Murat Çetin
Hodri meydan işte; açık oynayın oyununuzu
Haraca kestikse şehri; ne olmuş yani?
Dökün kursağımzdakini, atın zarınızı, sürün kozunuzu.
Kodamanlar, aynasızlar, o biçim mangır babaları
Adalet kürsüsünün keçi sakallıları
Hep bu yolun yolcusu, ortağımız değil mi?
İndirmediler mi ceplerine yüzde ellileri!
Carl Sandburg

Capone eski bir geleneği izlemişti: Ceza infazından önce şölen! Sicilyalılar kendilerini koruyacak durumda değildiler. Bütün konuklar gibi onlar da tabancalarını vestiyere bırakmışlardı.

1880 yılında ülkelerinde başlayan büyük göç hareketinden itibaren sürüler halinde Amerika'ya gelmeğe başlayan yoksul ve genellikle okumamış İtalyanlar, yeni ülkelerine uymakta çok büyük zorluklar çekmekteydiler. Gelenlerin çoğunluğu Güney İtalya’lı contadini ve artigiani —yani, köylüler ile küçük zanaatçılardı; kendi aralarında yaşamayı yeğ tutuyor, yabancılara karşı çekingen ve güvensiz davranıyorlardı. Yıllar yılı, bir yandan düşman orduları bir yandan da kendi köy ağaları tarafından ezilmiş olduklarından her türlü yetkinin ve yetkilinin karşısındaydılar. Politikacılarla polisleri en baş ve en tabii düşman olarak görüyorlardı. Kanunların da varlıklıları korumak, yoksulları ezmek için yapıldığına inanmışlardı. Herhangi bir devlet kuruluşunda çalışmak demek, rahat hırsızlık yapabilmek için izin demekti onlara göre. O zamanın İtalyan göçmenleri için önemli olan aileye ve kendi gruplarına bağlılıktı her şeyden önce. Yeni geldikleri ülkeye bağlılık ikinci derecede kalıyordu.
Bu yüzden, yeni topluma karşı girişilen kanunsuz davranışları, işin içinde haraççılık, haydutluk bile olsa, kınamazlardı; hatta çoğu zaman kendi grubuna ve ailesine bağlı kalan bir kanun kaçağına yiğit gözüyle bakarlardı.

Büyük umutlarla geldikleri, «taşı toprağı altın» sanılan yeni dünyada uğradıkları düş kırıklıkları, karşılaştıkları güçlükler, düşmanca davranışlar, İtalyanların kendi aralarında yaşama eğilimini daha da artırmıştı. Resmi bir eğitim görmemişlerdi, yaşadıkları ülkenin dilini doğru dürüst bilmiyorlardı; o zamana kadar yaptıkları işlerse, tarım işçiliği, küçük esnaflık ve zanaatçilik olduğundan, şehre geldiklerinde bulabildikleri işler ancak en düşük ücretli olanlardı. Hendek kazıyorlar, taş kırıyorlar, inşaat işçiliği yapıyorlar, boru döşeme, tren yolu döşeme işlerinde çalışıyorlar, ya da el arabalarıyla sokak sokak dolaşıp satıcılık, işportacılık yapıyorlardı. Kimi de Gabriel Capone gibi manavlığı ya da berberliği deniyorlardı. 1910 yılında New York'da çalışan ortalama İtalyan erkeği haftada 9.71 ile 11.28 dolar arasında kazanıyordu, yani aynı işi gören yerlilerden 2 ila 4 dolar daha az.

İtalyan göçmenleri, oğullarının, torunlarının bile başına dert olmağa devam eden bir inancın kurbanıydılar. Çok yaygın olan bu inanca göre, İtalyanlarda doğuştan suç işleme eğilimi vardı. Aslında, karşılaştıkları güçlükleri düşünecek olursak, işledikleri suç sayısının şaşılacak kadar az olduğunu görürüz. Bulabildikleri biçimsiz, adi, çok düşük ücretli işleri tevekkülle, onurla kabul edip yaparlardı.

Bununla birlikte, genç kuşak İtalyanlarının tevekkül içinde oldukları söylenemez.
Dünyanın en varlıklı ülkesinde yoksul büyüyen, sözde herkese açık olan eğitimsin toplumsal ve ekonomik olanakların kendilerine kapalı olduğunu gören gençler, duruma ana-babaları gibi sessizce boyun eğmediler. Kendi değer ölçülerini geliştirmemişlerdi henüz; ama ana babalarının eski ülkeden getirdikleri geleneklerin de Amerika'da işe yaramayacağını anlamışlardı. Bazıları, mutlu, rahat bir yaşama ancak kanunsuz yollardan gidilebileceğine inanan küçük bir azınlık, profesyonel katillik, bombacılık, zorbalık, muhabbet tellallığı, işçi haraççılığı, kumarhanecilik, yasak içki yapımı gibi işlere karıştılar.

Toplumsal durumu ne olursa olsun, Sicilyalı, Napoli asıllı yurttaşına karşı güvensiz davranıyor; Romalı, Kalabriyahlara işi düştüğünde tetikte oluyordu. Kanunsuz yaşayanlar arasında bu ayırımlara daha da çok dikkat edilmekteydi. Örneğin, Sicilya kökenli Mafia örgütü, 1930'lara kadar Sicilyalı olmayan herkese kapalı kalmıştı.

Amerikalı İtalyanlar arasında kendi toplumuna bağlı kalma eğilimi o denli ileriydi ki, kişilerin hayattaki yollan ne kadar ayrılırsa ayrılsın birbirleriyle ilişkilerini kesmezlerdi ömür boyunca. Bir gangsterin cenazesinde tabut taşıyanlar arasında ceza yargıçlarının ya da eyalet savcılarının bulunması, ya da emekliye ayrılan yüksek bir memur onuruna verilen yemekte polis komiserleriyle esrar satıcılarının yanyana oturduklarının görülmesi bu yüzdendir işte.

Al Capone tipik İtalyan asıllı bir Amerikalı değildi; yabancı asıllı olmaktan özel bir gurur duymazdı çünkü. Basında, doğum yeri olarak Napoli ya da Sicilya verildi mi kızar, «Ben İtalyan falan değilim,» derdi. «Broklyn'de doğdum ben!» Doğum tarihi, 17 Ocak 1899'du.

«Kimseye rapor falan etme,» dedi Al. «Ama söyle o köpoğlu köpeğe, erkekse parmaklığın bu yanına gelsin de canına okuyayım.»
Olaydan bir süre sonra, kendini beğenmiş İtalyan piçinin davranışını çavuşuna anlatan onbaşı şöyle demişti: «Bu çocuk esaslı bir bahriye subayının eline düşse, iyi yönetilse, donanmaya çok yararlı bir adam olabilirdi. Böyle bir şey olmaz da ortalıkta kalırsa, er geç kanunsuz biri keşfedecektir bunu, ve günün birinde adını duyuracaktır dünyaya.»

Tartışma, pazarlık, birleşme gibi yöntemleri yeğ tutardı. Haraççılıkta herkesin yüzünü güldürecek kadar kazanç vardı; yaralanmayı, ölümü göze alıp savaşacak yerde kardeş payı yapılsa daha iyi olmaz mıydı? Bu tutumu aslında, yüzyılın İkinci yarısında yönetimi ele alacak olan daha aklı başında çete liderlerininkine yakındı.

Ne kadar çok ve değişik yabancı kökenli vatandaş olursa, sokak çetelerinin sayısı da ona göre artıyordu elbet. Yerinden yurdundan olmuş bir sürü ailede başgösteren düzensizliğin bir belirtisiydi bu. Söz konusu ailelerin çoğunluğu küçük kasabalardan ya da köylerden göçmüşlerdi buralara. Bırakıp geldikleri yerlerde toplum yaşantısı dengeli, kurallar, sınıflar kesinlikle belirliydi; gelenekler, örf ve adetler çok eskiden yerleşmiş ve hiç bir zaman itiraza uğramamıştı. Herhangi bir aile reisinin karşılaşabileceği bütün sorunlara, eskiden kalma, denenmiş, beğenilmiş çözüm yolları mevcuttu. Ama, kocaman ve durmadan daha da büyüyen, durmadan değişen, binbir ayrı dil konuşan grupların akın akın geldiği, değişik kökenlilerin birbirine girdiği Amerikan kentinin girdabında, eski, alışılmış standartlar işe yaramıyordu artık. Şaşkına dönmüş olan ana babalar, çocuklarının yeni yeni ihtiyaçlarını karşılamak şöyle dursun, bu ihtiyaçları anlamıyorlardı bile; bunun sonucu olarak da otoritelerini yitirmekteydiler. Her dediklerine sessiz sedasız boyun eğmiyordu artık çocuklar, kontrolden çıkmışlardı. Çocuklar bu yeni ülkenin dilini ve de acaip adetlerini öğrenip, anababalar hala inatla eski dünyadan getirdikleri değerlere yapışmakta ısrar ettikçe, iki kuşak arasındaki ayrılık daha da büyümüştü.

Bu gibi evlerde kışın donar, yazın sıcaktan boğulurdunuz; yaşam mücadelesinden serseme dönmüş, bunalmış büyükler sürekli bağırırlardı birbirlerine, ya da en olmayacak nedenlerden ötürü çocuklarını döverlerdi.

Sokak çetesine katılmak bütün bunlardan kaçmak, kurtulmak demekti bir yerde. Sokak çetesi demek özgürlük demekti. Baskı altına alınmış, genç enerjilere çeşitli çıkış olanakları sağlayabiliyordu sokak çetesi.

En üstün heyecanı veren (aslında çetenin iç birliğini sağlayan en önemli eylem) çeteler arası savaşlardı. Her çetenin kaptanı, mahallenin bir iki sokağını öz malı ilan eder, seçilen sınırlardan içeri adım atmağa kalkan karşı çetelere savaş açardı. Kimi zaman da, karşı çetelerden birinin bölgesine baskına gidilirdi.

Politik bakımdan yararlı olmayan hiç bir gang liderinin uzun süre başta kalamayacağını herkes bilir.

Sicilyalılar Birliği'nin az çok namuslu olan öteki üyeleri, (ki bunların arasında yargıçlar, iş adamları, eyalet ve belediye yönetiminde bulunan kişiler vardı), gangsterlerin, Birliği nasıl kötüye kullandıklarından habersiz görünürlerdi. Özel yaşantılarında kaydettikleri ilerleme ve başarıları genellikle Birliğe borçlu olduklarından, onu tehlikeye sokmaktan kaçınırlardı tabii.

Normal olarak kinci bir insan olan Capone, nedense Gallucio'yu bağışladı. Birkaç yıl sonra, kendisine kolay ve çabuk hayran kazandırdığını iyi bildiği yürekli jestlerinden birini yaparak, Gallucio'yu haftada yüz dolar ücretle yanına fedai aldı.

Gerçekten de İtalyanlar, kelimeyi bile ağızlarına almaktan çekinecek kadar korkarlardı Mafia'dan

Cinayete yardım suçundan onunla birlikte tutuklanan Bruno Nordi ile karısı sanık aleyhinde tanıklık yapmayı kabul ettiler nasılsa. Nordi, tanık sandalyesine oturduğu anda duruşma salonuna giren bir adam, elindeki kırmızı mendili havada şöyle bir sallayıp ortalıktan kayboldu. Bu olaydan sonra, ne Nordi ne de karısı, bütün ısrar ve ikazlara rağmen ağızlarını açmadılar. Mahkeme, delil yetersizliğinden dolayı dağıldı.

Bu arada, Ak El Derneğinin üyeleri de birer ikişer ayrılmağa başladılar; boş yere bir sürü para harcamak işlerine gelmiyordu açıkçası. Öte yandan, daha aşağı tabakadan olan İtalyanlar da, vatandaşları arasında cürümün alıp yürümüş olduğunu açık açık itiraf etmekle, kendilerine de leke sürüleceğinden çekinmeğe başladıklarından, Ak El’i desteklemekten kaçınıyorlardı. Yerli Amerikalılara gelince, onlar zaten hiç bir zaman desteklememişlerdi Ak El'i. Kara El'in akıl almaz vahşiliği yalnızca İtalyanları hedef almağa devam ettikçe, kim kimi öldürmüş onlara neydi!

Smith, işgal gecesinin sonunda, bütün düşmüş kadınları kurtarması için Tanrı ya yüksek sesle yalvardı. Olayın doğurduğu ilk sonuç, din adamının umduğu değildi ne yazık ki. Büyük yürüyüşe katılan gençlerin çoğu, Smith'in peşine takılıp gelmeseler, belki de bu «günah yuvası»na adımlarını bile atmayacak olan delikanlılar, gelmişken yasak meyvalardan tatmak hevesine kapılıp çeşitli genelevlere daldılar. Genelevler mahallesi o geceki kadar uzun ve sıkı çalışmamıştı hiç bir zaman.

400 sayfalık Komisyon raporunda kentin genelevleri bir bir sayılıyor, bunların akıl almaz kazançları belirtiliyordu. Normal olarak her şeye omuz silken, çevre bilincine sahip olmayan halk bile yerinden fırladı rapor kamu oyuna açıklanınca, Basında da reformun gerekliliğine ilişkin heyecanlı yazılar çıkmağa başladı.

1912 yılının ekim ayında, Levee'ye karşı geniş kapsamlı bir saldırıya girişti. Daha ilk günden kapatılan evlerin, tutuklanan kişilerin sayısı epey kabarıktı.
Bunun üzerine, en belli başlı genelev sahipleri de kendi aralarında bir komite kurdular.
Colossimo komite başkanı seçildi; Cafe Colossimo'da yapılan bir toplantıdan sonra harekete geçen genelevciler, reform çalışmalarını geçici bir süre için de olsa, tamamen durdurdular.
Efendilerinin buyruklarını harfi harfine yerine getiren genelev fahişeleri, en parlak, en çiğ renkli giysilerini giyip, takıp takıştırıp, sürüp sürüştürüp, şehrin en gözde semtlerine dağılıverdiler. En adi kırıtmalar, en akıl almaz gürütülerle, en sessiz, en pahalı lokantaların en gözde masalarına yerleştiler, en lüks otellerde oda tutmağa kalkıştılar, hatta özel evlerin de kapılarını çalarak oda kiralamağa çabaladılar... Bunun üzerine, Ahlak Komisyonunun en amansız üyeleri bile, Levee'yi birden bire kapatmanın yanlış bir davranış olabileceğini kabul ettiler, ve bir süre için baskınlara ara verildi.

Yeni komiser amansız bir enerjiyle Levee'de temizliğe girişti. Öyle ki, kıdemli bir genelevci, «Ömrümde reform da gördüm reformculuk da, ama doğrusu böylesini görmedim. Sahiden sonuç almak niyetindeymiş gibi davranıyor bu herif, baksanıza» demişti.

Koca Bill'in seçim kampanyası sırasında verdiği her söz, verdiği başka bir sözü geçersiz kılmaktaydı. Tutumu, konuşmayı yaptığı mahalleye bağlıydı. Dört ay önce Avrupa'da savaş başlamıştı; Koca Bili, Almanların çoğunlukta olduğu mahallelerde konuştuğunda, sözleri «Kaiser Bill’inkilerden farksızdı. Öte yandan, Almanlardan nefret eden Polonyalıların mahallesine gittiğinde, «Alman adayı Sweitzer»i kötüleyen el ilanları dağıttırıyordu; Protestan mahallelerinde, Sweitzer'e oy verenin Papaya oy vermiş olacağını savunuyor, İrlandalıların mahallesinde İngilizlere küfrediyor, yerli Amerikalı seyirciler karşısında Amerikan bayrağına sarılıp George Washington'dan söz ediyordu. Reformcu gurupların karşısına çıktı mı, kumarı yasaklayan kanunları harfi harfine uygulayacağına söz veriyor, kumarbazlara da şehirde her türlü oyunun serbest bırakılacağı konusunda teminat veriyordu. İkinci Bölge'de çoğunlukta olan zencilere verdiği sözlerde «Zar mı atmak istiyorsunuz?» diye soruyordu. «Atın tabii, ne çıkar? Ben belediye başkanı olursam, polisin ciddi işleri olacak, üç beş arkadaşın bir araya gelip zar attığı masum toplantıları basmakla geçirmeyecek vaktini...»

En bellibaşlı genelevciler, eskiden işlettikleri büyük, basılması kolay evlerin, yerine, çeşitli mahallelerde, küçük «randevu yuvası» işletmeğe başlamışlardı artık. Fahişeler müşterilerini, gene genelevcilerin işlettiği dansiglerde, meyhanelerde ayarlayıp bu apartman dairelerine götürürlerdi.

İşin tuhafı, şudur ki, ömründe yakından ilişki kurduğu tek namuslu kız, Koca Jim'in yıkımına neden olacaktı. Çünkü yeraltı çevrelerinde, bu tür duygusal bir zayıflık, açık açık isyana teşvik demekti. Söylentiler hemen yayıldı: «Koca Jim yumuşuyor. Koca Jim'de iş kalmadı» demeğe başladı herkes. Zorba şantajcılar, yeniden isteklerde bulunmağa başladılar hemen. Bu sefer Colossimo savaşa falan kalkmadı; kuzu kuzu ödedi istenilen korkunç meblağları. Anlaşılan, aynı zamanda Dale'i de tehdit ediyorlardı adamlar. Ölünceye kadar Koca Jim'in peşini bırakmadılar

Hamamcı John, o sırada Cumhuriyetçi Partiden belediye meclisi üyesi seçilmiş olan Yargıç Lyle'ın da tabut taşıyanlar arasına katılmasını rica etmişti.
Yargıç kabul etmedi. Bunun üzerine onu ikna etmeğe çalıştı Hamamcı: «Jim hiç de fena bir insan değildi, Lyle,» diye yalvardı. «Biliyor musun ne yapmıştı bir keresinde? Eski bir çiftlik alıp, dayadı döşedi. Fazla yıpranan genelev fahişelerini dinlenmeğe yollardı oraya. Kendilerini toparlayıncaya kadar orada kalmalarına izin verirdi, hem de bir kuruş bile almazdı karşılığında.»
«Aman ne güzel,» diye karşılık vermişti Lyle. «Ama şimdi Koca Jim öldüğüne göre, kim yönetecek bu sağlık yurdunu?»
«Çoktan sattı, canım,» dedi Hamamcı. «Kızlardan bazıları kendilerine geldikten sonra kaçıp gittiler. Jim bozuldu haklı olarak. Şükran duygusu diye bir şey yok ki bu orospularda!»

Illinois Crime Survey dergisi, cürümle politika arasındaki ilişkiyi şöyle açıklıyordu: Demokratik bir rejimde, politik güç, arkadaşlığa dayanır. Bir adam dostunuzdur; yalnızca size karşı iyi davrandığı için değil, gereğinde kendisine güvenebileceğiniz için, nereye olsa peşinizden geleceğini, sözünde duracağını bildiğiniz için.
Bizim ırmak kıyısı bölgelerimizde, ve de orta halli insanların yaşadığı hemen her yerde, feodal bir ilişkidir politika. Feodal sistem, kanunlara değil, kişisel bağlılıklara dayanan bir sistemdi. Bu nedenle, politika da, feodal bir sistem olma eğilimindedir. Çete düzeni de feodal bir düzendir —yani, kişisel bağlılıklara, arkadaşlıklara, her şeyden çok da, kişinin güvenebilirliğine dayanır. İşte bu yüzden, politikacılarla cürüm çeteleri birbirlerini çok iyi anlarlar; ve çoğu zaman da, her ikisinin çıkarına, kamu zararına anlaşmalara girerler.

Politika, özellikle bölge politikası, kanunları yapan, tanımlayan dünyadan çok daha küçük, çok daha içli-dışlı bir dünyada yürütülür. Hükümet eşit, tarafsız, biçimsel olmayı amaçlar. Oysa dostluklar, hükümet tarafsızlığına ters orantılıdırlar; hükümet de öte yandan, dostluk bağlarını koparmak çabasındadır. Profesyonel politikacılar, dost ve komşularının yaşamında önemli noktalar oluşturan olaylara (ad koyma törenleri, düğünler, cenaze törenleri gibi) katılmanın ne denli yararlı olduğunu bilirler. İçlerinde en ufak bir gerçek duygu yoksa bile yaparlar bunu. Özellikle büyük cenazelerde, politik patronun boy göstermesi demek, merhum ile arasındaki arkadaşlığın gerçekten içten, gerçekten yakın olduğunu tanıtlamak demektir; bu da geride kalanların ona tanı bir bağlılık göstermelerini sağlar.

yeraltı geleneklerine göre, öldürülen bir gangsterin yalnızca dostları değil, aynı zamanda düşmanları da, özellikle kendisini öldüren ya da öldürtenler de, pahalı birer çelenk göndermek zorundaydılar.

Banion, Weiss ve «Dolapçı» Vincent Druccfnin parmak izleri, soyulan Parkway Çayhanesinin kasası üzerinde bulundu. Duruşmaları yapıldı, jüri suçsuz olduklarına karar verdi. Kendinden emin bir havayla duruşma salonundan çıkan O'Banion, gazetecilere, «Küçük bir dalgınlık yüzünden başımıza geldi bütün bunlar. Hymie, kasanın üzerindeki izleri silecekti güya. Unutmuş..»

O'Banion'un genel kurmayındaki canilerin herbiri, kendilerine göre özellikleri olan kişilerdi. Örneğin, anası babası polonyalı olan Hymie Weiss (asıl adı: Wapiecheeski), gang dünyasının en gözde cinayet metodlarından birini icat etmiş, adını da kendisi koymuştu —«gezmeğe götürmek».— Öldürülecek olan kişi, arabanın ön kısmına, şoförün yanına oturtulur, böylece ensesi, arkada oturan katilin kolayca uzanabileceği bir durumda olurdu. Gangsterler, küçük beynin en ideal kurşun hedefi olduğuna inanırlardı, çünkü buraya sıkılan kurşunun «yol değiştirmesi» ihtimali hemen hemen hiç yoktu. Araba tenha bir yola geldimi, katiller tetiği çekerler, arabanın kapısını açtıkları gibi kurbanı dışarı atarlardı.

Araba Dizisi sistemini icat etmişti— örneğin birbiri ardından gelen yarım düzine arabanın içindeki nişancıların, kurbanın evinin önünden geçerken binayı taramaları sistemi yani.

«Geçici Pusu» olarak adlandırabileceğimiz bu teknik şuydu: öldürülecek olan adamın sık sık gittiği bilinen bir adresin çok yakınında bir daire kiralanır, tüfek elde, pencerede nöbet tutulur, kurban, tüfeğin atış zaviyesine girdiği anda kurşunlar yağdırılır.

Genna kardeşlerin içkileri ne kadar zehirli olursa olsun, Taylor Sokağındaki imalathanenin üretimi, ihtiyacı karşılamaktan çok uzaktı. Bu soruna bulduk lan çözüm yolu ise, bölgenin ekonomik durumunu temelden değiştirdi. Yüzlerce mahalleliyi, evlerirım ya da dükkanlarının mutfağına, küçük boy, bakır imbikler yerleştirmeğe ikna ettiler. Hepsine, belirli miktarlarda mısır şekeri dağıtarak, bundan nasıl alkol elde edileceğini öğrettiler.

D’andrea'nın South Ashland Caddesi 902 numaradaki apartman dairesinin karşısındaki dairede oturan Abraham Wolfson adlı bir adam Kara El mektubu tipinde bir dizi mektup aldı. İlk mektupta, «O başkalarını öldürdü, biz de aynı şeyi yapacağız» deniliyordu.
İmza yerinde de, «Öcümüz alınacaktır» yazılıydı. Daha sonraki bir mektup şöyleydi: «On beş gün içinde taşınacaksın. Binayı bombalayıp bütün D’andrea ailesini öldüreceğiz. O birçok insan öldürdü, biz de aynı şeyi yapacağız. Şakamız yok. Taşınırsan birçok hayat kurtarmış olacaksın.» Wolfson mektupları D’andrea'ya gösterdi ve alelacele taşındı.
11 mays 1921 gecesi, D’andrea'nın karısı ile kızları evde olurlar, kendisi de mahalle kahvelerinden birinde kağt oynarken, evin yakınındaki bir çıkmaz sokağa bir araba yanaştı. Arabadaki üç adamdan ikisi inerek,bodrum pencerelerinden birini zorlayarak açtılar, buradan kömürlüğe, kömürlükten de Wolfson'un artık boş olan dairesine geçtiler. Giriş kapısına bakan bir pencereye yerleşip beklemeğe başladılar. Bir süre sonra, fedailerinden Joe Laspisa'nın sürdüğü arabası içinde geldi D’andrea, Laspisa, efendisinin merdivenleri tırmanıp, giriş kapısının önündeki mermer sahanlığa çıkışını gözleriyle izledikten sonra, gaza bastı. D’andrea giriş kapısına yaklaşırken iki tüfek birden ateşlendi.

Duruşmada tanıklık yapan bir eğitim komisyonu üyesinin ifadesine göre, okul kitapları için ödenen fahiş fiyata, halk adına itiraz edildiğinde, Lundin şu karışlığı vermişti: «Halkın canı cehenneme! Suyun başında biz varız şimdi, doyasıya içeceğiz tabii.

Çete reislerinin özelliği olan bu eli açıklık, yalnızca kendi ailelerine karşı değil, bütün dost ve vatandaşlarına karşı olan bu eli açıklık, yoksul göçmenlerin Torrio gibi adamlara derin bir hayranlık beslemelerine yol açıyordu. Illinois Ağır Ceza Derneği Baş Dedektifi John Landesco bu konuda şöyle demişti: «Çevrelerindeki cahil, yoksul, zavallı, çok çalışıp az kazanan kişilerin gözünde neden toplum düşmanı sayılsın bu adamlar? Mahallenin başarıya ulaşmış gençleri onlar

«Soyguncu, haraççı, kabadayı, içki kaçakçılarının eski mesai arkadaşı Tim Murphy, on üçüncü bölge seçim toplantısında, adamlarının birini öven bir konuşma yaptığı zaman, o adayın seçilme şansı artar. Neden artmasın, sahnede Murphy'nin yanıbaşında bir papaz oturmuyor mu? Kendini bilmezin biri, «Posta soyguncusu dedikleri Tim Murphy bu mu?» diyecek olsa, son derece kızgın bir karşılık alır kuşkusuz. Çünkü, gangsterleri başarı ölçüsüne göre yargılayan cahil bir göçmenin kafasında Murphy'nin posta soyguncusu olduğu sadece kuşkudur; sonra, «öyle bile olsa bana ne zararı dokundu bunun?» diye düşünür.

Kamuoyu karşısında durumu kurtarmağa çalışan Belediye Başkanı Klenha, söylenenlerin çok abartılmış olduğunu iddia etmekteydi. Cicero, Chicago'dan beter değildi dediğine göre; iki şehir arasında doğru dürüst bir sınır bile yoktu ki zaten! Buna karşılık olarak, Chicago'lu bir hazır cevap, «Burnunuza barut kokusu geldi mi, Chicago - Cicero sınırını aştınız demektir»

Şurası kuşkusuz ki, hiç kimse Guzikin yanına gidip, «merhaba yağh parmak» dememiştir. Gangsterlerin birbirlerine, «Dümenci», «Bücür», «Patates» gibi adlarla hitap ellikleri yalnızca filimlerde görülmüştür. Zaten, bu gibi adları gazeteciler takar, kendi yazılarında kullanırlardı. En parlak takma adların Chicago Tribune muhabirlerinden James Doherty ile Chicago Daily News muhabirlerinden Clern Lane tarafından, fazla iş olmayan nöbet gecelerinde uyduruldukları söylenir.

Bu bakımdan, o ayrılınca, bizim işler biraz ters gitmeğe başladı. Birçok işlerin içyüzünü biliyordu, çok yormağa başladı bizi. Yapılacak tek şey kalmıştı bu durumda: parlak bir cenaze töreni.»

Ceza evine girdikleri gün, Yirminci Bölge patronu Morris eller, şerif Peter Hoffman'a şöyle demişti: «Çocukla ra iyi bak.» Söz konusu çocuklar da, iyi bakılacaklarından emin olmak için, cezaevi müdürü, eski polis komiseri Wriestbrook'a ve çeşitli başka memurlara tam yirmi bin dolar para yedirmişlerdi. Bir gün, american gazetesinden gelen bir muhabir, Druggan ile röportaj yapmak istedi. «Mr. Druggan bugün gelmedi,» diye cevap verdi gardiyan. Bunun üzerine, gazeteci, Lake'i görmek istedi. «Mr. Lake'in de şehirde randevusu var. akşam yemeğinden sonra ikisi de burada olurlar.» karşılığını aldı.
Şaşkına dönen muhabir, durumu gazetenin yöneticisine anlatınca, meseleyi türlü yanlarıyla inceleyen bir yazı dizisi istendi kendisinden. Druggan ile lake'in paralarını yiyemediklerinden dolayı bozuk olan bir bölük cezaevi personeli her şeyi olduğu gibi anlattılar. Gangsterler istedikleri gibi girip çıkıyorlardı cezaevinden.

Torrio, zamanının çok ilerisinde, bir caniydi. kendisinden ancak çeyrek yüzyıl sonra egemen olacak gangsterlerin; yani, kişisel düşmanlıklarla, düellolar la uğraşmayan, ancak çok gerekli olduğu zaman cinayete tenezzül eden; o zaman da, bu işi kendisiyle ilişkisi hiç bir zaman anlaşılmayacak biçimde en uç adamlarına gördüren, şirket avukatlarının rehberliğinde, kanunsuz yollardan edindiği kazançları kanuni yatırımlarda kullanan, sonunda mültimilyoner olup, toplum içindeki yerini namuslu bilinen iş adamlarının ki kadar sağlamlaştıran organizasyon gangsterlerinin stilini taa o zamanlar icat etmişti.

Hiç bir zaman Mafia üyesi olmamıştı; ama geleneksel Mafia Babalarının takındığı tavrı sürdürürdü. kimi zaman, sadakat duygusu, kişisel çıkarlarını bile ikinci derecede bırakırdı. Örneğin, 1926 yılında, Hymie Weiss'la aralarında sürüp giden can sıkıcı çatışmaya bir son verme fırsatı eline geçmişti. Yıllardır bir türlü yatışmayan Polonyalı, bir tek şartla geçmişi unutmayı kabul etmiş, Capone' dan anselmi ile Scalise'yi kendisine teslim etmesini istemişti. Capone, «Sokaktaki köpeklere bile böyle bir kötülük yapmam ben,» diye karşılık verdi.

Capone'un adamlarında görülen disiplin, birbine bağlılık ve takım ruhu, o güne kadar yalnızca o'Banion çetesinin üyelerinde görülmüştü. Her iki çetenin bu ruhu (*) yaratan, liderlerinin, kanun adamları katındaki akıl almaz kuvvetiydi.

Başkan amatuna'nın yönettiği kampanya en çok küçük İtalya'daki göçmen ailelerine hitap ediyordu. kapı kapı dolaşanlar, Butün Sicilya kolonisinin adını temize çıkarma çabasında olduklarını ileri sürüyorlardı para isterken; ama çete liderlerinin bu işle ilgilenmelerinin nedeni başkaydı. adamlarını kanuna karşı korumak zorunda olduklarını, yoksa güçlerinin Büyük bir kısmını kaybedeceklerini biliyorlardı

Chicago irlandalıları arasındaki klan bağları, italyanlar arasındakiler kadar sıkıydı genellikle; aynı mahallede Buyümüş olan irlandalı gang sterlerle politikacıların, arkadaşlıklarını ömür boyu sürdürmeleri bu yüzdendi.

Büyük jürinin aslında hiç bir şey yapmamış, dişe dokunur tek bir söz etmemiş olması kamuoyunda Bu yük gürültülere neden oldu. Bunun üzerine, Crowe, ağır Ceza Mahkemesi Baş Yargıcı Thomas J. lynch' ten ikinci bir özel jüri toplamasını istedi. Gerek Mc Swıggın cinayetinde, gerekse kısa bir süre önce ya pılmış olan ön seçimlerdeki hile iddialarında aydınlanması gereken noktalar olduğunu ileri sürüyordu bunu isterken. Yani, yeni kurulacak jürinin görevlerini de böylece dağıtarak, dikkatleri asıl sorundan ayırmayı başarmıştı Crowe.

Bu arada çenesi açılan Capone, Crowe'u çok zor durumda bırakan bir şey daha kaçırdı ağzından. «Mc Wiggin'e para verdim,» dedi. «Tabii ya, bol para verdim ona, paramın karşılığını da aldım.»

Capone ile adamı, kahvelerini yudumladıkları sırada, dışardan hızla geçen bir otomobil gürültüsüyle, makinaiı tüfek patırtısı işittiler. araba geçtikten sonra hüküm süren sessizlikte, lokantanın öteki şaşkın müşterileriyle birlikte kapıya koştular. Hiç bir yerde kurşun izi yoktu. Boş kovan atılmıştı çünkü. rio hemen anladı durumu Capone'u kapıya çıkarmak için kullanılan bir oyundu. Kendisini boylu boyunca yere atarken Capone'u da üstüne çekti. Tepelerinden yüzlerce kurşun uçmağa başladı, duvarlar delindi, camlar, tabaklar kırıldı.

(«dürtükleme», çete reisleri arasında çok sık uygulanan bir psikolojik savaş yöntemiydi. asılsız ama yıpratıcı dedikodular çıkartmak esasına dayanıyordu. diyelim ki A, B'yi tepelemek istiyor, ama açık açık saldırıya geçmek ten çekiniyor, tutup C'ye, B'nin kendisi hakkında çok kötü konuştuğunu söyler ve C'nin B'yi tepelemesine yol açabilir; ya da gazetelere, B hakkında C'yi çok kızdıracak bir haber verebilir.)

Her türlü reforma karşı olduğunu, hiç sıkılma dan, hiç utanmadan ilan ediyordu Thompson. «atlas okyanusunun ortasında olsaydım bu kadar yaş olamazdım,» diyordu belediye başkanı adayı. «Seçilirsem, bu heriflerin (dever ve adamlarını kastediyordu) kapattığı bütün yerleri açacağım gibi, 10 bin tane de yeni meyhane açtıracağım, tamam mı? Bu söyledikleri Capone'u öylesine memnun etmişti ki, Thompson seçim kampanyasına bin dolar bağışladı. Ve onun yararına, bildiği her türlü rüşvet ve terör yöntemini uyguladı.
«oyunuzu erken verin, sık verin» sloganını onun çıkardığı söylenir.

Mussolini'nin iyi niyet elçisi olarak, Santa María II adlı uçağıyla dünyayı dolaşan, italyan Hava kuWetleri komutanı Francesco de Pınedo o gün Chicago'ya geldi. Grants Parkının hemen yanında Mıc hıgan Gölü üzerine inen uçağı karşılayan resmi komi te üyeleri şunlardı: italyan konsolosu italo Canini, şehrin Fascısta lideri Ugo Galli, Gümrük Müdürü anthony Czarnecki, altıncı Hava kuWetleri Subayla rı, Belediye Başkanı Thompson'un özel temsilcisi Yar gıç Bernard Brassa ve al Capone. kıyıya çıkan de Pinedo'nun elini sıkanlar arasındaydı Capone.

Belediye Başkanı Chicago'ya döndüğünde, yeniden Thompson kliği içinde yerini bulmuş ve buraya iyice yerleşmiş olan eyalet Savcısı Crowe ona övgüler yağdırmağa başladı: «Büyük bir insan, gerçek bir amerikalıdır o. Benim yaşadığım süre içinde, Chicago'ya onun kadar yararı dokunan başka bir insan olmamıştır. Yaptığı bu son gezi sayesinde, Chicago'yu yalan yanlış eleştirenlerin bazı bölgelerde yaratmış olduğu önyargıları da silip süpürmüştür.»

Bugün de, ingiltere'de bir kadından bir mektup aldım. orada bile beni goril sanıyorlar, düşünün. karı mektup yazmış, diyor ki, oraya gidip, durmadan kavga ettiği komşusunu öldürürsem, gidiş geliş yol paramı verecekmiş... işte bunlarla uğraşıyorum gün boyu. Neden? Halkın istediği bir şeyi halka sağlıyorum da ondan. Zorla mı satıyorum bu zık kımı sanıyorsunuz? Ne gezer. Siparişleri bile karşıla yamıyorum.
«içki yasağına karşı geliyormuşum. Geliyorum, evet, bu yasağa karşı gelmeyen var mı sanki?
Yemek ten önce kokteylini içip, yemekten sonra sayısız viski yuvarlayan adamla benim aramdaki tek ayrılık, benim yaptığım işin çok daha tehlikeli, çok daha rizikolu olması. Yoksa, o da en az benim kadar kanuna aykırı davranıyor.»

karakolda, Capone'u kapattıkları hücrede iki ser seri vardı. «Neyse borçları vereyim de atın şunları dışarı,» dedi Capone. «rahatsız oluyorum.» Tutuklandı ğı zaman cebinden çıkan üç bin dolar nakit paradan, iki serserinin cezasını ödemesini söyledi gardiyana.

Çok eski bir numaraya baş vuran Litsinger, elinde kapalı bir zarf salladı. «Noterden tastikli ifadeler var bu zarfın içinde, hepsi de koca orangutanın özel hayatı na dair.. okuyayım mı?» ağızları sulanan dinleyiciler, «oku, oku!» diye bağırdılar. Büyük bir soylulukla, «okumuyacağım,» dedi Litsinger; zarfı cebine yerleştirirken dindar bir havaya büründü. «O herifin dil uzatmağa kalktığı alman asıllı anam, yukardan, meleklerin arasından bana bakmakta.. Thompson gibisinin düzeyine düşeceğime, ölürüm daha iyi..»

Gangsterin kendini beğenmişliğinin de bu işte bir rol oynadığını kabul etmek gerek. Chicago Cürüm komisyonunun tanınmış başkanının şapka elde ricaya gelmiş olması son derece memnun etmiştir Capone'u. Çevresinde hayranlık yaratmak, insanlarda kendisine şükran borçlu kılmak isteğiyle yanıp tutuşurdu eski den beri.

kapıcılar Sendikası, Süt kamyonları şoförleri Sendikası ile işbirliği yapıyordu. Süt kamyonları şoförleri, fazladan kapıcı tutmayan apartman binalarının sütlerini getirmiyor, kapıcılar da, belirlenen süt dağıtım sirkatlerinden süt almayan apartmanlarda çalışmıyorlardı. asansörcüler derneği, habersiz işi bırakma ve dolayısıyla birçok kişinin binaların üst katlarında mahsur kalmalarına yol açma tehdidiyle, şehrin 25 gökdelenin sahibinden biner dolar dernek yardımı kesmeği becerdi.

o'Hare, birlikte iş yapmak zorunda olduğu adamlardan nefret ederdi ama, onlar aracılığıyla kazandığı büyük paralardan vazgeçmeğe gönlü razı olmazdı. «insan gangsterlerle işbirliği yaparak iyi para kazanabilir,» demişti bir keresinde. «onlarla kişisel ilişkiler kurmadığınız sürece başınız derde girmez. Fazla yakınlaşmamağa dikkat etmeli yalnız, o zaman korkacak bir şey olmaz.»

Fisher'in de katıldıkları bir aldatmaca sonucunda, Capone gazetecileri, fotoğrafçıları, meraklıları, ve tabii en önemlisi kendisini öldürmeğe kalka bilecek kişileri atlatarak gizlice çıktı cezaevinden. aldatmacada baş rollerden birini oynayan polisler, cezaevi çıkışında büyük bir alanı boşalttırmışlar, çevre sini iplerle kapatarak kimsenin yaklaşmasına izin vermemişlerdi.
Motosikletli polisler araçlarının yanında duruyorlar, elleri gidonda, ayakları pedalda, sanki her an harekete hazır biçimde bekliyorlardı. Yakındaki bir hava alanında, ufak, özel bir uçak, motorları çalışır durumda beklemekteydi. Pilot, Capone'u kuzeye götüreceğini söylüyordu soran gazetecilere. Cezaevi Müdürü Smith'in odasından belli aralıklarla haberler geliyordu: Capone kahvaltı yapmakta; yumurta yiyor...
Capone tedirgin... eyalet valisinin imzalaması gereken çıkış belgelerinin Harrisburg'dan her an gelmesi bekleniyor... aslında, Capone gideli çok olmuştu. Gerekli bel geler birkaç gün önce gelmiş, Capone ayın on altısın da, cezaevi müdürünün arabasıyla gizlice Graterford ilçesine kaçırılmıştı. Gangster, Philadelphia'nın kırk kilometre kadar kuzeybatısına düşen bu ilçede saklanmış, resmi çıkış tarih ve saatini, 17 mart, öğleden sonra dördü bekliyordu. adamlarından bazıları Graterford'a gelmişlerdi; gideceği yere onlar götüreceklerdi ünlü gangsteri. Saat akşam 8 de, Capone Chicago'ya doğru en az 350 kilometre yol almışken, cezae i müdürü kapıya çıktı. Sırıtarak, «atlattık sizi,» dedi bekleyenlere. «kuş uçtu. adamınız yerini buldu bile.»

Prairie Caddesindeki evin, ağır ahşap kapısı bir iki santim açıldı. Ralph Capone'un dokuz yaşındaki oğlu, eşikte duran gazeteciye baktı gözlerini kısarak.
«Babaannen nerde?» diye sordu gazeteci.
«Sokağa çıktı,» dedi çocuk.
«al amcanın yuvaya dönüşünü kutlamak için ne yemekler yaptı bakalım babaannen?» Bir yandan da elindeki şekerleme kesekağıdını hışırdatıyordu gazeteci.
«Cevizli spagetti yapacak... ama sana daha başka bir şey söyleyecek değilim. Başka gazeteden de geldiler, bir saat misket oynadılar benimle. doksan sent kazandım, ama ağzımı açmadım.» Ve kapı kapandı.

Gerçekten de cani olduğuna inanmıyordu Capone. kullandığı yöntemler, zamanın namuslu geçinen büyük iş adamlarının, örneğin milyonlarca vatandaşın, milyonlarca dolarını dolandıran borsa komisyoncularının, ya da işçi örgütlenme sine ön ayak olanları öldürten fabrika sahiplerinin, kullandığı yöntemlerden biraz daha sertçeydi, o kadar...

«kocamın gerçek kişilğini benden başka kimse bilmez,» diyecekti Mae Capone yıllar yıllar sonra, hem de çok parasız olduğu bir sırada, bir yayınevi sahibinin teklif ettiği elli bin doları reddederken... «o gerçek insana olan sevgim sonsuzdur. anısını her zaman temiz tutacağım...»
Yayınevi sahibi, ona Capone ile geçirdiği yılların hikayesini anlatsın diye teklif etmişti bu elli bin doları.

Bir süre önce, Capone aleyhine ne şehir, ne de eyalet yetkililerinin harekete geçme niyetinde olmadıklarına aklı yatan bir gurup vatandaş, Chicago daily News gazetesi yayıncısı Frank knox'un başkanlığın da Beyaz Saray'a kadar giderek, işe Hoover'in el koymasını rica etmişlerdi. Capone'un faaliyetleri arasın da, federal yetkililerin kovuşturma alanına girebilecek yalnızca iki şey vardı: içki dağıtımı ve vergi kaçakçılığı. Ömründe bir tek kez bile vergi beyanname si doldurmamıştı gangster. knox ve arkadaşlarının ricası üzerine, iki yandan saldırıya girişildi. doğrudan doğruya adalet Bakanlığına bağlı olan elıot Ness ile ekibi Capone'u mali bakımdan yıkma çabalarını sürdürürken, Ulusal Vergi dairesi ajanları da onu hapse göndermenin yollarını arıyorlardı.

Ness kendi kendinin reklamını yapmağa bayılırdı. Bu yüzden, her türlü baskın hare katını önceden basına bildirir; çoğu kez, ekibiyle bir likte Capone'a ait yerlerden birini basmağa geldiğin de, gazete fotoğrafçıları ondan önce gelmiş olurdu. Pek tabii ki, baskının gerektiği kadar etkili olabilmesini önlerdi bu durum.

Vergi dairesinde Capone hakkında açılan soruşturmayı Cumhurbaşkanı Hoover başlatmamıştı; ama bu soruşturmanın çok hızlı ilerleyebilmesi için elinden geleni yaptı. daha 1927 yılında, Ulusal Vergi daire si Uygulatma Burosu şefi elmer lirey, gangsterlere karşı kullanılabilecek önemli bir silah geçirmişti eli ne. o yıl, Manley Sullivan adlı bir içki yapım ve dağıtımcısı, kanunsuz yollarla kazandığı paralar üzerin den gelir vergisi ödemediği için hüküm giymişti. Gangster, kanunsuz kazançlar üzerinden vergi ödenemeyeceği, bu kazançları belirten bir vergi beyan namesi doldurmanın ise, anayasanın beşinci madde sine göre kişinin kendi kendisini suçlaması anlamı na geleceği gerekçesiyle Yüksek Temyiz Mahkemesi ne başvurmuştu. Yüksek Mahkeme Manley Sullivan'ın aleyhine karar verdi; «bir işin kanunsuz olması, o işten edinilen kazançların vergiye tabi olmayacağı anlamına gelmez,» deniliyordu kararda. kişinin kendi kendisini suçlamağa zorlanmayacağı konusunda ise, «kişinin suç işleyerek para kazandığı için devlet ve eyalete olan vergi borçlarını ödemekten kaçınması, ana yasanın beşinci maddesi kapsamına giremez. Beşinci Maddeyi bu biçimde yorumlamak, biraz ileri gitmek olur» denmişti.
Lrey, işte bu silahı, ilk olarak Chicagolu gang krallarına karşı kullanmağa karar verdi. ilkin Terry Druggan ile Frankie Lake'in sahibi oldukları Standard içki şirketi'ne el attı. Vergi dairesi, 1922-1924 yılları arasında ödenmemiş vergileri saptayarak, 615,917,83 doların hemen ödenmesi gerektiğini tebliğ etmişti zaten. Druggen ile Lake bu tebligata aldırış etmediler Ta ki, Yüksek Mahkeme ünlü kararını verene ka dar... o zaman etekleri tutuştu; elli bin dolarlık bir uzlaşma teklif ettiler. Bu teklifle birlikte gelir ve gider durumlarını gösteren bir de beyanname sundular. Vergi dairesi uzlaşmayı reddetti.

Başlangıçta al Capone da bir şey anlamıyordu olanlardan. on yıllık yağma dönemi boyunca krallar gibi yaşamış, astığı astık, kestiği kestik olmuş, türlü cinayetler işlemiş ve hiç bir ceza görmemişti de, şimdi nasıl oluyordu da .hükümete borçlu çıkıyor ve bu borcu ödemediği için ceza yemek durumuna düşü yordu? avukatları, Yüksek Mahkeme kararından kendisine söz etmiş olsalar bile, buna pek kulak asmamış olduğu anlaşılıyordu. Çünkü bir akşam yemekte, ya nındakilere «o gelir vergisi kanunu laftan ibaret, canım. Hükümet kanunsuz kazançlardan kanuni vergi toplayabilir miymiş hiç?» dediği işitilmişti.

Vergi beyannamesi doldurmadığı yıllar süresince gangsterin ne kazandığını öğrenmek dünyanın en güç işlerinden biriydi. Çünkü Capone, ağabeyi Ralph gibi davranmamış, hiç bir zaman bankada hesap açtırmamış, kendi adına emlak satın almamış, ne çek ne makbuz, ne fatura imzalamış, aldığı her şeye nakit para ödemişti. Gelirlerini gizleyen vergi borçlarını yakalayabilmek için, dolaylı ve önemsiz delillere dayanan iki yöntem kullanırdı vergi dairesi. Bunlardan biri kişinin «net değeri» öteki ise «net sarfiyatı» ile ilgiliydi. Birinci yöntemde, vergi borçlusunun hayat standardı, hayatında görülen çeşitli zenginlik belirtileri incelenirdi. Bu varlık belir tileri ve yüksek hayat standardının yanısıra gösterilen gelir birkaç bin dolardan ibaretse, Vergi dairesi, söz konusu kişinin «net değeri»nin açıklamadığı bir miktarda artmış olduğuna karar verir, ve bu artışın vergiye tabi olduğunu ileri sürerdi. ikinci yöntemde ise, vergi borçlusunun toplu varlığından ayrı olarak, günlük masrafları aynı biçimde incelenir ve aynı ölçüye göre değerlendirilirdi. Capone'un durumunu araştıranlar her iki yöntemi de uyguladılar.

adam, bu tekne ile Bimini'den «ham» getirirdi. «Ham» adı verilen şey, samana sarılarak bir torbanın içine yerleştirilmiş altı içki şişesiydi. Her torbaya ayrıca bir kese tuz ile kır mızı bir işaret bağlanırdı. kıyı Muhafız motorları peşine düştüğü takdirde, hemen sığ sulara doğru yol alan kaçakçı, «ham»ları denize atardı. Tuzla dolu keseler, tehlike atlatılıncaya kadar torbaların dipte kalmasını sağlarlardı genellikle. Derken tuz erir, kırmızı işaretler su yüzüne çıkar, kaçakçı deniz dibindeki hazinesine yeniden kavuşurdu. Tüketicinin eline vardıklarında bile, şişeler hala nemli olurdu çoğu kez.

Yıllardan beri kullanılmayan «serserilik» kanununu yeniden uygulamağa başladı Yargıç lyle. Bu kanuna göre, belirli bir işi ve geliri olmayan, sürekli olarak kanun dışı olaylara karışan kişiler, «serserilik» le suçlanıyor, iki yüz dolara kadar para, altı aya kadar hapis cezasına, ya da her ikisine birden, çarptırıla biliyordu. Bu konuda, daha sonra şöyle konuşmuştu Yargıç lyle: «kanunun mahkemelere tanıdığı olanakları düşündükçe, keyiften bir tuhaf oluyordu içim. diyelim ki, al Capone gibi birini serserilik suçundan tutukladık, yargıç karşısına çıkardık... Sorulara cevap vermeyi reddettiği sürece, suçlamaların tersini ispat edemez. o zaman kendisini suçlu bulup iki yüz dolar ceza veririm. Parayı ödemeğe kalkarsa, bu paranın nereden geldiğini açıklamak zorunda. Bunu yapamayacağına göre, islah evine girip, iki yüz dolar ödeyinceye kadar çalışması gerek. islah evinden kurtulmak için gelir kaynaklarını açıklamağa kalksa, daha beter. Bu sefer hakkında ağır ceza davası açıla bilmesi için delil veriyor olacak. Kanuni yollardan para kazandığını ileri sürecek olsa, yakayı büsbütün ele verecek. Bir soruşturma açtık mı, yalancı tanıklıktan içeri attığımızın resmidir.»

Montefiore Havrasının hahamı Dr. Jacob katz, Capone şebekesini temize çıkarmak amacıyla akıl almaz birtakım demagojilere girişmişti. şebekeden «Chicago şirketi» olarak söz eden haham, bu adamların toplum içinde yapıcı bir güç olduklarını ispata çalışmaktaydı: «aşırı ağır cezalar, ancak bir sü re için yararlı olabilecek geçici çarelerdir» diyordu kendisini dinleyenlere. «Chicago şirketinin eylemleri ise, her zaman için geçerliliğini sürdürecek bir poli tikaya dayanınakta, bir bütün olarak toplumun, kendisine uymayanları yola getirmek için kullanması gereken sistemin öncülüğünü yapmaktadır. Uyumsuzlar, şu ya da bu biçimde topluma uydurulmalıdırlar. Bunu söylerken, onların değerlerini benimsemek zorundayız demek istemiyorum. klasik bir örnek vereyim size. Hazreti davut, kendi halkının toplum dışına ittiği kişileri toparlayarak bir ordu kurmuş; ve, tarihçilerin anlattığına göre, bu orduyla ulu İsrail ulusunu kurmuştur. İleri görüşlü devletler ve devlet görüşü olan hükümetler, Hazreti davut'tan, Chicago şirketinden ders almalıdırlar: Ulusları yeniden kurabilmek için, yanlış bir düzenin toplum ve kanun dışına ittiği bu kişilerden yararlanmak gerekmektedir. Yüzyıllardan beri süregelen suç ve suçlular sorununa ancak böylelikle bir çözüm yolu bulunabilir.

«Ben büyük iş adamlarına karışıyor muyum?» diye sordu mülti milyoner hanıma. «büyük iş adamları, ceplerinden bir kuruş bile aldığı mı söyleyemezler... Ben kendi sınıfımdakilerle iş yapmağa çalışıyorum, anlıyorsunuz ya. Neden rahat bırakmıyorlar beni, peki? Ben onlara karışıyor muyum? onların dümenlerini ellemiyorum ben, tamam mı? onlar da benim dümenime karışmasınlar...»

«Capone'un en önemli rakipleri acımasız bir biçimde ortadan kaldırılmıştır.

eski dünyadan kalma çetecilik geleneklerini sürdürmek isteyen yaşlılar («Palabıyıklar») ile, amerikan usulü, örgütlenmiş cürüm eylemlerine geçmek isteyen gençler («Jön Türkler») arasında anlaşmazlıklar, çatışmalar çıkmaktaydı. Yıllardan beri, Amerika'daki Mafia aileleri, palabıyıklı, sert kolalı yakalı Sicilyalı despotlar tarafından yönetilmişti. kendilerine Patron dedirten bu adamların en büyük isteği, ulusal başkan, yani, Patronların Patronu olmaktı. dar kafalı, savaşçı kişilerdiler. aileleri bir ordu disiplini içinde yönetirler, askeri bir örgütte olduğu gibi kumandanlar ve askerler vardı. Sicilyalı olmayan çetelerle birleşmeğe, anlaşmağa yanaşmazlar, aralarına italyanları bile almazlardı.

Jön Türkler ise, Patronlar Patronu diye bir şey istemiyorlardı örgüt içinde. Yetkilerin çeşitli ellere dağıtılması ilkesini, buyruklara değil de komite kararlarına dayanan amerikan sistemini yeğ tutuyorlardı. Hangi bölgeden gelirse gelsin, italyan olan herkesin Mafiosi arasına katılabilmesini istiyorlar, (bu radikallerin hiçbiri italyan olmayanların da üye kabul edilmesini isteyecek kadar ileri gitmemişlerdi), etnik ayrılıkları unutup başka çetelerle iş birliği yapmakta bir sakınca görmüyorlardı. Ganglar arası savaşlara kökten karşıydılar; ancak ortak çıkarları tehlikeye koyan kişiler temizlenmeliydi, işte o kadar. kısacası, Torrio'nun yıllardan beri üzerinde durduğu, Capone'un da elinden geldiğince uyguladığı türden bir evrenselliğe yönelmekteydiler. onların bu isyanı zamanla günümüzde Amerika'yı etkisi altında bulunduran cürüm örgütlerinin gelişmesine yol açmıştır. Günümüz cürüm örgütlerinde de İtalyanlar ağır basmaktadır hala; ama izlenecek ulusal politika bir yönetim kurulu tarafından belirlenir ve kurulda italayan olmayan birçok gangster bulunabilir.

Lousvılle Courıer Journal gazeteleri, «Her türlü kötülüğü, suçu işlemiş gangsterlerin yalnızca kanunsuz yollardan kazandıkları paralar üzerinden vergi ödemedikleri için hüküm giyebildiklerini belirtmek yeter... amerikan vatandaşlarının koltuklarını kabartacak bir durum değil bu. » St.louıs Postdıs patch gazetesinde çıkan, danıel Fitzpatrick imzalı bir karikatür, kasa soymağa uğraşan bir hırsızı gösteriyordu. Hırsızın başında bekleyen Sam amca, «Bunu vergi beyannamene kaydetmeyi unutmayasın, ha...

jüri için çağrılanların adları okunmağa başlanınca, Capone'un yüzü allak bullak oluyor. kendisindeki listede yok bu adlar. Wılkerson, her türlü yolsuzluk çabasını işe yaramaz hale getirmek amacıyla, son anda, başka bir yargıçla jüri değiş tokuş etmiş..

Hepsi hepsi on bir yıl hapse, elli bin doları aşkın para cezası ile, otuz bin dolar mahkeme masrafı ödemeğe mahkûm edilmiş oluyor Capone. Vergi kaçakçılarına, o güne kadar verilmiş en ağır ceza bu.

adaya adını verenler ,on sekizinci yüzyıl İspanyol kaşifleriydi. adanın her yanını saran pelikan kuşlarından dolayı ısla de los alcatraces (Pelikanlar adası) demişlerdi buraya. körfez düzeyinden 45 metreye kadar yükselen dik uçurumların tepesinde, 12 dönümlük bir alandı burası. adanın her yanını görebilen altı noktaya, altı büyük kule yaptırmıştı Johnston. Bunların her birinin tepesinde, 30. kalibrelik birer karabina ile güçlü birer tüfek yerleştirilmişti. Çalışma alanlarının dört yanı, dört metre yüksekliğinde, üst bölümleri dikenli telle kaplı, kasırga parmaklıklarımla çevrelenmişti. deniz kıyısına inen yerler de hep dikenli tellerle çevriliydi. denize açılan eski lağım delikleri, çöp tünelleri, tıkanmıştı. Zaten, kaçmağa kalkışan mahkûm, bütün bu engelleri aşabilse bile, bir buçuk mil ötedeki kıyıya ulaşması hemen hemen olanaksızdı. adanın çevresindeki buz gibi sularda, hızı kimi zaman dört deniz milini bulan akıntılar vardı.

Hemen herkesin alkatraz hakkında yapılan reklamlardan haberi vardı, ve gelenlerin de cezaevlerini alkatraz'a sevk edilecek ilk mahkûmlar gurubunu seçmek üzere dolaştıklarını biliyorlardı. Buna rağmen, Capone hiç telaşlı görünmüyordu. «Ben işimi ayarladım, rusty.» dedi koğuş arkadaşına.
Rudensky o kadar iyimser değildi. «işin içine tanınmış bir yıldız karıştırmadan,» diyordu,
«böylesi ne büyük bir oyuna başlamazlar.»
«aldırma, ayarladım diyorum sana,» diye diretiyordu Capone. «dünyanın parasını yedirdim. Bir yere gideceğim yok..»

Vagon pencerelerinde beliren kirli yüzlü, traşsız adamları gören küçük bir çocuk ajanlardan birine seslenerek, «al Capone gibi kötü adamlar mı var bu trende?» diye sordu. «annem öyle diyor da...» «Bak, delikanlı,» diye karşılık verdi ajan, «bu trende ne Capone var, ne de adını bildiğin başka biri..
Bir zamanlar Capone'lar varmış belki... ama şimdi hepsi birer numaradan ibaret.» ajan, Johnston'un izlediği en belli başlı ilkeyi dile getirmiş oluyordu böylece. —mahkûmların kişiliğini kök ten yok etmek ilkesi..—

Atlanta'da elde ettiği liderlik durumuna burada da gelebilmek için öteki mahkûmlara çeşitli iyilikler yapması gerekti Capone'un. Kiminin ailesine para yollatmayı teklif etti... Kendisi gibi, cezaevi bandosunda çalmak isteyenlere çalgı satın almağa kalktı ama, bu jestlerin hepsine engel oldu Johnston. Capone'un en ufak bir ayrıcalık bile elde edemeyeceği anlaşılınca, birden prestiji sıfıra indi. (Johnston'un istediği de buydu zaten) özellikle, alkatraz nüfusunun çoğunluğunu oluşturan ufak tefek suçlular hiç saymaz oldular kendisini. Yüzüne karşı alay ettiler. Tehdit bile ettiler.
Alkatraz Cezaevini kurmuş olan kişiler, suçluların yeniden topluma kazandırılma ilkesini, laf olsun diye bile ağızlarına almıyorlardı. Böylesine bir amaçları hiç bir zaman olmamıştı. Tek amaç, mahkûmları toplumdan uzaklaştırmak, kapalı bir yerde cezalandırmaktı. Bu nedenle, iyi hali görülenleri ödüllendirmek gibi bir çaba yoktu. Yalnızca, ceza süresi her kırk günde bir on gün azaltılabiliyordu, o kadar. Bunun dışında Ödül değil ceza vardı. kurallara uymayanlar için daha beter cezalar... Başsavcı, çok sıkı güvenlik tedbirlerinin yürütülmesinde, mahkûmların en ağır koşullar altında ve toplumdan tamamen ayrılmış durumda yaşatılmasında bir tek yarar arıyordu: dışardaki Halk düşmanlarının ve onlara özenenlerin gözlerini korkutmak. Oysa geçerli bir düşünce değildi bu. elektrikli sandalye, darağacı ya da gaz odası gibi şeyler nasıl katillerin gözünü korkutmuyorsa, alkatraz'a gitmek korku suyla suç işlemekten vazgeçenler de olmuyordu. ayrıca, A.B.D. Başsavcılığının yaptığı propagandanın tersine, büyük gangsterler arasında alkatraz'a gönderilenler pek azdı. Bir kere, cezaevinin hücrelerini dolduracak sayıda büyük gangster bile yoktu. «Ünlü posta hırsızı» olarak reklam edilen biri, bir posta kutusunu kırmaktan öte suçu olmayan bir zavallı olabilirdi. Cezaevindekilerin çoğu, ilk kez içeri giren kişilerdi zaten. Alkatraz'ın açılması yalnızca öteki cezaevlerinin müdürlerine yaradı. işleri epey kolaylaşmış oldu çünkü. Hiç bir mahkeme yargıladığı kişinin alkatraz'a gönderilmesine karar veremezdi. Ancak, herhangi bir hapishanede yatan kişiler, müdürün tavsiyesi ve Cezaevleri Genel Müdürünün onayıyla oraya aktarılabilirdi. 1930 yıllarında, cezaevlerinde çıkan isyanların, kaçma girişimlerinin, saldırgan homoseksüellik olaylarının sayısı gözle görülür biçimde azaldı. Cummings, mahkûmların, «kaya»ya gönderilmek korkusuyla toparlandıklarını iddia etti. (Bates'den sonra Cezaevleri Genel Müdürlüğüne getirilen James V. Bennett, «alkatraz'ı 1963'de kapattım,» diye yazıyor otobiyografik yazısında. «Çünkü hem işletilmesi çok pahalıya mal oluyordu; hem de, adalet ile öç alma duygusunu eşit değerde gören yanlış ve eskimiş bir felsefenin örneğiydi.»

Gece ışıklar sönmeden önce, hücrelerinde kitap ya da dergi okuyabiliyorlardı mahkumlar. Cezaevi kütüphanesinden ödünç alıyorlardı okuduklarını. Ancak, dünya ile ilişkilerinin bütünlük kesilmesi, uzaklık, yalnızlık duygularının daha da keskinleşmesi için Johnston cezaevine radyo ve gazete sokulmasını yasaklamıştı.

Yalnızca 1937 yılında on dört mahkum «zır deli» oldular; sessiz delilerin ise haddi hesabı yoktu. akıl hastalığı Johnston'un kolay kolay kabul ettiği hastalıklardan değildi.

Johnston, müdürlüğe başladığından beri, tehlikeli ama psikolojik değeri yüksek bir şey yapmaktaydı. Yemekhane çıkışındaki koridorda, her yemekten sonra, yalnız ve silahsız, sırtı mahkumlara dönük olarak kalır, son mahkum da çıkıp gidinceye kadar öylece beklerdi. Bu sefer, müebbet hapse mahkum olan «Whitey» Barton Phillips adlı genç bir banka soyguncusu geçip gitmedi.
Johnston'un yanından geçerken, sağ eliyle çenesine bir yumruk atarak yere düşürdü ve gardiyanlar yetişinceye dek üzerine basarak, başını, göğsünü tekmeledi, Johnston bu saldırı yüzünden birkaç dişten başka bir şey kaybetmedi. Ama Phillips'in yediği dayak, delik'te kaldığı haftalar, insana benzer bir yan bırakmadı genç adam da.

Hepsi de kız olan torunlarına bayılıyordu Capone. Çocuklara durmadan pahalı oyuncaklar alıyor, gün boyu havuz başında onlarla oynuyordu. Bir keresinde Sonny, halk yiğitlerini birbirine karıştırarak şöyle konuştu: «Babamın, zenginlerden alıp yoksullara dağıtan bir çeşit Jesse James olarak hatırlanmasını isterim.»
Frenginin sinir sistemine yaptığı hasarın ne yol da ne hızla ilerleyeceği hiç bilinmez. Beş dakika önce normal görünen bir hastanın birden kafası karışa bilir, dili dolaşır, titreme ya da saraya benzer krizlere tutulabilir. Capone en iyi anlarında bile, bir düşünceyi başından sonuna götürebilecek akli dengeden yok sundu. konuşurken bir konudan hiç ilgisiz başka bir konuya atlıyor, ya konuşmayı bırakıp ıslık çalmağa, şarkı mırıldanmağa koyuluyordu.

Capone'un son avukatı Abraham Teitelbaum, «eminim al beş parasız ölmüştür,» dediğinde müvekkilimin durumu fazla abartılmış sayılmazdı. Capone, bir zamanlar ki akıl almaz servetinin kaynaklarının tek sahibi olmamıştı hiç bir zaman; ortaklarıyla, örgüt üyeleriyle paylaşmıştı bunları. Ve artık çalışamaz duruma geldiğinde, kaynaklar ötekilerin eline kaldı.

Chicago örgütünün büyük gücünün bir tek özelliğe dayandığı konusu üzerinde önemle durmuştur.... Bu da grubun, herhangi bir ceza korkusu olmaksızın, istediği gibi cinayet işleme, çeşitli şiddet hareketleri yaratma kolaylığıdır..

Sonny bir otomobil lastiği dağıtımcısının yanında çalışmağa başladı. 7 ekim 1965 sabahı, evinin yakınında bulunan Kwik Chek Gıda Pazarına alış verişe gitti. El arabasına doldurduğu yiyeceklerle birlikte, ilaç reyonunun önünden geçerken, karşı konulmaz bir istek sardı içini. İki tüp aspirin ile ufak bir kutu transistor pili alarak cebine attı, Çaldığı bu şeylerin toplu fiyatı üç buçuk dolar ediyordu; hiçbirine de ihtiyacı yoktu. Dükkan gözcüsü sivil durumu fark ederek kendisini tutukladı.
Hemen götürüldüğü ceza mahkemesinde, suçlamayı kabul edeceğini bildirdi Sonny. «Bu hırsızlığı neden yaptığınızı biliyor musunuz?» diye sordu yargıç. *Hayır efendim, bilmiyorum.» Hiç bir sabıkası olmayan, dürüstlüğü ile tanınmış bir vatandaş olduğu için ceza verilmedi kendisine. Sonny duruşma salonundan ayrılırken acı acı gülümsedi. «Herkesin ruhunda bir parça hırsızlık var galiba,» dedi
Bu arada, Gıda Pazarı sahibi, genç adamın satın aldığı mallar arasında bozulabilecek gibi olanları buz dolabında saklamıştı. Sonny bunları almak için geri geldiğinde, «Beni adi bir insan sanıyorsunuz, eminim.» dedi.
«Ne münasebet,» diye kaşılık verdi adam. «ancak gelecek hafta benden alış veriş etmezseniz, o zaman öyle düşünebilirim.»
0 Responses