü kişi olarak yazdığın için böyle yazmak zorundasın!.. Yazı böyle yazılır işte.

«Öyleyse yansın, kül olsun, namussuz ev!» diye, ensesine kadar kızardı.
Anlaşılıyordu işin içinde bir namussuzluk olduğu... Seyyar Hüsnü:
«İftiradır, sen boş ver böyle dedikodulara...» diye, boş atıp dolu tutmak istedi.
«Ne iftirası be! Herifi çıkarken gördüm evden!»
«Yaptır bir suçüstü...» diye* bekçi tahsildarı akıl öğretti.
«Yaptıracağım, yaptıracağım amma...» «Ee, ne duruyorsun?»
«Çocuk var arada... Anasına değil, çocuğa acıyorum!»
«Bir çocuk değil mi? Nasıl olsa, büyür gider... Bakma gözünün yaşına!»
Emlâkçı Sait: «Peki!» dedi, «Kimmiş bu ırz düşmanı?»
Nuri Yalçın, son bardağı da dikti:
«Bizim komşulardan... Üç çocuğu var, namussuzun!..»

«Aşmalı bu namussuzları... Ulan, ekmeğin mi eksik, suyun mu?» diyen Hurşit, daha çok işin alayındaydı: «Çay kıyısında tarla alırsın, sel için... Kırkından sonra kız alırsın, el için!» diye açıktan açığa taş da atıyordu.

Kitabım renkli olacak. Kuşe üzerine.» «Kuşe mi? Nerden buldun?» «Daha önemlisini buldum, para!» Arkadaşım alçak gönüllülük etmiş. Meğer paradan daha önemlisini bulmuş. Zengin, sanat ve gençlik âşıkı bir hanımefendi ile tanışmış!

Ne yapmalıydı şimdi!
Karavelli kadın, açıktan açığa gülüyordu pencerede. Bir ses duyulmuyordu ama gülüyordu işte. Gözleriyle yanaklarıyla, saçlarıyla gülüyordu. Ah böyle gülmeseydi de kancıkça bir kahkaha atsaydı! Hiç olmazsa ona bir şeyler söylemeğe çalışır, ferahlardı. Hayır, öyle sesli, gürültülü gülmüyor, ezercesine, kahredercesine gülüyordu.

«Peki, İstiklâl Savaşı'ndan sonra bir daha gazete çıkmadı mı?»
«Çıktı ama, kulak asma. Biz onlara ilân gazetesi diyoruz. Artırma, eksiltme ilânları çıkar. Bir de büyüklerden gelenin gidenin adlarını yazarlar.» «Gelen giden olmazsa?» «Vali ne güne duruyor? Eve giderken arabası benzinciden benzin alsa, hemen bir makale. Muhterem valimiz benzin satışlarını inceledi, diye... Arabası bozulup yaya gitse, tamir edilmekte olan Ankara yolunda incelemeler yaptı, diye bir makale daha!..»

Elindeki kâğıtlara yapışarak:
«Bunları tek başıma doldurmam gerek. Çok gizlidir. Evinizde kaldığım yukardan öğrenilirse sizin için de iyi olmaz!» dedim.
Aklı yatar gibi olmuştu. Kendini bir an çok aşağılarda görür gibi oldu. Yerlere kadar eğildi. Elimi uzatsam öpecekti:

«Canım» dedi, «Uzun lâfa ne hacet... akşama gel de gör!»
Sonra gıdıklanmış gibi gülüşler, öpücükler... Aldığı cevap onu hiç memnun etmediği için Burgaz'ın güzelliğine geçti.
Pazara Heybeli için söz birliği ettiler. Sonra yine öpücükler, yine gülüşler! Genç kız kulübeden kan ter içinde çıktı. Yanakları kıpkırmızı olmuştu. Kulübeden değil, sanki yataktan çıkıyordu.

Telefon başkadır azizim... Sen bakma o densizlere... Uzattılar mı «küt!» kesersin... En iyisi bu! Aldırma! Sen iş adamısın. Senin bir saniyen bin lira... Hele böyle günde... Seyficiğim senden bir ricam var... Alo! Seyfi! Seyficiğim! Alo!... Hay Allah kahretsin... Ne oldu yahu? Alto! Seyfi! Telefon değil, ömür türpüsü bunlar... Kapandı!... Ulan sakın Seyfi kapamış olmasın! Yapar da! Beyin kıymetlidir zamanı! Eli para gördü çünkü. Saygısızlık da parayla değil ya! Şimdi at tekliği! Aç telefonu, dipten doruğa bir boya! Hele sen uyma şeytana Apti! Bozma terbiyeni!»

«Anneciğim» dedi, «Artık yedi yaşına girdim. Bana da bilet al!»
Zaten sinirleri bozuktu annesinin. Daha beş derneğin başkanı olsa bir başöğretmen parçasına sözü geçmiyecekti: «Sus, terbiyesiz!» dedi. «Sen büyüklerin işine karışma!»
Sağlı sollu iki çimdik attı. Sevimer, büyüklerin işine bir türlü akıl erdiremiyordu ki...
Pek küçüktü daha!... Ya beş yaşındaydı, ya da yedi... Altı da olabilirdi. Hele bir sekiz olsun!

«Ya oyumu sana vereceğim diye kandırırlarsa seni!»
«Kandıramazlar, oylarını bana vermezlerse ayakkabının ikinci tekini alamazlar ki...»

«Temiz para! Eee, önümüzdeki bayramda gene on çocuğa birer Beykoz kundurası giydirirsin dernek adına!»
«Kundura mı dedin! Bizim dernek, senin bildiğin öyle hayırsever kadınlar kurumundan değil! Ben bu gecenin geliriyle bir İsveç gezisi düşünüyorum. Üyelerimiz görsünler, eloğlu nasıl çocuk yetiştiriyor. Biz çocuk deyince ilk önce pabuç geliyor aklımıza. Oysa çocuk pabuçsuz da büyür... Eğer pabuç lazımsa bizim takunyalar ne güne duruyor. Doktor Şol takunyalarının bizimkilerden ne üstünlüğü var! İşin en önemli yönü çocuğun pabuca değil, eğitimi, ahlaken gelişmesi ve üstün moral sahibi olması.»
0 Responses