Murat Çetin
- Beyefendi isterseniz yan yan kaşıyayım?
Beyefendi, karşıdan geçmekte olan vapura bakıyordu. Ötekinin söylediklerini duymuyordu bile. Bir ara kıkırdar gibi oldu. Öteki, hıçkıran müşterisinin yüzünden usturayı çeken deneyli bir berber gibi çekiverdi elini beyefendinin sırtından.

İyice geride kalmıştı. Belki şöyle bir "imdat" diye bağırsa, beyefendi gelir, kendisini kurtarırdı ama ya beyefendiye bir şey olursa? Sarılırsa can korkusuyla beyefendinin boğazına? Beyefendi ilerde, elini kaldırdı... Aman yoksa beyefendi mi boğuluyordu? Yo yo hayır, ötekine gelmesi için işaret ediyordu.
- Oh aman, beyefendiye bir şey olmasın da.
Öteki de elini kaldırdı. Ama bu son kaldırışı oldu, ondan sonra el yavaş yavaş sulara gömüldü.

Şuracığa koysam, amanın vallaha billaha soba tutuşturmalık olursun, yukarıda yerin ne rahattı, koca bodrumda yer yok sana... En iyisi mi, dur ben seni ahacık şuraya koyayım, kimsenin uğramadığı yere... N'olur n'olmaz, bir gün yine belki beyefendi olursun, o zaman al gel derler bodrumdan beyefendiyi, elimle koymuş gibi seni bulayım. İyi uykular beyefendi.

- Elinde tuttuğun, sallanan, marul mu?
- Yo, hayır, balık.
- Karın istedi tabii?
- Evet.
- Niçin götürüyorsun? Suratının eciş bücüşlüğünü görmemesi için. Hiç denedin mi, parasız git bir ay başı eve, veya ben bu ay hiç çalışmayacağım, yan gelip yatacağım de. Bak bakalım o zaman ne olacak, o seni çok seven karın bakacak mı yüzüne? Aslında o sana değil, paraya bakıyor.
- Ama onun boğazını doyurmak görevim değil mi?
- İşte bunu söylemekle bile, karının seni sevmediğini kanıtlamış oluyorsun. O salt kendisini seviyor. Kendi canını hoş yaşatmak için de, bu senin eciş bücüş suratından yararlanıyor. Söyler misin bana, biraz sonra eve gittiğinde karın koşup boynuna sarılacak, "Hoş geldin kocacığım" diyecek mi?
- Elbette, hem de canım kocacığım, diyor.
- Budala...
-Hı!
- Evet budalasın. Sen de buna inanıyorsun ha, karının maskesine, oynadığı oyuna gerçekmiş gibi, hem de içinde rol alarak inanıyorsun ha? Demek şekerim diyor ha, demek şekerim diyor ha, düşünsene bir, senin o şebek suratının neresi şeker olur, hiç aynaya bakmadın mı? Nasıl yutuyorsun, nasıl kanıyorsun? Bu kurumuş kestaneye benzer surata şekerim diyenin içtenliğine nasıl inanıyorsun? İnanabilir misin, söylesene bana, inanabilir misin?
-Yoo.
- Öyleyse karının sevgisine nasıl inanıyorsun, nasıl güveniyorsun? İnsanı boş bir güven denli hiçbir şey yıkmaz. Bir gün gidersin ki eve, kaçmış. Nereye mi, senden daha güzel birine, senden daha paralı birine.
- Hayır, karım asla öyle bir şey yapmaz.
- Peşin yargılı olma lütfen. Hiç denedin mi?
- Neyi?
- Açlığı, efendim her gece meyhanelerde kafa çekip eve gitmeyi, ne bileyim senin seveceğin, onun sevmediği şeyleri yapmayı hiç denedin mi?
- Hayır.
- Pekiyi denesen, acaba seni bırakır gider mi, gitmez mi?
- Bilmem ki.
- Kesin konuş.
- Şey, gider belki. Hiç istemez meyhanede arkadaşlarımla içtiğimi, oysaki ben çok seviyorum, ama şimdiye dek iki kez, ikisinde de annesinin evine gitmekle tehdit etti beni.

Arkalarında bir ayak sesi duyuldu. Kalın bir erkek sesi:
- Hey ahbap, balığı kediler yiyecek, dedi.
Birinci adam, ince sesliye:
- Bak işte, önce balığı gördü, dedi, bizi değil. Bu adam zengin olmak için can atan biri.
- Hey anlamıyor musunuz yahu, balığı kediler yiyecek dedim... Piist... Bakın benden söylemesi, kedi burada dolaşıyor.
- Yanıt verme, çeker gider, sabaha dek de balığı düşünür, kediler yedi mi, yoksa yemedi mi?
İnce sesli sordu:
- Kaç dakika kaldı?
- Eh, ya üç, ya dört.
- Acımaz değil mi?
- Bilmem, bakarsın çok acır, bakarsın inek ısırığı gibi olur.
Bir kadın sesi duydular, kadın kendi kendi kendine söyleniyordu:
- Koskoca adamlar, hiç akıl yok şunlarda, tertemiz giysileriyle yağlı rayların üzerine yatıyorlar.
- Bak işte bu kadın da giysilerimizi gördü salt.
Bir genç kız, yanındaki genç kıza:
- Ay şunlara bak, dedi, ne özgürlük, ne romantik.
- Bu kız da dostum, özgürlük arıyor, yani koca.
Kendi evini istiyor.
Yaşlı bir adam sesi duyuldu:
- Geberecekler, bir de suç makinistin olacak, dedi.
- Bu da, rahatını, keyfini düşünen bir emekli olsa gerek. İster ki hiçbir olay olmasın, hiçbir şey değişmesin.
Ve titrek bir kadın sesi:
- Balıkları siz mi attınız? Alabilir miyim? diye sordu.
- Bu da aç dostum!

Tren geçip gitti.
Çocuk:
-O top şuracıktaki bakkalda, dedi, kırmızı top!
Eciş bücüş suratlı adam o günü balıksız gitti evine. Karısı onu kapıda karşıladı, "Oh canım kocacığım hoş geldin" dedi ve sarıldı.

Sabahleyin tıraş olmaya kalkmış, pırıl pırıl bir yüzle gitmek istemiştim buluşmaya ama, jileti bardağın kenarında o denli bilememe karşın, yüzüme ilk sürdüğümde, favorimin bittiği yerde derin bir oyuk açılmıştı... Yer yer yaralanmış ve kızarmış bir yüzle patronun karşısına çıkmamak için tıraş olmaktan vazgeçtim, sabahın sekizinde çıktım dışarıya... Umut sanki işte, erken dışarıya çıkarsam bana iş vereceklermiş gibi... İşsiz insanın en güzel zaman öldüreceği yerler vitrinler olduğu için vitrinlerin önünde birer birer durmaya başladım... Ne de çok mal vardı vitrinlerde; kazaklar, gömlekler, ceketler, pantolonlar, çoraplar, kalın kumaştan uzun uzun paltolar... Gözüm bir vitrindekilerde, bir kendi giysilerimde, aptal aptal bakmıyordum...

Madde dört: Muhtarın malı çok, bu köyde yoksul çok demek yasak. Ki bu köy halkı arasında zengin yoksul ayrılığı gayrı lığı olacağından çok yasak. Herkes, her yerde, tıpkı camide olduğu gibi, "Çok şükür Allahıma, Allah dinden imandan ayırmasın, bize bu dünyanın zenginliği çook bilene" diyecek. Bu maddeye uymayanları kırklara karıştırmadan beter ederim valla ha.

Amanın ne halt edelim, nerelere gidelim, dövünek dizden olak, ağlıyak gözden olak, boşıyak garıdan mı olak?

Saldık getti üçüncü üye gasabaya. Nasıl gözlüyoruz Recep'in yolunu. Daha doğrusu Recep'in gendini değil de elini gözlüyoruz. Sürmeli Gaya'nm ardından çıktığında acep elinde bir torba olacak mı, yoksa olmayacak mı?
Akşama dek bekledik. A gâvırın dölü, a vicdansız, ulan biraz daha bekle, garanlıkda gelsene. Ne deyim gardaşım, bi çıkmasın mı Recep, Sürmeli Gaya'nın ardından, hem de elinde torbaynan. Bekleyenlerden üçü bayıldı, onlar ayıldı, üçü daha bayıldı, yedisi "Anaaa" diye bağırdı.

Eh bazı doğa olayları insanların işine yarayabiliyor, o yılki doğa olayı bir yaradı, bir yaradı ki işlerine Yetimler köyünün. Afetti doğa olayı, ama Yetimler köyüne mutluluk getirdi. Hiçbir yıl öyle yağmur yağmadı, köyün en yaşlısı Soluksuz Kerim, "Doksanındayım, ben böyle yağış görmedim" dedi. Radyo bangır bangır bağırıyordu. 'Yaralar sarılacaktır" diyerekten... Yeni muhtar (Köye mutlaka yol yaptıracağını söyleyen Pepe Davut muhtarlığı kazanmıştı.) hemen yararlandı bundan, oraya başvurdu, buraya başvurdu, sıcağı sıcağına ilgilileri kaptı geldi, bir bir tutanak tutturdu.
"Bakın burada köprü var mı? Yok, su aldı götürdü. Bakın burada asvalt var mı? Yok, su aldı götürdü. Bakın burada menfez var mı? Yok su aldı götürdü..."
İlgililerden biri:
- Tutanağa ne yol kalmıştır, ne de asvalt diye yazalım, deyince muhtar:
- Amanın, dedi, gözünüzü seveyim, accık kalmıştır diye yazın, örneğin İkizler çeşmesinden itibaren beş yüz metre asvalt yol görünmekte ise de, kullanılacak gibi değildir diye yazın. Sonra yine bize inanmazlar.

Arkadaşlar ben diyorum ki bu işi zorla yapalım, diyorum.
Çember bağırdı:
- Heye yapalım usta yapalım.
- Yapalım anasını satayım.
Turistler ne olduğunu anlayamadılar, konserve boğazda kaldı, hücum!..
- Sürün ulan, vatanını milletini seven sürsün!
Nasıl çalıştık kırk kişi... Bir ara baktım o sakallının elinde de bir tabak yoğurt,
- Allahım sen günah yazma! deyip deyip kalabalığın arasına atlıyordu.
Turistleri bir güzel yoğurtladık.
Ama o da nesi, biz turistlerden salt birini yoğurtlamışız, kadın turisti. Evet, erkek turiste hiçbirimiz, bir parmak bile yoğurt çalmamışız.
Sürücü:Bırakın, o erkektir, güçlüdür, yapar, dedi.
Sakallı da,
- Asıl kadına yardım etmek sevaptır, dedi.
Kadın turistin her yanı yoğurda bulanmıştı, ama her yanı.

"Yahu Mehmet gözünü seveyim, yarın öğleden sonra bana şu dairenin anahtarını, anlarsın ya?" dedim.
"Nasıl anlamam?" dedi, şappadak yedek anahtarını çıkardı verdi.
"Ev yarın sabahtan akşama dek senindir."

"Nerdedir Mehmet bey?" diye sordu.
"Şey," dedim, "ben onun arkadaşıyım, bilmiyorum."
Adam beni göğüsleyip, babasının malı gibi içeriye girdi. Gerçekten de babasının malıymış, yani ev sahibiymiş, oturdu oradaki sandalyeye:
"Nah," dedi, "beni surdan şuraya kimse depretemez, bugün ayın kaçıdır, ev kirasını almadan surdan şuraya gitmem. Oturup gece yarısı da gelse onu bekleyeceğim. Senin işin varsa yap, istersen uyu, ben buradayım."
Adam öyle kesin konuşuyordu ki, Mehmet'in ev kirasını vermekten başka yapacak bir şey yoktu.
"Ne kadar?" diye sordum.
"Ucuz ucuz," dedi, "on bin... Amma söyle ona, gelecek ay on üç binden bir kuruş aşağı olmaz, ula burası apartman dairesi be, gecegondu mu?"
İçerden cüzdanımı getirdim, adama on bin lirayı verdim ve savdım.

Kapı yine zııır!..
Şaşkınlıkla, "Anaa" diye bağırmışım. Dışardan kalın boru gibi bir ses:
"Memet beeey, biliyom içerde olduğunu, ya açarsın, ya da kırarım gapıyı..."
Apartmanı inletiyordu adam. Jale yine titremeye başladı. Eh alıştı artık, hemen birlikte dolaba koştuk. Onu dolaba sakladım, koştum kapıyı açtım:
"Nerde o?" dedi adam, giriverdi içeriye, "Nerde o?"
"Mehmet beyi arıyorsanız, yok," dedim.
"Bekleyeceğim... İki ay bu efendi, iki ay taktı bana, sona geçti başka bakkaldan alışveriş yapmaya başladı. Dinim hakkı içün ben bu parayı almadan gitmem."
Sordum:
"Size bu saatte mi gelmenizi söylemişti?"
"He ya... Öyle demişti. Sen git içeri yat efendi, ben burada onu beklerim."
Vay hergele Mehmet vay!.. İçerde Jale, pirzolalar oh ne yağlı, dışarda bakkal efendi, haydi verme de Mehmet hergelesinin borcunu göreyim. Çıkardım verdim.

Daha ilk pirzolayı bitirmemiştik ki, zııır kapı. Az daha elimdeki pirzolanın kemiğini yutacaktım. Ulan namussuz Mehmet, ulan hergele Mehmet, bakalım bu gelen de kim?
Jale dolaba, ben kapıya. Adamın önlüğünden anladım. Mehmet hergelesinin manavı. Adamı konuşturmadım bile, verdim parasını gitti.

Zııır!..
Boyun poşun devrilsin inşallah Mehmet! Kamyonların, tırların altında kalasın Mehmet! Köpek balıklarına yem olasın Mehmet! Kapıyı açtım:
"Sen kasapsın değil mi?" dedim.
"Hı," dedi, "yoksa Mehmet bey borcunu size mi bıraktı bana vermeniz için?"
"Hı," dedim...
Kasabın borcunu da verdikten sonra cebimde ancak bir taksi parası kalmıştı. Koştum, dolabın kapağını açtım, Jale'nin giysilerini uzattım,
"N'olur çabuk Jale," dedim, "şimdi az sonra kapıya vergi tahsildarı, elektrik tahsildarı, sucu, taksitçi, icra memuru, daha başkaları gelmeden kaçalım buradan."
Anlayacağın kaçtık kardeşim, onca içkiyi, pirzolayı, meyveyi orada bırakıp kaçtık. Kaç gündür evine gidiyorum yok Mehmet hergelesi. Bu sabah don gömlek biri açtı kapıyı, nasıl oldu anlayamadım, yüzüme bir tokat yapıştırdı, geri kapattı. Sanırım o da benim gibi biriydi, beni de televizyon taksitçisi falan sanmıştı. Çünkü bağırdı: "Beş kuruşum kalmadı be" dedi.

Dairede masama oturur oturmaz ayakkabılarımı çıkarır, terlik giyerim. İlk zamanlar terliği akıl edememiş, çorapla oturuyordum. Bir kezinde müdür çağırtınca, dalmış, çorapla gitmişim. Odada da denetmen varmış iyi mi? Müdüre ne gerek, denetmen beni o al çoraplarla görünce bağırıverdi:
"Bu ne rezalet!" diye.
Uf, ardından neler eklemedi ki beni suçlamak, büyük büyük suçlamak için. 'Yani siz, aldığımız maaş az, az olduğu için ayağımıza bir ayakkabı bile alamıyoruz diyerekten protesto mu ediyorsunuz?"
Ben al çorabıma bakıyorum, denetmenin al kafasına bakıyorum. Hiç saç yok kafasında, et gibi parlıyor, al kadife mübarek. Müdüre döndü, hışımla:
"Dairede donla gezen memurlarınız var mı müdür bey?" diye sordu.
Bu olay benim bir yıl ilerlememe engel oldu. Gerçi bu olaydan sonra terlik giymeye başlamıştım ama, iş işten geçmişti. Terlik yüzünden de bir kez başım derde girdi. Biz memur evlerinde öyle erkek terlikleri çok çok bulunmaz, hanım terlikleri vardır. Benim terliği bir gün önce otobüste unutmuşum, ah ne terlikti, yanarım yanarım o terliğe yanarım. Paran olsa hemen git bir tane daha al, ama ayın kaçı. Surda bir hafta var aybaşına. Onun için evdeki hanım terliklerinden en büyük numara olanını seçtim, yeşil, üzerinde de bir tanecik ponpon vardı. Kim görecek benim terliklerimi masanın altından. Ama ah bendeki o dalgınlık ah, hayır hayır ben ne bileyim ayağımda bayan terliği olduğunu, sanıyorum her zamanki terlik, müdür çağırmış, fırladım gittim.
"Buyrun efendim..."
Adam bir baktı, bir daha baktı:
"İçinde kombinezonun da var mı?" diye sordu.
İnanın, sarardım, titredim, korktum, şu bizim müdür galiba sihirbazdı. Evet içimde karımın kombinezonu vardı. Çamaşır günüymüş, öyle her gün şarıl şarıl su gelmiyormuş, eh evdeki atlet sayısı da sınırlıymış, oğlanlar giymişler atletleri, n'olacakmış canım, içimde kim görecekmiş, akşam geldiğimde değişirmişim, giyeymişim karımın kombinezonunu bir günlüğüne... Çok korkmuştum yolda, öyle ya, bir trafik kazasına uğrasam, bayılsam, hastaneye kaldırılsam, soyup bakacaklar, içimde pembe kombinezon. Artık ondan sonra "Kombinezonlu adam ameliyat oldu mu, kombinezonlu adamın hapı verildi mi, kombinezonlu adamın serumu bitti mi?"

- Hiç de değil dostum. Genç elemanlar alacaksın, genç. Bayanlar alacaksın, kızlar.
- Bayan mı?
- Elbette, sınavda ne yapıp edeceksin, bayan adaylara kazandıracaksın, onları dairene alacaksın... Ben hep öyle yaptım.
- Sonra?
- Sonrası, beni baksanıza ne vali çağırır, ne vali yardımcısı çağırır, sonra haa dairende de değişiklik yapacaksın.
- Nasıl?
- Çok basit canım, masaları değiştireceksin. Devlet, memur istersin vermez ama, masa istedin mi çifter çifter, isterse senin eskidi dediğin masa gıcır gıcır olsun.
- Şimdi Recai beyciğim, genç kızlarla, masa sandalye değişikliğiyle yürür mü ki bu işler?
- Yürür, hem de bal gibi yürür. Yalnız masaları yerleştirmesini de bileceksin, masalar vatandaşa bakacak, az geride olacak, sonra o vatandaşların bekledikleri yere birkaç tane bank koyacaksın?

Yardımcı bey haftada bir kez beni çağırıyor ve çay ısmarlıyor: - Ya bakın, işi ele aldınız mı, nasıl yürüyor işler? diyor.

İşte bu Cebbar bey, bu kuzu Cebbar bey, bu halim selim Cebbar bey, bu başına vur elinden ekmeğini al Cebbar bey, bir gün nasıl oldu bilinmez, hikmetinden sual olmaz ve de akıllar almaz, dört yumrukla postunu serdi müdürün yere, sonra odaya geldi, kasıp kavurdu, orayı savaştan çıkmışa döndürdü. Sonra duyduk ki bir hastane başhekimi dövülmüş, ardından işittik ki üç karaborsacının suratı çarşamba pazarına döndürülmüş. Bir sabah, Sezgin hanımın yolu çevrilmiş, yüzüne tükürülmüş. Tüm bunları yapan aynı adamdı, bizim kuzu Cebbar bey.
İzi yitti bir ara Cebbar beyin. Kent, rahat bir soluk aldı. Ama geçen gün gazetelerde çıkan fotoğrafla, kentin, Cebbar beyle yakından uzaktan ilişkisi olanların yürekleri hırp etti. Cebbar beyin göğsünde çaprazlama fişeklikler, elinde kocaman bir silah, altında da yazı:
"Resimde Canavar Cebbar'ı görüyorsunuz..."
Şimdi tüm kent Canavar Cebbar'ın yakalanmasını dört gözle ve de korkuyla bekliyoruz. Çünkü hepimiz onun sabrından yararlanarak, ona çok şeyler ettik.

Raporumu yazmıştım ki, Salih öğretmen geldi.
- Eh, dedi, bende altı kişi vardı.
Ekledi:
- Bu semtin babaları anaları çalışmaktan gelemezler, başka semtlerin anaları babaları da eğlenmekten gelemezler, dedi.
- Raporuna kaç kişi geldi diye yazdın?
Güldü Salih Öğretmen:
- Kırk veli yazdım... dedi.
0 Responses