Murat Çetin
Üstelik belleğim de hiç güçlü değildir. Bunun nedeni, birçok şeyi kafamdan tamamiyle silmek istememdir belki de. Çünkü bizi derinden yaralayan olayları hiç anmamak, tümüyle unutmak, daha doğrusu unutmuş gibi davranmak zorundayız yaşamaya devam edebilmek için.

Tek ölümsüzler sanatçılardır, şairlerdir, yazarlardır, düşünürlerdir. Şimdi ünlü olmasalar bile, ileride değerleri anlaşılacaktır. Çamurlu bir su birikintisine, bembeyaz, ışıl ışıl ışıldayan çok güzel bir çakıltaşı atmışlardır onlar. Çamurlu sular nasıl olsa bir gün çekilecek, o güzel çakıltaşı gün ışığına çıkacaktır.

Çünkü kişisel sorunlarım bir yana, dünyanın felâketlerinden, toplumsal düzenin haksızlıklarından, insanların birbirilerine acımasızlığından sorumluymuşum; bunlara bir çare bulmam gerekiyormuş gibi bir duyguya kapılmıştım. Bu yükümlülüğü her zaman duymakla birlikte, gençliğimde kendimi yalnız sanırdım. Oysa yükümü benimle paylaşan başka insanlar da olduğunu biliyorum artık.

Özal veletleri, çok çok para, gerektiğinden fazla para kazanmak istiyorlar. (İkide birde "Özal veletleri" diyorum. Çünkü bu berbat zihniyet, Turgut Özal'm o çirkin"vizyon"larmdan kaynaklandı. Rahmetli, 12 Eylül darbecilerinden çok daha fazla kötülük etti bu memlekete. Çünkü darbeciler gibi işkence yoluyla bedenlere hasar vermekle yetinmedi, kafalara hasar verdi.)

İş hayatında başarı sağlamak için bile E.I.Q. (Emotional Intelligence Quotient) gerektiğini, Amerikalılar bile anladılar artık. Bu duygusal zekâ ise, kitap okuyarak, müzik dinleyerek, tablolara bakarak, yani sanatla gelişebilir ancak.

Şımarıklık numaralarımı ancak kızım Zeynep'e yutturamıyorum. "Şımardın gene" diyerek beni şakadan azarlıyor. Zaten belirli bir yaşa kadar siz çocuklarınızı azarlarsınız,ondan sonra çocuklarınız sizi azarlamaya başlar.

Arkadaşım Prof. Dr. Nejat Harmancı, hayatımda duyup duyacağım en büyük iltifatı yaparak, "senin sağlığın değil, huyun iyi" demişti.

Çocuklar da, anneleriyle babalarına gösterdikleri tepkileri büyükanneleriyle dedelerine göstermezler. Onlarla bir sorunları olmadığından, hoşgörülüdürler bu ihtiyarlara. Ninelerle dedeler de, onların asıl sorumluluğunu, anneleriyle babalarına bıraktıkları için, torunlarına fazla karışmazlar. Sadece severler, canları istediği kadar da şımartabilirler onları.

Niyazi Berkes, evliliği bir boks maçına benzetirdi: Balayı biter bitmez karı koca ringe çıkarlar, maç başlar. Eğer dövüşenlerden biri nakavt olursa, ya da bir şike yapıp yenilgiyi kabul ederek yere serilirse, o evlilik kör topal yürür. Ama maç devam ederse, bitkin düşen çiftin ringden çıkmaktan yani boşanmaktan başka çaresi kalmaz. Gelgelelim, boşanmak da kolay değildir. Çünkü çocuklar vardır, karşılıklı çıkarlar vardır, alışkanlıklar vardır. Üstelik yalnız kalmaktan ödü kopar herkesin. Tüm bunlara karşın, bir an gelir, artık dayanamaz hale gelirler. Elli yıl sonra, tüm tanıdıklarını hayretler içinde bırakarak, ayrılıverirler.

Sokrates, "evlenin, evlenin" demiş. "İyi bir eş bulursanız mutlu olursunuz; bulamazsanız filozof olursunuz."

Bebekler de bana gülümserler her zaman. Çünkü bebekler, tıpkı kediler gibidir. Onları kimin sevdiğini, kimin sevmediğini dakikasında anlarlar.

Annelerin çocuklarını her zaman sevmelerinin başlıca nedeni, onların küçükkenki halini hiç unutamamalarıdır.

Kedilerin durumunu izledim: Yavruları küçükken, onları besliyorlar, koruyorlar, onların üstüne titriyorlar. Ama büyüyünce, patileriyle burnuna "pıt" diye vurup, başlarından savıyorlar.

İngiltere'den göç edip New England bölgesine yerleşenler dışında, ABD'nin yurttaşları, Avrua'nın çeşitli ülkelerinden kopup gelen, yoksulluklarından ötürü okumaları yazmaları da olmayan göçmenlerden oluşuyordu. Bu kadar değişik kökenli insanları birleştirecek ortak bir zemin gerekliydi. Başarılı olup para kazanmak hırsı ve bu hırstan kaynaklanan bayağılıklar bu ortak zeminin temeli oldu. Freud, "America was a great mistake" (Amerika büyük bir yanılgıdır) demiş.

Bunu engellemek İnsan Hakları Beyannamesinin bir ihlâli değil mi? Ne var ki, dramatik bir tonla sorduğum bu retorik sorular (retorik soru, söylemi salt süslemek uğruna yapılan ve yanıt beklenmeyen sorulardır) kendimi aldatmaktan

İnsanlar gerçekten de alışkanlıklarıyla birlikte yaşlanmak. Zaten bu alışkanlıklar, bir çeşit "rituel" yani kutsal bir tören gibi bir şey olur ihtiyarların gözünde:

Sparta'da on iki on üç yaşında çocukların önünde, köleleri zorla sarhoş ederlermiş. Ağızlarına huniler koyup, şarapları boca ederlermiş gırtlaklarına. Zavallı kölelerin ne kadar abuk sabuk sözler söylediklerini birbirleriyle nasıl kavga ettiklerini, nasıl yerlere yıkıldıklarını, sözün kısası nasıl rezil olduklarını acımasız gözlerle seyreden çocuklar, sarhoşluktan tiksinmeyi, ölçülü içmeyi öğrenirlermiş böylece.

Doksan yaşma varan Sofokles'e kadınlar, aşk, bedensel hazlar filan bittiği için üzülüp üzülmediğini sormuşlar. "Ne üzülmesi!" demiş Sofokles. "Zalim bir efendinin elinden kurtulup sonunda özgürlüğüne kavuşan bir köle kadar mutlu hissediyorum kendimi."

Yaşlılığa ikinci çocukluk derler.

Kimlerle consensus'a varabileceğimizi, kimlerle varamayacağımızı, iyice düşünüp taşınmalıyız. Çoğunluk yanlış bir tutum benimsemişse, o çoğunluğa boyun eğmek, o çoğunlukla anlaşmak zorunda değiliz. Çoğunluk köşeyi dönmeyi amaçlıyorsa, (bu "köşeyi dönmek" de, Özal dönemiyle birlikte dilimize yerleşen çok çirkin'bir deyim) ben neden köşeyi dönmeyi yaşamımın amacı yapayım? Çoğunluk pop müziği ya da arabesk dinlemekten haz alıyorsa, ben neden bunları dinleyeyim?

"gençlik yanılgılarıdır, olur böyle şeyler" diyerek hoşgörebileceğimiz yaşı çoktan geçmiş, neredeyse kırkma gelmiş bir adam, hâlâ ırkçıysa, hâlâ faşistse; liberal ekonomiyi sömürüp, dalavereyle muazzam servetler yığıyorsa; her gün yalan söylemeyi hakkı sayıyor ve her gün ağız değiştiriyorsa; hâlâ köktendinci bir yobazsa; kadınlara toplumda yer vermeye yanaşmıyorsa; 1400 yıl önceki yaşam biçimini özlüyorsa; kendi dininden ve soyundan olmayanları kıtır kıtır kesmeye hazırsa; asıl amacı demokrasiden işine geldiği kadarı yararlanıp, sonra demokrasiyi ortadan kaldırmaksa; bizler demokrasi adına böyle bir adama neden hoşgörü gösterelim?

Ben tarafsız değilim. Açık seçik taraf tutuyorum. Yobazlığa karşıyım, ırkçılığa karşıyım, gericiliğe karşıyım. İnsanların sömürülmesine ve savaşa karşıyım. Sosyalizmden, sevgiden, kardeşlikten, aydınlıktan yanayım.

Oysa bedenin çöküşü, beynin temposunun ağırlaşması bir yana, birçok felâketi daha vardır ihtiyarlığın. Bunların en korkuncu sevdiklerinin ölümüdür. En yakın arkadaşların ölür, gencecik insanlar ölür, doğurduğun çocuk ölür.

Biliyorsundur ki, kendini öldüren her insan, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, çevresini suçlamaktadır. "Beni anlamadınız, bana yardım etmediniz; işte bu yüzden ölüyorum" demektedir sanki. Onu sevenler de, kendilerini sorgulayıp suçlamaya başlarlar. "O gün şöyle demeyecektim; şu gün onu aramam gerekirdi; neden bunu yapmadım, neden şunu yapmadım" diye acı çekerler. İntihar edenler, yalnız kendilerini değil, onları sevenleri de öldürürler bir bakıma. Kaldı ki, kendini öldürmek kolaydır. Anlık bir cesaret meselesidir sadece. Asıl zor olan yaşamaktır. Bunca felâket arasında, fazla rezil olmadan yaşamak gücünü bulmaktır asıl zor olan.

Vaktiyle Afrika'da bir yamyam kabilesinin törensel bir ağacı varmış. Yaşlılar, bu ağaca tırmanabildikleri sürece, kabilenin en değerli kişileri büyük saygı görürlermiş. Ama ağaca artık tırma-namayacak duruma gelince, herkes toplanıp bir şölen düzenler, ihtiyarı bir güzel pişirip yerlermiş. Sevdikleri tarafından bir şölende yenilmek düşüncesi bana ayrıca hoş geliyor. Bu yamyamlık olayı Hıristiyanlıkta da var. "Eucharistie" töreninde, Hazreti İsâ simgesel olarak yenilir. Papazın sunduğu ekmekle şarap, İsa'nın etini ve kanını temsil eder. İsâ, kendisine inananlara, "yiyin, için; işte etim, işte kanım" der. Eskimoların, ihtiyarları buzlar arasında ölüme terketmeleri ya da eskiden Japonların yaşlı annelerini karlı bir ormanda bırakmaları da fena değildir.

Uzun yaşamanın bir felâketi sevdiklerinizin ölümünü gör-mekse, bir başka felâketi de yalnızlıktır. İhtiyarlar aranmaz. Yaşıtlarınız sağlık durumlarından ötürü size gelemezler. Siz de ikide birde onlara gidemezsiniz. Gençlerin ve orta yaşlıların ise, işigücü vardır. Kimseyi aramaya pek vakit bulamazlar.

Yalnızlıkların en kötüsü, başkalarının arasında çekilen yalnızlıktır bence.

Vazgeçmekten vazgeçiyor.

Mezarım bu kabristanda olsun, yok şu kabristanda olsun diyenlere şaşarım. Mermerden mezar taşları yaptırıp sevdiklerinin kabrini ziyaret edenlere de. O mezardaki kemik parçalarının sevdikleri insanla ne gibi bir ilişkisi olabileceğini bir türlü anlayamadım.

Mezarları ziyaret edenler, şurada ya da burada gömülmek istiyorum diyenler, ruhun ölümsüzlüğüne inananlardır herhalde. Ölümsüz ruhlarının mezardan çıkıp, şu ya da bu kabristandan manzaranın güzelliğini seyredebileceğini sanıyorlar. Ne mutlu onlara!

Başka ülkelerde, isteyene dinsel cenaze, isteyene sivil cenaze yapılır, ama bizde dinsel tören olmadan toprağa verilmenin yolu yok. Ancak aslanım Aziz Nesin başarabildi bunu.

Yaşlanıp da ölüm korkusu arttıkça, dinsizler de dine yöne-lirlermiş sözde. Oysa, bende böyle bir şey olmadı. Ada Ki-zou'ya göre, Luis Bufiuel yaşlılığında, "hâlâ tanrıtanımazım Tanrıya şükür!" ("I am an atheist still thank God!") demiş. Ben de hâlâ öyleyim. Biliyorum, şimdi moda "agnostic" olmak. Herkes
"agnostic" "Tanrı var mı, yok mu, bilemem" pozunda. İflah olmaz bir dinozor sıfatıyla, bu bilemem'çilere fena halde içerliyorum. Çünkü bu kadar önemli bir konuda, insanın kesin bir karara varması ya Tanrıya inanması ya da inanmaması gerekir. "Gizemli bir güç var", "güçlü bir varlık var sanki" gibi lâflarla bu sorun geçiştirilemez.

Daha on iki yaşındayken, bir çocuğun basit mantığıyla, annem Şefika'ya dedim ki: "Eğer Tanrı varsa, iyi bir Tanrı olması gerekir.^3ysa bunca felâket var, savaşlar var, depremler var, trafik kazaları var. Hiçbir günah işlememiş insanlar, masum küçük çocuklar ölüyor. Böyle haksızlıklara izin veren, kötülüğe göz yuman bir Tanrıya ben neden inanayım?"

Sonunda, papaz dedi ki: "Sizinle tartışmamı, hattâ sizi ayıplamamı istiyorsunuz. Ama boşuna uğraşıyorsunuz; bunu yapmayacağım. Çünkü ikisi de öğretmen olan annemle babam, tıpkı sizin gibi; insansever, erdemli ve solcu dinsizlerdi. Bana kalırsa, onlar ve sizin gibileri, dindar geçinen çoğu insandan çok daha değerlidirler Tanrının gözünde."

Kendisi bir din adamı olan Jonathan Swift, "ancak birbirimizden nefret edecek kadar dindanz; birbirimizi sevecek kadar dindar değiliz" demişti.

Kinimin yok olduğunu hayretle anladım. Çünkü artık karşımda nefret ettiğim bir kavram değil, yani ahlâk düşkünü çirkin bir politikacı değil, etiyle kanıyla bir insan vardı. Artık çirkin politikacıyı değil; evlât acısı çekmiş babayı, sevecen dedeyi görebiliyordum sadece.

Osman Efendi herkesten çok içiyordu. O masada oturanların biriyle ilgili, şimdi ne olduğunu anımsamadığım ve sevecenliğini açığa vuran, çok ince, çok derin bir söz söyledi. Ben de "ne kadar iyi yüreklisin, Osman Efendi" deyince, "yüreğim temizdir; çünkü onu her akşam rakıyla yıkarım" dedi.

Genç avukat tanırım. Bir kaza sonucu bebekliğinden beri hiç göremiyor. Hukuk Fakültesi'ni birincilikle bitirmiş, yakışıklı bir adam. Evinde tek başına oturur; otobüslerle vapurlarla tek başına işine gidip gelir. Bir gece bir dost evinden dönerken, sözde onu korumak için koluna girdim. Ama ben onu değil, o beni korudu. "Dikkat edin, burada bir çukur var" dedi gülümseyerek. Başımız biraz ağrısa, sızlanıp dururuz. O görmeyen genç ise hep gülümser.

Sabahattin Eyüboğlu , "çeviri kadın gibidir; ya serbest ve güzel olur, ya da sadık ve çirkin" derdi.

Dahası, ölüm yaklaştıkça, yaşamdan ve doğadan daha fazla haz almaya başladım. Örneğin, Eylül sabahları eski İstanbulluların "sümbülî" dedikleri o hafif pembemsi sisin daha çok keyfine varıyorum. Kış günleri evimin önünde güneşin, akıl almaz kırmızılar, morlar, yeşiller içinde batması, bana daha çok heyecan veriyor.

O daracık yolda benden başka kimsecikler olmadığı için, trafik polisi rolünü üstlenmek zorunda kaldım. Bir de baktım ki, o güzel huyum dakikasında değişiverdi. Terbiye diye bir şey kalmadı bende. Ece Ayhan'ın dediği gibi, masanın öteki tarafına geçmiştim, yani iktidar bendeydi.

Beş dakikalık iktidarın bile beni ne hale getirdiğini görünce, kendimden korktum. Trafik sıkışıklığı halledildikten sonra, adamcağızlar bana bir de teşekkür edince, büsbütün rezil olduğumu hissettim. Ve inanmadığım Tanrıya şükrettim bana para bağışlamadığı gibi, iktidar da bağışlamadığı için.

1930'lu yılların Necip Fazıl'ı ile 194O'lı yılların Necip Fazıl'ı arasında uzaktan yakından en küçük bir benzerlik yoktur. Bunlar iki ayrı kişidir sanki. Birincisini çocukluğumdan beri çok iyi tanırdım. Annemin bir yakın arkadaşına âşık olduğundan, bizim evden çıkmazdı. İkincisini ise, hiç görmedim, hiç tanımıyorum. Çünkü ben de, bütün arkadaşlarım da 1940'tan sonra onunla selamı sabahı kesmiştik. Süper-Mürşit olarak parlak kariyerini, hayretler içinde uzaktan izledik ancak. Necip Fazıl, yavaş yavaş değişmedi. Dinle hiç ilgisi yokken, ansızın, sadece dindar değil, dinci oluverdi. O sıralarda duyduğumuza göre, bu şaşırtıcı değişimin nedeni tik sorunuymuş: Necip Fazıl'm bir yüz tiki vardı. Kaşı gözü acayip acayip oynardı ikide birde. Bu biçimsiz tikten kurtulmak için, böyle işlerin uzmanı bir şeyhe gitmesini salık vermişler. Şeyh efendi okumuş üflemiş ve ancak bir haftalık bir süre için, tikinden kurtarmış onu. İşte ne olduysa o bir hafta içinde olmuş. Bizim bohem şair Necip Fazıl, Süper-Mürşite dönüşmüş ansızın.

Bizim bildiğimiz Necip Fazıl çılgın bir gençti ve çılgınlığını abartmaktan, bunun kalıtımsal kökenleri olduğunu belirtmekten hoşlanırdı.

Necip Fazıl'ın içkisi ölçülüydü. Ama kumar tutkusu sınır tanımazdı.

Bizim memlekette kafa işiyle geçinen herkesin, işinden kovulunca açıkta kalmaması için, el emeğiyle yapılan bir işi de bilmesi gerektiğine inanırım. İşte bu yüzden, birinci smıf bir dadı olduğumu anlayınca, çok sevindim.

Çok kitap okuduğu için, Şefika'nm Fransızcası kusursuzdu. Zaten ona bakılacak olursa, İngilizceyi de, Almancayı da nedenli mükemmel bilirseniz bilin, Fransızca bilmedikçe gerçekten kültürlü sayılamazdınız. O sırada birçok Osmanlı ailesinde olduğu gibi Fransız uygarlığı tam bir egemenlik kurmuştu evimizde.

1950'den sonra, İslâmm bir oy toplama aracına dönüşmesine şiddetle karşı çıkmıştı. Örneğin devlet radyolarında Mevlitler başlayınca, öfkeden köpürür, bizim emektar Philips'i hemen kapatırdı. Kendisi dost evlerinde ya da camilerde Mevlitlere gider, başını örtüp, huşuyla dinlerdi. Birçok dizesini ezbere bildiği, Türk dilinin en güzel şiirlerinden biri saydığı Mevlit'i dinlemenin bir yeri, bir adabı vardı anneme-göre. Oturma odalarında, kimi bir divana uzanmış kitap okurken, kimi sofrayı kurarken, çocuklar bağıra çağıra oynarken dinlenemezdi Mevlit. Aynı yıllarda, namazın Türkçe yerine Arapça okunmasına da yoğun bir tepki göstermişti. Gerçi kendisi Kuran'ın Arâpçasmı okurdu, ama bu konuda eğitim görmüştü, okuduğunu anlardı. İslâm akla dayanan bir din olduğuna göre, bu eğitimi görme yen halkın dinlerini anlayabilmeleri için, Kuran'ı Türkçe okumalı, ezanı Türkçe dinlemeliydi.

Mayıs 1950'de Demokrat Parti seçimi kazanmıştı. Ülkeye demokrasinin geleceğini sanmış, felâketlerimizin başlangıcı olan bu seçim zaferine aptallar gibi sevinmiştik hepimiz. İsmet Paşanın en çok- kötülendiği, hattâ yerin dibine batırıldığı günlerdi.

Annem 1938'den 1950'ye kadar, yani on iki yıl boyunca, yakından tanıdığı İsmet Paşayı gidip görmeyi hiç aklından ge-çirmemişti. Kendini millî şef ilân ettiği, paralara pullara resmini bastırdığı için, ona ateş püskürüyordu. Gelgelelim, İsmet Paşa iktidardan da, çoğunun gözünden de düşer düşmez, Don Ki-şot Şefika, Park Otellere gidip onu görmek gereğini duymuştu. Uç saat sonra geri dönünce, neler olduğunu öğrendim: Şefika açmış ağzını, yummuş gözünü, İsmet Paşanın siyasal yanılgılarını sayıp dökmüş.

1960'ta 147'lik olup Üniversiteden atıldım.

Güzel konuşanların çoğu gibi, Şefika da başkalarıyla diyalog kurmaz, tek başına monolog yapardı genellikle. Ancak kendi ayarında kişilerle diyalog kurardı. O zaman da "göreceğiz, sen mi parlaksın yoksa ben mi?" yarışmasına dönüşürdü konuşmalar.

İyi konuşanların bir çeşit repertuarı vardır. Annemin anlattıkları da biraz repertuardandı. O öykülerin çoğunu daha önce birkaç kez dinlemiştim. Ne var ki, her defasında küçük eklemeler, yenilikler, çeşitlemeler yaptığından, gene de herkes gibi hayranlıkla dinlerdim annemi.

Ben gene aynı yaşlardayken, hiç unutamadığım bir şey söyledi bana: Kendi kafasını göstererek, "kızım" dedi, "bir kadının namusu belinden aşağısında değil, burada, kafasmdadır. Farzedelim ki, parası olduğu için, bir adamla evlendin. Sen namussuz bir kadınsın bunu yaptığın için. O adama bağlı kalsan da, onu hiç aldatmasan da, gene namussuzsun. Çünkü parası yüzünden oturuyorsun o adamla. Asıl orospuluk budur. Para uğruna cinsel ilişki kurmaktır asıl orospuluk. Hiç menfaat gütmeden ve başkalarına kötülük etmeden sevgili değiştiren bir kadına, ben orospu demem, çapkın kadın derim ancak. Senin çapkın bir kadın olmanı istemem. Ama çıkarını kollayan nikâhlı bir kadın olacağına, çapkın bir kadın o,l daha iyi."

Mustafa Kemal, kadınları hep yüceltiyordu. Kadınları dışlayan bir milletin çağdaş olamayacağını; uygar bir ülkede kadınların erkekler kadar önemli bir rol oynayacağını vurguluyordu. Kadınları toplum dışı tutmak, onları aşağılamak eğilimi, o sözümona "demokrat" partinin iktidara gelmesi ve gericiliğe ödünler verilmesiyle ancak 1950'den sonra başladı.

Bir tek örnek vermekle yetineceğim: İkisi de çok gençken, dayımın karısı, aile dostu bir delikanlıyla kırıştırdı, dayımı aldattı. Bunun üzerine, ailenin kadınları harekete geçtiler. Anneannem, annem ve teyzem, perişan bir halde olan dayımı karşılarına aldılar. "Karın sana karşı çok kötü davrandı, bunu biliyoruz" dediler. "Ama o, senin üç yaşındaki oğlunun anasıdır. Çirkin durumlar olmamalı, adı lekelenmemeli. Onun için, suçu kendi üstüne alıp hemen boşanacaksın." Bu üç güçlü kadına karşı dayıcığım ne yapabilirdi ki? Hemen boşanmaya razı oldu zavallı. Derken, boşanmadan sonra aynı üçlü anaerkil heyet, aile dostu delikanlıya gittiler. Onu da karşılarına alıp dediler ki: "Sen, bu genç kadının hayatını mahvettin, boşanmasına neden oldun. Şimdi tek yapacağın şey, onunla bir an önce nikâhlanmaktır." Aile dostu delikanlının da bu karara boyun eğmekten başka çaresi yoktu elbette. Gerçi yengemin ikinci evliliği ancak bir iki yıl sürdü; ama çok güç bir durumdayken imdadına yetiştikleri için, büyük bir minnet duydu bizim anaerkil ailemizin kadınlarına. Onları her zaman görmeye geldi, büyük bir saygı gösterdi onlara.

Onlar "kadınlar eziliyor" diyorlar. Ben, "böyle adaletsiz bir toplumda, böyle bozuk bir düzende kadınlar da ezilir, erkekler de" diyorum. Hattâ, erkeklere bir sorumluluk duygusu verildiği, "sen ailenin babasısm, çoluğunu çocuğunu sen geçindireceksin" denildiği için, erkeklerin kadınlardan belki daha da çok ezildiğini söyleyince,

Delikanlı babam biraz çapkınmış. Ama avlayan çapkınlardan değil, avlanan çap-kınlardanmış. Yani bir kadın ona göz koyunca, kolayca teslim olurmuş. Bu yüzden annemi birçok kez aldatmış.

Gençliğinde Falih Rıfkı, Mustafâ Kemal devrimini canla başla savunan bir gazeteciyken, yaşlandıkça idealizmini yitirdi. Her zaman Türkçeyi çok iyi kullanan usta bir yazar kalmakla birlikte, kurulu düzene uymaya başladı. Verdiği ödünler çıkarı uğruna değildi. Bunu kesinlikle biliyorum. Ne parada gözü vardı, ne de yüksek bir mevki kapmakta. Ona büyükelçilik önerilince, duraksamadan reddetti. Salt gününü gün etmek, dostlarıyla akşam sohbetlerinde bir iki kadeh rakısını rahat içebilmek, küçük keyiflerinden yoksun kalmamak uğruna, işin kolayına gitti, kötü bir düzene boyun eğdi.

Halikarnas Balıkçısı diye anılan Cevat Şakirt, çocukluğumda değil, ancak gençliğimde tanıdım. Çünkü ben doğmadan önce babasını öldürmüş, Cumhuriyet ilan edilip genel af Çıkıncaya kadar Sinop hapishanesinde yatmış, sonra da siyasal bir suçtan ötürü Bodrum'a sürülmüştü.

Babasının yerine bir yabancıyı öldürmesini çok daha korkunç sayardım. Bu bir paradoks değil; çünkü çoğu erkekler en büyük çatışmalarını babalarıyla yaşarlar, sevgiyle karışık en acımasız kinlerini onlara karşı duyarlar. Bir öfke ve çılgınlık ânında, yapamayacakları şey yoktur. Cevat Şakir de işte böyle bir öfke ve çılgınlık ânı yaşamış. Babası silâhına davranmca, o da silâhına davranmış ve olan olmuş.

Cevat bana bir katil görünmedi hiçbir zaman. Hiç kan dökmedikleri halde, ondan bin kat daha katil insanlarla dolu yeryüzü.

İhtiyarlar yaşlandıkça geçmişe geri döner, eski günlerini, çocukluklarını daha iyi anımsarlarmış.

Gelgelelim, on beş yaşından sonra futbolu bırakmak zorunda kaldım ve eski yosmalar yaşlanınca olağanüstü erdemli görünmeye özen gösterdikleri; artık aşiftelik edemediklerinden, kendilerinden genç kadınları aşifte olmakla suçladıkları gibi, ben de futbol oynayamayacak yaşa gelince, futbola düşman kesildim. Futbol merakım baltalamak için, elimden geleni yaptım. Portekiz'i yıllarca yöneten diktatör Salazar'ın, "3F" sayesinde ülkesinde egemenlik sağladığını ikide birde anlatıp durdum. Bu 3F'den birincisi Fado {Portekizlilerin bizimkinden kat kat daha güzel olan arabesk müziği), ikincisi Fatima yani din (çünkü 1917'de Fatima adlı bir köyde Meryem Ana üç küçük çocuğa sözde görünmüş ve orası bir hac yeri olmuştu), üçüncüsü de futboldu.

Başladığım kitabı, kötü de olsa bitirmek huyundan Fethi Naci'nin bir sözü sayesinde kurtuldum: "Karpuzu kestin. Baktın ki kabak. Gene de zorla yiyecek misin o karpuzu?" demiş Fethi Naci.

artık Robert Lisesi adını alan Arnavutköy Kız Koleji,

Bu park şimdi Boğaziçi Üniversitesi olan Robert Kolej'in

Ben, "yemeyeceğim" dedim. Öğretmen de hiç itiraz etmedi, "nasıl istersen" dedi. Oysa ben, "birazcık ye, n'olur" diye yalvarıp yakarmalarına; "seni şuraya götüreceğiz, sana şunu alacağız" diye vaatlerde bulunmalarına; hattâ, yerken beni eğlendirmek amacıyla, kimi zaman konukların bile katıldığı küçük show programları yapmalarına alışıktım.

Anadolu'dan göç, ancak 1950'de başladı ve gittikçe ivme kazandı.

Eski istanbullular, kendilerini bir çeşit aristokrasi sayıyorlar artık. Kimi zaman benimle konuşan bir şoför ya da bir bakkal, "ben Kont dö bilmem neyim" ya da "ben Lord bilmem kimim" edasıyla, "teyze, ben doğma büyüme İstanbulluyum" diye övünüyor.

Eski İstanbul'un çekiciliğinin büyük bir kısmı, ikisi de artık ortadan yok olan, iki etnik gruptan, Rumlardan ve Beyaz Ruslardan kaynaklanıyordu. Rumlar, kendilerinde çok bol olan yaşama sevincini, sanki boca ediyorlardı İstanbul'un üstüne. Biz Türklerin başlıca doğuştan hüzünlü olmamızdır bence, onlar ise doğuştan neşelidirler. Türk sarhoş olunca, ya ağlar, ya kavga çıkarır. Rum ise, sarhoş olunca, oynayıp şarkı söyler.

Mustafa Kemal Paşa ile (gençliğimde ve çocukluğumda hep öyle derdik ona)

Dikkat edilirse, Atatürk değil, hep Mustafa Kemal diyorum. Çünkü altmış yıldır Atatürk diye diye, bayağının bayağısı hamasî sözler söylendi, berbat bir edebiyat yapıldı. Atatürk adı bir yığın çıkarcı politikacının ağzında kirlendi, gerçek Mustafa Kemal ile uzaktan yakından ilgisi olmayan nerdeyse gerici bir kavrama dönüştü. Oysa gerçek Mustafa Kemal tam anlamıyla bir devrimciydi. 1789 Fransız İhtilâli kadar radikal bir değişim yaptı memlekette. Giydiğimiz kılıktan tutun da okuyup yazdığımız harflere kadar her şeyi kökten değiştirdi. İşte bu yüzdendir ki, onun devrimci kişiliğine inananların, kendilerine Atatürkçü değil de, Kemalist demelerini daha yerinde buluyorum.

1930'da, memlekette ilk ve ne yazık ki son kez, okuma yazma oranı yüzde doksan beşe kadar yükseldi.

bir baloda (Cumhuriyetin ilk yıllarında kadınlarla erkekleri bir arada eğlenmeye alıştırmak amacıyla boyuna balolar verilirdi)

Karizma sözcüğü gelişigüzel kullanılıyor şu sıralarda. Ama asıl karizmanın ne olduğunu anlamak için, onu şöyle bir görmek yeterdi. Boyu, günümüzün ölçülerine göre kısa sayılabileceği halde, (çünkü iyi beslenme, vitaminler ve spor sayesinde, Türklerin boyu uzadı artık) Mustafa Kemal öyle biçimliydi ve öyle iyi giyinirdi ki, uzun boylu izlenimini verirdi.

Mustafa Kemal, bir yolunu bulup, gece yarısı Dolmabahçe Sara-yı'ndan kaçmış. Onu herbir yerde aramışlar, İstanbul'un altını üstüne getirmişler. Sabaha doğru, Sarıyer'de bir balıkçı meyhanesinde bulmuşlar. Rum balıkçılarla rakı içiyor, sirtaki oynuyor, onlarla birlikte çok sevdiği thalassa türküsünü söylüyormuş-Mustafa

Şefika'ya bakılacak olursa, Gazi Mustafa Kemal tam anlamıyla bir insan sarrafıydı. Birine bakar bakmaz, ne biçim bir insan olduğunu dakikasında anlardı:

Anneme göre, Mustafa Kemal, kimin sert eleştirilerle, kimin tatlı sözlerle yola getirileceğini de çok iyi bilirmiş. Bunu kanıtlamak için de, ressam Namık İsmail'in annesinin öyküsünü anlatırdı: Bütün kadınlar başlarını açmışken, eskiden çok güzel olan bu yaşlı Çerkez kadını başını örtmekte direniyor-muş. Bir resepsiyonda (o zamanki kokteyllere resepsiyon denilirdi) annem, Mustafa Kemal'in gidip yaşlı Çerkezin yanına oturduğunu görmüş. Neler olacağını izlemek için, Şefika da oraya yönelmiş. "Bizimki" çok ince, çok zarif iltifatlarla bu yaşlı kadının güzelliğini uzun uzun övmüş. Sonra, "hele bu ak saçlarınız yok mu! Hiçbir genç kadının saçı bu kadar güzel olamaz!" diyerek, elini kaldırmış, ihtiyarın saçlarını okşarcasına siyah dantelden başörtüsünü arkaya doğru itmiş. Namık İsmail'in annesi, yağmur da yağsa, kar da yağsa, başını bir daha hiç örtmemiş o günden sonra.

Gereğinde insanları baştan çıkarmakta ustalığından ötürü, gözüpek annem, "milli şefimiz" yerine, "milli aşiftemiz" diye bir ad takmıştı Mustafa Kemal'e. Ona hemen yetiştirmişler bunu. Kızacağına kahkahalar atmış.

Anneme bakılacak olursa, Mustafa Kemal, kişisel yaşamında yalnız ve mutsuz bir insandı. Yakın çevresinin içtenliğine de tam bii güven duyamıyordu. Annem, son yıllarında küçük Ül-kü'ye bağlanmasını çok anlamlı bulurdu bu açıdan. Çünkü beş yaşında bir çocuğun ona dalkavukluk etmesi söz konusu olamazdı. Onun sevgisine güvenebilirdi hiç olmazsa. Mustafa Kemal çok küçükken yatılı askeri okula verilmiş, anne sevgisinden yoksun kalmıştı. Âfet Hanım dışında, hiçbir kadınla uzun süren mutlu bir ilişki kuramamıştı.
Mustafa Kemal'in ölümünden sonra, Fevzi Çakmak'ın cumhurbaşkanı seçileceğinden korkuyorduk. İsmet Paşa seçilince rahatladık. Annem radyoda haberi dinledikten sonra, "artık bu millet sevgilisini kaybetti, kocasıyla uslu uslu oturması gerekecek bundan böyle" dedi. Şefika bunu bir espri yaparcasına değil, ağlayarak söylemişti.

Yahudi ve anti-Nazi hocaları Türkiye'ye çağırmak, Mustafa Kemal'in yaptığı en doğru işlerden biriydi. Ne var ki, Amerika, onları birer birer kaptı elimizden. Örneğin bölüm başkanımız Leo Spitze/den ancak bir tek ders yılı yararlanabildim. Onun yerine gelen Profesör Eric Auerbach'dan ise mezun oluncaya 174 kadar. 1950'den sonra, Auerbach da, ötekiler de en ünlü Amerikan üniversitelerine yerleşti; ancak birkaçı kaldı bizde. Ne var fof Türk öğretim üyelerini yetiştirmişlerdi bu arada. Böylece olumlu etkileri onlar gittikten sonra da sürdü.

Hocalarımız, Türkiye'ye sığınmadan önce çektiklerinden hiç söz etmezlerdi. Ancak bir tek kez, Profesör Eric Auerbach, ona ısrarla bazı sorular sormama karşılık, şöyle dedi: "Günün birinde, bir Çerkez büyükannen olduğu için senin Türk olmadığını söylerlerse, sen ne hale düşersin? İşte bana bunu söylediler. Büyükannelerimden biri Yahudi olduğu için, benim Alman olmadığımı bildirdiler." Alman olmamakla suçlanan Auerbach, henüz yirmi yaşındayken, Birinci Dünya Savaşı'nda Alman ordusunda erlik etmiş; ayağından yaralanmış, ömrünün sonuna kadar özel ayakkabılar giymeye ve topallamaya mahkûm bir Almandı üstelik. Hitler, iktidarı seçimle ele geçirinceye kadar soyunda bir Yahudi büyükanne olduğu hiç aklına gelmemişti.

Kırk yıllık öğretmenliğim sırasında şunu anladım ki, ya iyi bir oyuncu gibi inandırıcı olacaksın, seni benimseyecekler; ya da sana inanmayıp reddedecekler. Bir de sevgi giriyor işin içine. Eğer öğrencilerin seni sevmezse, sen de onları sevmezsen, onlara bir tek şey öğretmenin yolu yoktur.

Birinci derece sanatçı, bir oyunu yazan ya da bir müzik parçasını kompoze eden kişidir. Aktör de, virtüöz da birer yorumcu, dolayısıyla ikinci derece sanatçılardır sadece.

Ne gariptir ki, 1940 ilkbaharında Paris'te yaşamadığım savaş paniğini, 1941 ilkbaharında İstanbul'da' yaşadım. Naziler, memleketi çepeçevre sarmışlardı.. Savaşa girmemiz için, Almanların da Müttefiklerin de baskısı altındaydık. İsmet Paşa ise, bunu engellemek amacıyla akıllara sığmaz bir ustalıkla siyasal cambazlıklar yapıyordu. Örneğin saat 16.00'da İngiliz elçisine, yarım saat sonra Alman elçisine randevu veriyordu. Biri girer, öteki çıkarken, iki elçi birbirlerini görüyorlar, İsmet Paşa hangimizden yana savaşa girmeye karar verdi acaba diye meraktan çatlıyorlardı.

İsmet Paşa, savaşın sonuna doğru, Müttefiklerin zaferi kesinleşince, onlardan yana savaşa girdi.

İsmet Paşa hükümetinin, savaşın başlangıcında Nazilere kolaylıklar yaptığına, Alman savaş gemilerinin Karadeniz'e geçmesine göz yumduğuna, bir rastlantı sonucu şahsen tanık oldum.

1941 ilkbaharında, Anadolulu öğrencilerin bir an önce evlerine barklarına dönmeleri için, İstanbul Üniversitesi'ndeki dersler Nisan ortasında kesildi. Nazi ordusu her an İstanbul'a girebilir, her an ölebilirdik.

Halide Hanımın'Demokrat Partisi listesinden milletvekili seçildiği 1950 arasında geçen yıllar,

Halide Edip ise, böyle akademik bir eğitimden geçmeden, pike uçuşla, profesörlüğe atanmıştı. Bu, onun kabahati değil, İsmet Paşanın kabahatiydi elbette.

Beni korumasının en güzel örneğini faşistlerin Tan gazetesinin matbaasını yıktıkları gün gördüm. O gün, kalabalık bir faşist grubu, o sırada Fındıklı'da, Güzel Sanatlar Akademisine bitişik olan bizim Fakülteye de saldırdı. Başta Prof. Sadrettin Celâl olmak üzere, solcuların hepsini öldürmekti amaçları. Ben de, ne yapacakları merakı içinde etrafta koşuşup duruyordum. Halide Hanım beni buldu. "Sana söyleyeceğim bir şey var" diyerek, kendi odasına götürdü. Kapıyı açtı, beni boş odaya itti ve kapıyı üstüme kilitledi. Patırtıları gürültüleri, öğrenci kızların korku çığlıklarını ve ülkücü gençliğin kurt ulumalarını dinleyerek, o odada saatlerce kapalı kaldım.

Halide Edip ile üçüncü tür ilişkimiz, yani kadın kadına konuştuğumuz anlar, ender olmakla birlikte, çok ilginçti. Bu konuşmalar sırasında, Halide Edip'in, onlara yüz vermeden bile, birçok erkeğin aklını başından aldığını, onlara tamamiyle egemen olduğunu anladım. Falih Rıfkı'nın anlattığına göre de, aralarında hiçbir şey geçmediği halde Cemal Paşayı, öyle sultası altına almış ki, adamcağız onunla danışmadan, onayını almadan, basit bir evrakı bile imzalayamayacak hale gelmiş. Halide Hanımla bir çatışma konumuz da Mustafa Kemal'di. Mustafa Kemal'i hiç sevmezdi. Onun yakışıklı olduğunu bile kabul etmezdi. Mustafa Kemal'in güzelliğiyle ünlü elleri için, "hiç de güzel değildi elleri; kaplan pençesine benzerdi" demişti bana.

Falih Rıfkı'nın bu konuda bir yorumu vardı: Halide Edip, öteki erkekleri etkilediği gibi, Mustafa Kemal'i de etkilemek, ona da egemen olmayı aklına koymuştu. Mustafa Kemal'in, Halide Hanıma gelip, evinde bir acı kahve içerken, "ha- 202 203 nımefendi, ne dersiniz> acaba Cumhuriyeti ilan edeyim mi?" ya da "Halifeliği kaldırmamı doğru buluyor musunuz, Hanımefendi?" diye sorarak icazet almasını istemişti. Mustafa Kemal bunu yapmayınca da, ona düşman kesilmişti. Halide Edip'in İngilizce anılarında gördüğüm bir fotoğraf Falih Rıfkı'nm pek yanılmadığmı kanıtlıyordu: Fotoğrafçı bir dalgınlık sonucu, Mustafa Kemal ile Halide Edip'i aynı filme çekmişti. Önde net bir Mustafa Kemal; arkasında da, bir gölge halinde, hayal me-yal görünen bir Halide Edip vardı. Fotoğrafın altında da "Mustafa Kemal Paşayı yönlendiren kadın" anlamına gelen "the woman behind Mustafa Kemal Pacha" yazılıydı. Halide Edip'in istediği buydu. Gazi'yi desteklemekle kalmayıp, ona yol gösteren kadın durumuna gelmeye karar vermişti. Bu isteğini gerçekleştiremeyeceğini anlayınca da, yenilgiye katlanamamış; memleketten uzaklaşmayı yeğ tutmuştu.

"Halide Edip, şu adamla sevişti, bu adamla sevişti diye birtakım lâflar duyacaksın. Bunların hepsi yalan. Ben bir tek erkeği sevdim ömrüm boyunca. O tek erkek de altı ay sonra benden bıktı. Beni aldatmaya başladı. Her şeyi biliyordum. Her şeye razıydım. Yeter ki onu görebileyim, ona dokunabileyim.

Halide Edip, başka erkeklere egemen olarak, bu karşılıksız aşkm hıncını almak isteyen mutsuz bir kadındı aslında.

Oscar Wilde, yazılarına ancak yeteneğini, asıl dehâsını yaşamına koyduğunu söyler. Ahmet Haşim'in de şiirlerine sadece yeteneğini, asıl dehâsını kişiliğine koyduğunu söyleyebiliriz.

Ahmet Haşim, Yahya Kemal gibi Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya yalvarıp yakarıp, milletvekili ya da büyükelçi olmaya tenezzül etmedi.

Haşim'in kişiliği bana ne kadar çekici geldiyse, Yahya Kemal'inki de o kadar itici geldi. Yahya Kemal usta bir Şair, ama küçük bir insandı. Onu tanımadan yalnız şiirlerini 210 211 okuyanlara gıpta ediyorum. Ne yazık ki, ben yakından tanıdım onu. Nâzım Hikmet'in bir şiirinde dediği gibi, göğsünde yürek yerine bir "idare lambası" yanardı. O idare lambasının cılız ışığı bile sönerdi zaman zaman. Üvey babamın yalancısıyım ama, Falih Rıfkı, "Mustafa Kemal'in ayaklarına kapanıp yalvaran bir tek kişi gördüm hayatımda. O da Yahya Kemal'di. Resmen ayaklarını öpüyordu" demişti. Yahya Kemal tam anlamıyla bir asalaktı. Ömründe çalışmamıştı.

Nâzım Hikmet'in annesi ressam Celile Hanımla, uzun süren fırtınalı bir aşk yaşamıştı. Annem bir gün ona, "ne yazık, birbirinizi bir türlü sevemediniz" demiş. Yahya Kemal de "hayır, birbirimizi çok sevdik; ama aynı zamanda değil" diye yanıt vermiş.

Bunları hiç yazmamam gerekirdi belki. "Adam büyük şair; ahlâkından sana ne? Ne diye deşiyorsun bunları?" diyerek, bana karşı çıkanlar olabilir. Ama ben, onun büyük şair olduğuna da inanmıyorum. Usta olmasına usta, ama gerçekten büyük şair değil bence. Çünkü öyle olsaydı, bu kadar küçük bir adam olmasının yolu yoktu.

1948'de Behice Boran, Niyazi Berkes ve Pertev Naili Bora-tav ile birlikte mahkemeye verilmişti. Mahkemede aklanınca, üçünün da kadrosu lağvedilmiş, açıkta kalmışlardı. Böylece ülkesinin koşulları bu inançlı sosyalisti öğretim üyeliğinden koparmış, eyleme itmişti. Behice Boran bu eylemi sonuna değin, büyük özverilerde bulunarak, büyük acılara katlanarak, başarılı bir dirençle sürdürdü.

Aziz Nesin, Türk aydınlarının onuruydu, Türk aydınlarının şanıydı bence. Çünkü hepimizin düşündüğünü, ama dile getirmekten çekindiğini, ancak o söylerdi hiç korkmadan, açıkça. Örneğin çoğumuz tanrıtanımazdık. Ama bunu açıklamayı göze alamaz'

Bir tek Aziz Nesin, "ben tanrıtanımazım" derdi dobra dobra.

Vakıf kurulduğu sırada, bizim sol enteller dudak büktüler. "Ne yani?" dediler. "Birkaç kimsesiz çocuğu eğitecek de, memleketi mi kurtaracak?" Oysa Aziz Nesin'in böyle bir iddiası yoktu. O sırada bana söylediği gibi, tek amacı, küçükken kendi çektiği sıkıntıları, yirmi otuz çocuğun çekmemesiydi.

Yaşama içgüdüsü ağır bastığından, ihtiyarlar kendilerini korurlar. En yiğitleri bile, "hava bu kadar sıcakken ya da böyle soğukken, oraya gidemem, şuraya gidemem; ö yolculuğa çıkamam; bu toplantıya katılırsam, fazla yorulurum" derler kendi kendilerine. Ama Aziz Nesin'in böyle küçük hesapları yoktu. Öteki vakıf kurucuları gibi miras yiyerek ya da ticaret yaparak değil, salt yazı yazarak kazandığı serveti kimsesiz çocukları eğitmek uğruna harcadığı gibi, kendi sağlığını da siyasal inançlarını savunmak uğruna harcadı. Her bir yana koşuşuyor; bütün toplantılara, TV programlarına, açık oturumlara, eylemlere katılıyordu. Türk aydınlarının temsilcisi olduğuna göre, katılması da şarttı. Belki daha üç dört yıl yaşayıp yazabilecekken, işte bu yüzden öldü.

Abidin Dino'nun üçüncü şaşırtıcı yanı, bütün sanatçılar bir tek alanda uzmanlaşırken, onun her sanat dalma el atmasıydı.

Çünkü Abidin, Rönesans sanatçıları gibi, her sanat dalında başarılı olabilirdi.

Sovyet devriminden umut kesmeye başlamamın nedenlerinden biri de Rusların Enternayonal'den vazgeçip "millî" bir marşı kabul etmeleridir zaten.

Neyzen'in çoğu parçalan gibi bu da kendi doğaçlaması olduğunu daha sonraları anladım. Çünkü Neyzen, genellikle başkalarının müziğini değil, ancak kendi müziğini üflerdi neyine.

Bu Bektaşi dervişinin hiçbir kurumun isteklerine boyun eğmeyeceğini; ancak kendi canı isteyince neyini üfleyeceğini bilmiyorlardı. Kaldı ki, Neyzen Tevfik alkolik değil, tıpkı Edgar Alan Poe gibi dipsomandı.

Alkolik, normal yaşamını sürdürebilmek; örneğin yıkanıp, giyinip, işine gidebilmek için, bir miktar alkol almak gereksinimini duyan kişidir. Sabahtan başlayıp, bütün gün içer. Ne var ki, ölçüyü kaçırmazsa, fazla içmezse, çalışma yaşamını az çok sürdürebilir.
Dipsomanların durumu ise, alkoliklerinkinden beterdir. "Dipso" içmek isteği/ "mania" da delilik anlamına geldiğine göre, dipsornaniyi delice içmek hastalığı diye tanımlayabiliriz. Dipsomanlar, haftalarca, kimi zaman aylarca, hiç alkol almazlar. Sonra durup dururken içki nöbeti başlar. Hiç ara vermeden, çılgınca, ölesiye içerler. Bu alkol delirmesi, genellikle bir "fugue" yani bir kaçışla sonuçlanır. Adamı evinden kilometrelerce uzakta, bilinçsiz bir durumda bulurlar. Örneğin Beyoğlu'nda oturan biri, Şile yolunda bir hendekte bulunur.

Ney üfler, dinleyeni ağlatır; sonra peşpeşe espriler patlatır, insanı katıla katıla güldürürdü.

Sait, kıskançlık denilen duyguyu hiç anlamadığını anlatıyordu bana. "Senin âşık olduğun kadına o da tutulduğu için, bir erkeğe nasıl düşman kesilirsin, nasıl kıskançlığa kapılırsın?" diyordu. "Seninle aynı duyguları paylaşan adam, sana en yakın insandır, senin can kardeşindir"

1930'lu hattâ 194O'lı yıllarda, İstanbul'da oturan aydınların, Anadolu'dan haberleri yoktu. Kendi memleketleri, hiç görmedikleri, görmeyi de pek merak etmedikleri yabancı bir ülkeydi sanki. Artık iç turizm dediğimiz olay yok, sadece dış turizm vardı. Şimdi Akdeniz ya da Ege kıyılarına gitmeye can atan İstanbullular eskiden kendi kentlerinin sayfiyelerine giderlerdi yazları.

Şiirin güzelliği bir yana, komünist Nâzım Hikmet'in gerçekten yurtsever olduğu kafalarına dank etmişti herhalde. Zaten Nâzım Hikmet'in şiirlerinde, dinleyenleri sessizliğe gömmek gibi bir keramet vardır:

1950'li yılların yeni zenginlerinin görgüsüzlüğünün bir örneği, Turgut Özal'ın millete aşıladığı zihniyet yüzünden, Türkler hem daha çok para kazanmak istiyor; hem de çok parası olduğunu herkesin bilmesini istiyor artık.

Çağımızın sözde yükselen, ama aslında alçalan değerleri arasında damarıma en çok biri "globalleşme" dedikleri palavra. Ben enternasyonalizme, yani sınırların ortadan kalkmasına, milletlerin tam anlamıyla kaynaşmasına inanan bir dinozorum. Globalleşme ise, enternasyonalizmin tam tersi benim gözümde. Globalleşme lâfı arttıkça, insanlar aynı küre içinde birleşeceklerine birbirlerine büsbütün düşman oluyorlar. Etnik gruplar arasındaki düşmanlıklar artıyor. Çeçenlerle Ruslar; Boşnaklarla Hırvatlar, Sırplar, Slovaklar birbirlerine giriyorlar. Marx, enternasyonalizm sayesinde bütün dünya emekçilerinin birleşmesini istemişti. Globalleşmede ise birleşen ancak büyük kapitalistlerin yönettikleri büyük şirketlerin paraları. Globalleşen insanlar değil, paralar ancak. Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi dön-mekse; eğer yaşadığım çağ toplumsal adaletsizlik üstüne kuru-luysa; eğer yaşadığım çağ inandığım her şeyi yadsıyorsa; eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense, ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda kalayım? Tam tersine, başkaldırının, direnirim böyle bir çağa karşı. Bu yüzden dinozorlukla suçlanmam da vız gelir bana. Çünkü ben dinozoru, tarihöncesi çağların nesli tükenmiş bir hayvanı olarak değil; geçmişin doğruluğu kanıtlanmış ve yadsınmaz değerlerini yeni sentezler yaparak geleceğe taşımayı amaçlayan bir yaratık olarak tanımlıyor, dinozorluğumla övünüyorum.

Ö.D.P. sosyalist bir parti olduğu için ona umut bağladığımı; bundan önceki uygulamalara hiç benzemeyen yepyeni ve doğru dürüst bir sosyalizm istediğimi; böyle bir sosyalizmin insan haklarını da, kadın haklarını da, çevre korunmasını da nasıl olsa kapsayacağını; bunun bir ütopya sayılacağını, ama çocukluğumu Cumhuriyetin ilk yıllarında, yani toplumsal alanda ütopyaların gerçekleştiği bir dönemde geçirdiğim için, ütopyaları boş hayaller saymadığımı söyleyince, bir alkış daha koptu.

Üniversitelerimizde Türkçe yerine İngilizce eğitim yapılması tam bir rezalettir bence. Yabana diller elbette ki öğretilmelidir; hem de çocuk küçükken ilk okulda başlayarak lise öğrenimi süresince devamlı öğretilmelidir. Ama üniversitelerde ancak yabancı filolojilerdeki Türk hocalar yabancı dil kullanabilir. Örneğin, İngiliz edebiyatı dersi verirken, bir öğretim üyesi İngilizce konuşmayı, ötekisi Türkçe konuşmayı yeğ tutabilir. (Nitekim ben kendim, öğrencilerim İngiliz edebiyatı okuduklarına göre, mümkün olduğu kadar bu dili duymaları için, İngilizce ders verirdim.) Ama şimdi birçok üniversitede yapıldığı gibi, bütün derslerin İngilizce verilmesinin, bunun "Globalleşme" denilen yutturmacanm doğal bir sonucu sayılmasının, sömürge olduğumuzu resmen kabul etmekten başka bir anlamı olamaz. Avrupa ülkeleri de globalleşiyor sözde. Gelgelelim, Fransa'da, Almanya'da, İtalya'da, İspanya'da İngilizce eğitim yapan bir tek üniversite yok. Ne acıdır ki/ ancak bizim memleketimizde var böyle bir kepazelik. Üstelik anladığım kadarıyla yabancı dilde yüksek öğretim görenler, ne o dili doğrudürüst öğrenebiliyorlar, ne de kendi ana dillerini. İngiKzceleri de yarımyamalak kalıyor, Türkçeleri de.

Bir şey sanan ben, toplumsal ve ekonomik düzenin korkunç haksızlığının bir ürünüydüm sadece: Büyük bir kentte, çok aydın bir çevrede büyümüştüm, en iyi okullarda okutulmuştum; gümüş tepsilerde bana kültür sunulmuştu sanki. Ama o kulübenin önündeki köylü kızı olsaydım, etrafımı saran yoksulluğun demir çemberini kıramayacaktım; kültürlü bir çevreden, iyi bir eğitimden yararlanamayacaktım. Dolayısıyla, ben "ben" olamayacaktım. O köylü kızı, benden çok daha akıllı, çok daha yetenekliydi belki de. Ama o kulübenin önünde kalmaya mahkûmdu ömrü boyunca. Bu haksızlığı ortadan kaldıracak yeni bir düzen arayışı, beni solculuğa yöneltti doğal olarak. Gerekli kitapları okumaya başladım. Böylece sosyalist, daha doğrusu komünist oldum.

Örneğin Sovyet Rusya'daki durumu, orada gerçek bir komünizmin kurulamadığını, bu gidişle ileride de kurulamayacağını çok çabuk anlamıştım. Ve hiçbir zaman Maocular grubuna girmediğim halde, anti-Sovyet bir komünisttim öteden beri.

Rus Devriminin, özellikle Lenin'in ölümünden sonra, edebiyata ve sanata düşmanca tutumu hiç aklımdan çıkmıyor.

Sovyetlerde olup bitenler üstüne kuşkularımı sol düşmanlarına hiç söylemiyordum elbette. Ama kendi ideallerimi paylaşanlara sık sık açıyordum bu konuyu ve en yakın dostlarımla birbirimize giriyorduk. Ne gariptir ki, eleştirilerime çok sert tepkiler göstereceğini sandığım Behice Boran, bana karşı hiç de haşin davranmıyordu. İç savaş, ekonomik sorunlar, İkinci Dünya Savaşı, Batının düşmanlığı yüzünden benim düşlediğim güzel sosyalizmin orada henüz tam kurulamadığını kabul ediyordu. Ama ileride mutlaka kurulacağına inanıyordu.

Gerçi Sovyet Rusya'da benim düşlediğim ideal komünizm kurulamamıştı. Ama toplumsal düzende çok olumlu değişiklikler yapılmıştı gene de. Hiç kimse aç değildi; herkesin iyi kötü bir işi vardı; herkesin, çok küçük de olsa, barınabilecek bir evi vardı; eğitim de sağlık hizmetleri de ücretsizdi. İşte bu yüzdendir ki, Rusya'da ve Doğu ülkelerinde, Gorbaçov'un önerdiği türden bazı değişiklikler, daha demokratik yöntemlere doğru bir yönelme bekliyordum da, böylesine iğrenç bir çöküşü, Rusya'nın vahşi kapitalizmlerin en vahşisini benimseyeceğini, Mafya'nm egemenliğini, yani bütün bu kepazelikleri beklemiyordum.

Bir turist grubuyla Rusya'ya yaptığım bir haftalık gezi sırasında, kaldırımlarda müşteri bekleyen güzel Rus kızlarını görmüştüm. Ama liselerde en iyi meslek konusunda yapılan bir araştırmada, on altı yaşında Rus kızlarının, birinci en iyi meslek olarak işletmeciliği, ikinci en iyi meslek olarak da fahişeliği açıkça seçeceklerini beklemiyordum.

1917 Rus Devriminin sonu kötü, hem de çok kötü oldu. 1789 Fransız Devriminin sonu da kötü, hem de çok kötü olmuştu. Ama ne gariptir ki, Yeltsin'lerin yönetiminde kapitalizmlerin en berbatı da, terör dönemi ve Napoleon'un savaşları da, bu iki devrimin şanını söndüremedi gene de. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik kavramı insanlığa her zaman ışık tuttuğu gibi, Le-nin'in devrimi de insanlığın yolunu aydınlatacaktır her zaman. Şimdi sonu kötü olan başka bir devrimden, Fransız İhtilali ya da Rus ihtilali gibi bütün dünyayı değil, sadece biz Türkleri ilgilendiren bir devrimden, 27 Mayıstan söz etmek istiyorum. 1960'da henüz doğmamış ya da küçük yaşta olanlar, "bu kocakarı delirmiş! O ilk askerî darbeye nasıl devrim diyebilir?" diye hop oturup, hop kalkacaklar, öfkeden köpür köpür köpürecek-ler. Hakları da var; çünkü 1960'da kırkını geçmiş olan bizler gi- bi, o günleri yaşamadılar. Onların gözünde 27 Mayıs, öteki darbelere örnek olan bir ordu müdahalesi. Oysa hiç de öyle değildi aslında. Çünkü bu darbeyi, başta generaller, bütün ordu değil, Millî Birlik Komitesi denilen küçük bir subay grubu yapmıştı. General Cemal Gürsel bile, son dakikada geçmişti harekâtın başına. Biraz önce söylediğim gibi, 27 Mayıs kötü bitti. Çok olumsuz yanları oldu. Yassıada . dâvaları, mahkûmiyetler, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Polatkan'm asılmaları onarılması imkânsız gaflardı. Onları idam ederek kahraman haline getireceklerine, Mustafa Kemal'in yaptığı gibi sürgün etmekle yetineceklerdi. 147 öğretim üyesini sorgusuz sualsiz, İstanbul'daki ve Ankara'daki üniversitelerden atmaları (zaten başka kentlerde üniversite yoktu o günlerde) tam bir rezaletti. Demokrat Partisi hükümeti benim profesörlüğümü tasdik etmemişti aylarca. 27 Mayıstan sonra persona grata oldum. Ağustos sonu, Millî Birlik Komitesinin onayı ve Cemal Gürsel'in imzasıyla profesörlüğe atandım. İki ay sonra da, 28 Ekim 1960'da 147 öğretim üyesiyle birlikte ünivesiteden kovuldum. Tam bir tutarsızlık örneğiydi böyle bir davranış. Beni iki ay sonra ata-caksanız, neden izzet ikram onayladınız profesörlüğümü? Bu haksızlık yüzünden korkunç bir şok geçirdim. Çünkü 27 Ma-yıs'a inanmıştım.

27 Mayıs'm, 12 Mart ve 12 Eylül'den bambaşka olduğuna kesinlikle inanıyorum gene de. 27 Mayıs, ötekiler gibi faşist bir eylem olarak değil; ilerici, hattâ solcu bir yanı olan, devrimci sayılabilecek bir hareket olarak başladı. 27 Mayıs'tan üç gün sonra, Millî Birlik Komitesinin başkanı Cemal Gürsel Vatan gazetesine, bir cunta liderinin ağzından çıkması hiç olası görülmeyen şu inanılmaz lâfları söylemişti: "Memleketimizde komünist partisinin muvaffak olacağına inanmıyorum. Bir sosyalist partinin lüzumuna inanıyorum. Memlekette sosyal meselelerin halline yardımcı olabileceğini tahmin ediyorum." Nitekim 27 Mayıs'tan bir iki yıl sonra Türkiye İşçi Partisi faaliyete geçti. Memlekette o güne kadar görülmemiş Sosyalist eylemler başladı. T.İ.P.'in binlerce üyesi vardı. 1965'de TBMM'e on beş milletvekili gönderecek kadar güçlenmişti. Eğer 27 Mayıs ve 27 Ma-yıs'm kabul ettiği o olağanüstü ilerici anayasa olmasaydı, ne T.İ.P. gelişebilirdi, ne de sendikalar. Nitekim öteki iki faşist dar- 260 261 benin; özellikle 12 Eylül'ün ilk işi, ilerici 27 Mayıs'm o güzel anayasasının yerine şimdiki gerici anayasayı koymak ve işçi hareketine sekte vurmak için DİSK'i kapatmak oldu.

Aziz Nesin'e 27 Mayıs 1960'm anlamını sorunca, "27 Mayıs'm tek bizim kuşağın solcularının bir ay boyunca mutlu olmalarıydı" demişti Aziz. O otuz gün, bir ihtilâl havası içinde öyle heyecanlar yaşadık ki, mutlu olmamamızın pek yolu yoktu.

Adnan Menderes, TBMM'inde "siz isterseniz Halifeliği geri getirirsiniz" ya da "benim aday gösterdiğim odun kütüğü bile milletvekili seçilir" gibi saçma sapan lâflar ediyordu.

Bu öğrencilerin çoğunun politik bilinçleri yoktu; solculukla uzaktan yakından ilişkileri yoktu; devrimden, Marksizm'den, anti-emperyalizmden hiç haberleri yoktu. Ancak 27 Mayıs'tan sonra öğrendiler bunları. O sıralarda baskılara ve haksızlıklara karşı belli belirsiz bir başkaldırma duymaktaydılar sadece.

Yurtseverlikle milliyetçilik kavramları birbirine karışır genellikle. Oysa bu ikisi arasında dünyalar kadar fark vardır. Yurtsever, doğduğu büyüdüğü topraklan sever; kendi milletinin insanlarına yakınlık duyar. Oysa milliyetçi, kendi memleketini yeryüzünün en üstün ülkesi, bu ülkenin insanlarını dünyanın en üstün soyu sayar.

Hattâ örneğin, Almanya gibi başka ülkelere baskı yapıp, onları egemenliği altına almak ister; böylece faşizme yönelir. İşte bu yüzden de benim gibi enternasyonalizme inanan bir solcunun yurtsever olması çok doğaldır da, milliyetçi olmasının yolu yoktur.

Ne ilginçtir ki, BBC yani İngiliz devletinin bağımsız radyosu, başkaldıran öğrencilerden yana cephe almıştı. Menderes ve bakanlarını kişisel hırslarına kapılmış, dolayısıyla yasallığını yitirmiş bir hükümet sayıyordu. 27 Mayıs olunca da, böyle bir hükümete boyun eğen Meclisi suçlayarak, askerî darbeyi açıkça destekledi.

Polislerden farklı olarak askerler, değil ateş etmek, zor bile kullanmıyorlardı gençlere karşı. "Yapmayın, etmeyin" diye yalvarıp yakarıyorlardı. Bir binbaşının, üniformasının yakasını tutup silkeleyerek üniversitelilere, "ben de sizden yanayım; ama ne yapayım ki, üstümde bu var" dediğini kendi kulaklarımla duydum.

Gençler, sevecenlik gösterileri yaparak, erlere sarılarak tanklara tırmanıyorlardı. Bir defasında subay, tankların üstünden inmelerini rica etti. Eğer inmezlerse, onları vurmak emrini aldığını, bunu yapmamak için, kendini vurmak zorunda kalacağını söyledi. Öğrenciler ancak o zaman indiler tankın üstünden.

29 Nisan'da Ankara olaylarını gören dostlarımın anlattığına göre, komutanları ateş etmelerini emredince bile, genç subaylar onu dinlemiyorlarmış. Anlaşılan gençlerden yana olmayan Ankara Sıkı Yönetim Komutanı Korgeneral Namık Argüç, ateş emri vermiş bir binbaşıya. Bu emri yerine getiremeyen binbaşı, öyle bir şok geçirmiş ki, gözleri kararmış, bayılıp yere düşmüş. Bir üstteğmen de emrini dinlemeyince, fena halde öfkelenen Korgeneral Argüç, silâhı onun elinden kapıp, kendi ateş etmeye başlamış.

27 Mayıs'tan sonra ise, gençlerin bir tek damla kanı dökülmemişti. Oysa öteki iki darbeden sonra kanları dökülen, işkence edilen, yaşları büyütülüp ipe çekilen gençlerdi hep. Çünkü 12 Mart da, 12 Eylül de solcu gençlere karşı yapılan darbelerdi. Ancak 27 Mayıs onlara karşı yapılmamıştı. Ancak 27 Mayıs Mustafa Kemal'in devrimlerini yok etmeye kalkan, demokrat geçindiği halde diktatörlüğe özenen bir hükümete /karşı yapılmıştı. İşte bu yüzden de, idamlar ya da 147'lerin üniversiteden atılması gibi yanılgılara düştüğü halde, öteki darbelere benzemeyen, üstelik bize şimdiye kadar gördüğümüz anayasaların en güzelini bırakan devrimci bir hareket sayılabilirdi. Yalnız öğrenciler değil, bütün ileri aydınlar desteklemişti bu hareketi.

5 Mayıs'ta Ankara'da "555 K" diye bilinen olay olmuştu ("555 K" beşinci ayın, beşinci günü, saat beşte Kızılay'da anlamına gelen bir parolaydı.) O gün o saatte Adnan Menderes'in otomobilini saran gençler "istifa et!" diye bağırınca, Başbakan oradan hemen uzaklaşacağına, sinirlerinin ne denli bozuk olduğunu gösteren bir biçimde davranmaya başlamıştı. Arabadan çıkıp, "benden ne istiyorsunuz? Beni öldürün öyleyse!" diye avaz avaz bağırmış, sağa sola saldırmıştı. İyi ki, 27 Mayıs'm halim selim gençlerinin şiddete hiç eğilimleri yoktu.

O gün Adnan Menderes, Türkiye tarihinde hiçbir devlet adamının uğramadığı bir hakarete' uğramış, istenilmediği yüzüne karşı açıkça söylenmişti. Kendisini küçük düşüren bu durum karşısında istifa edecek kadar haysiyetli davransaydı, ne 27 Mayıs darbesi olurdu, ne de sonunda idam edilirdi. Ama inat etti. Yirmi iki gün daha direndi, başbakanlık zorla elinden alınıncaya kadar direndi.

Gittikçe azıtan Adnan Menderes, öğretim üyelerine "cüppeli kuklalar" diye hakaret etmişti.

Radyodan peşpeşe bildiriler okunuyordu. Bunların bir kısmı Alparslan Türkeş'in sesindendi. Zâten ne yazık ki, darbe haberini ilk onun sesinden duymuştuk. Gelgelelim, bu uğursuz durum bile keyfimizi kaçırmıyordu. Gerçi Alparslan Türkeş'in ülkücü olduğunu biliyorduk ama, öyle bir devrim esrikliği içindeydik ki, "canım belki o da değişmiştir artık" diyerek kendi kendimize yutturmaya çalışıyorduk. Hiç kimselerin değişmediği daha sonraları anlaşıldı. Gerçi "On dörtler" denilen grup Millî Birlik Komitesi'nden atılmasına atıldı. Çok lüks görevlerle yabancı ülkelerdeki elçiliklere sürgün edildi. Ne var ki, kendileri uzaklaştırılmadan iki hafta önce, 147 öğretim üyesini üniversiteden uzaklaştırmanın yolunu bulmuşlardı.

Bu konuda hiçbir emir verilmediği halde, bütün evler, bayraklarla donatılmıştı. Sokaklarda bir tek askerin, bir tek askerî aracın görülmemesi ayrıca dikkatimizi çekti.

İngiliz Konsolosluğundan Potter ile yolda karşılaştım bir ara. "Siz hiç böyle bir darbe gördünüz mü?" diye sordum adama. "Bunu ne ben gördüm, ne başkası görebilir; çünkü bu bir darbe değil" dedi. Sonra "bu, bir 'gentle revolution'" diye ekledi.

Varlık Vergisi, hükümetin faşist zihniyetini gözler önüne seren, ama usulüyle yapılan bir vergi haksızlığıydı. On üç yıl sonraki 6-7 Eylül olayları ise, memlekete egemen olmaya başlayan barbarlığın bir patlamasıydı. 1950'ye kadar, Türkiye açısından Kıbrıs diye bir sorun yoktu, O sıralarda Adada bir üniversite bulunmadığından, Kıbrıslı gençler İstanbul Üniversitesine gelirdi.Rumlarla nasıl geçindiklerini hep sorardım onlara. "Aramızda kavga filân yok. Gül gibi geçiniyoruz" derlerdi. Gelgelelim, Demokrat Parti hükümeti, halkın dikkatini gittikçe zorlaşan ekonomik koşullardan uzaklaştırmak amacıyla, yüce bir "millî dâva" ayarladı. Çünkü millî dâva deyince, kahraman Türkün ayranının kabardığını, gözünün o millî dâvadan başka bir şey görmediğini, geçim sorununun ikinci plana düştüğünü biliyordu. İşte bu yüzden bir Kıbrıs Sorunu icat edildi. (Ve ne acıdır ki, aradan on beş yıl kadar geçtikten sonra, bu uydurma sorun, hâlâ çözümleyemediğimiz gerçek bir soruna dönüştü.) "Kıbrıs Türktür" derneği kuruldu. Mitingler düzenlendi. Sokaklarda avaz avaz "Yeşil Ada Kızıl olamaz!" "Kahrolsun Komünistler!" diye bağırılıp çağrıldı.

Gazeteler, Kıbrıslı Türklerin Rumlardan neler çektikleri konusunda çarşaf çarşaf yayma başladı. Adnan Menderes bu uydurma yazıları destekleyen nutuklar attı. Derken, 6 Eylül 1955 sabahı gazetelerde Atatürk'ün Selânik'deki evinin bombalandığı haberi çıktı. Bu bomba gibi haberin tama-miyle bir provokasyon olduğu anlaşıldı daha sonraları. Ne var ki, bu uydurma haber yüzünden işler de çığırından çıktı. Demokrat Parti hükümeti, azınlıklara ait bütün dükkânlarla evlerin saldırıya uğrayıp yağma edilmesini, İstanbul'un altının üstüne getirilmesini istememişti aslında. Hükümetin istediği "millî galeyan" denilen o iğrenç canavarı harekete geçirerek, birkaç Rum dükkânıyla evinin camının çerçevesinin indirilmesiydi sadece. Gelgelelim, İstanbul'un 1950'den beri İstanbulluların yaşadığı bir kent olmaktan çıkıp açlarla dolduğunu hesaba katmamışlardı.

İşte 6-7 Eylül 1955 gecesi İstanbul kenti aç barbarların istilasına uğradı. Sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı başlamadan önce olan olmuştu bile: Rum evlerinden piyanolar sokağa atılmıştı; buzdolapları kamyonların arkasına bağlanıp yollarda sürüklenmişti; top top kumaşlar paramparça edilmişti; kıymetli camlar ve porselenler yerlere fırlatılmıştı.

Millî galeyan, millî felâkete dönüşmüştü ve Adnan Menderes, bunun suçlusunun komünistler olması gerektiğine karar verdi. Sıkı Yönetim Komutanı Nurettin Aknoz Paşa, hemen o sabah, "6-7 Eylül suçlusu olarak, solcular, Sultanahmet meydanında salkım salkım asılacak" diye buyurdu. Bunun üzerine elli komünistin hemen tutuklanması emredildi. Birinci Şubedeki komünist dosyalarının bir kısmı gelişigüzel raflardan indirilip masaların üstüne yığıldı. Artık piyango kime çıkarsa.

Türk olarak yoğun bir utanç duyduğum başka bir gün, "Kanlı Pazar" diye bilinen 16 Şubat 1969 günüydü. O gün solcu gençler, Amerikan Altıncı Filosu'nun İstanbul'a gelmesini protesto etmek için, Beyazıt'da toplandıktan sonra, Taksim'e doğru yürüyüşe geçtiler. Orada, yollarını kesen yobazların sopalı bıçaklı saldırısına uğradılar. Gençlerin ne sopaları vardı ne de bıçakları. Aralarından ikisi öldü. İki yüze yakın kişi, bir kısmı ağır olmak üzere yaralandı.

5 Mayıs 1972'de Deniz'lerin sabaha karşı asıldıklarını duyduğum gün de çok yoğun bir utanç yaşamıştım. O üç çocuk kan dökmemişlerdi, kimseyi öldürmemişlerdi ve henüz yirmi beş yaşma basmamışlardı. Ama TBMM'deki babaları, hattâ dedeleri yaşındaki milletvekilleri, onları ille öldürmek istiyordu. Bunun tek nedeni korkuydu bana kalırsa. Salt kişisel çıkarları üstüne kurulu o kepaze dünya görüşleri açısından, Deniz Gezmiş gibi gençlerin varlığı bile, onlar için korkunç bir tehlikeydi. Deniz Gezmiş'leri ömürlerinin sonuna kadar zindanlara kapatmak yetmezdi.

Başka bir utanç günüm, Kasım 1982'de Cuntanın faşist anayasasının neredeyse bütün memleket tarafından kabul edildiği gündü. Bütün Türkler adına utanç duydum.

Birden fena öfkelendim. Bunca yıllık öğretmenliğimin verdiği bütün otoriteden yararlanarak, "arkadaşlar, şimdi size bir şey soracağım" dedim ve aylık gelirlerinin kaç lira olduğunu sordum. Bizim halk, her nedense, otorite karşısında siner her zaman. Hiç kimse "hanım, sana ne benim kaç para kazandığım?" demedi. Uslu çocuklar gibi yanıtladılar sorumu.

Ferhan Şensoy, bir oyundan sonra, üniformalı bazı oyuncularını geceleyin Be-yoğlu'na salmış. Oyuncuların üstündeki üniforma tamamiyle uydurmaymış. Ne Türk ordusununkine ne de Türk Polis Teşki-latmmkine benziyormuş. Oyuncular, caddeden geçen yurttaşlara yanaşmışlar. Sert bir sesle "kimliğini göster!" diye emretmişler.
Yurttaşlar hemen kimliklerini göstermişler. "Arkanı dön! Ellerini duvara daya, üstünü arayacağız!" diye emretmişler. Yurttaşlar, bu emre de boyun eğmiş. Koskoca Beyoğlu Caddesinde, hiç kimse, "siz kimsiniz? üstünüzdeki üniformayı tanımıyoruz. Benden bunları istemeye ne hakkınız var?" diyerek, hesap sormak cesaretini gösterememiş. Çünkü üniforma, uydurma da olsa, üniformadır gene de; yani bir otoritenin simgesidir ve halkımız boyun eğer otoriteye.

Türkiye İşçi Partisi'ne girerken, halkla daha yakın ilişkilerim olacağını ummuştum. Bu umudum boşuna çıktı. Gerçi TİP'de işçi vardı; ama bir kitle partisi değildik; öteki sosyalist partiler gibi, bir aydın partisiydik aslında. Seçimlerde açılan oy sandıklarını kontrol etmeye gidince, acı bir paradoksla karşılaşırdık: Yoksulların oturduğu gecekondu bölgelerinde hiç oy çıkmazdı bizim Partiye. Biraz daha varlıklı mahallelerden tek tük çıkardı. Meslek sahibi aydm kişilerin oturduğu semtlere gelince, oy sayısı iyice artardı. Örneğin, Ankara'da en çok Çankaya ilçesinden, İstanbul'da en çok Şişli ilçesinden oy alırdı TİP.

Bizi durdurdular. Komünist propagandası yaptığımız için hakkımızda şikâyet olduğunu söylediler. Biz de çok azametli haller takınarak, ev ve iş adreslerimizi verdik; "gerektiğinde bizi ararsınız" dedik. Çünkü 1966 yılında öğretim üyelerinin ya da Melih Cevdet ile Füreya gibi ünlü sanatçıların azametli davranmaları geçerliydi henüz. Aydın düşmanlığı ancak ikinci askerî darbeden sonra başladı.

27 Mayıs I960'tan farklı olarak, 12 Mart 1971'de ve 12 Eylül 1980'de, birbirinden berbat iki faşist dönem yaşadık. Beyazıt meydanında ya da Ankara'da bir evde gençler toplu kıyıma uğruyor; öğretim üyeleri vuruluyor, hattâ adı solcuya çıkmayanlar bile öldürülüyordu. 7 Nisan 1978'de Server Tanilli kurşunlanıp, tekerlekli sandalyeye mahkûm edilmişti. İkide birde kapatılan üniversitelerde, silâh sesleri, kız öğrencilerin çığlıkları, faşistlerin kurt ulumaları duyuluyor; yerde kan lekeleri ve üstü gazetelerle örtülü gencecik ölüler görülüyordu.

Faşizm bir budalalar rejimi olduğundan, gülünç bir yanı vardır her zaman. 12 Eylül faşizminin en gülünç yanlarından biri de, sakal sorununda meydana çıktı. Üniversite öğretim 293 üyelerinin ille de ille sakallarını kesmeleri emredildi. Kesme-yenler üniversiteden atılmakla tehdit edildi. Ne komiktir ki, Osmanlı döneminde tam tersi yapılmış, sakalsızlar devlet memurluğuna kabul edilmemişti. Şimdi de Afganistan'da sakalsızların cezalandırıldığını biliyoruz. Bu gülünç yobaz rejimleri hep aynıdır.

Ne ilginçtir ki, 12 Ey-İüTde bütün dernekler kapatıldı. Ama uluslararası niteliğinden ve taraf tutmamasından ötürü (çünkü Sovyet Rusya'daki düşünce suçluları da korunuyordu) Af Örgütüne ve onun Ankara ile İstanbul'daki üyelerine karşı bir şey yapmayı göze alamadılar.

Romantizm, her nedense, sulandırılmış ucuz bir duygusallıkla özdeşleştirilerek hor görülmüştür öteden beri. Oysa ben, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısındaki İngiliz Romantik akımının bir uzmanı olarak geleceğin güzel günlerine inanan; kendi çağının çirkin gerçeklerine teslim olmayı reddeden; insanları, doğayı ve yaşamı coşkuyla seven şairleri tanımlamak için kullanıyorum "romantik" sözcüğünü.

Nitekim İrlanda elçimiz çocukluk arkadaşım Celâl Akbay'ı Dublin'de görmeye gittiğimde, müzeye dönüştürülen kocaman cezaevine götürmüştü beni. O ceza-evi-müzeyi gezince, Eire'nin, yani İrlanda Cumhuriyetinin, Büyük Britanya İmparatorluğuna karşı verdiği savaşımın bütün aşamalarını ayrıntılarıyla öğrenebiliyordunuz. Her hücrenin kapısındaki plakada, orada yatan bağımsızlık savaşçısının adı yazılıydı. İrlanda Cumhuriyetini kuran kahramanların hiçbir zaman unutulmamaları sağlanmıştı böylece. Bizler de beş yıldızlı turistik oteli başka yere dikerek artık ölen ünlü yazarlarımızın ve fikir adamlarımızın anısına bir müze yapamaz mıydık Sultanahmet Cezaevini?

1 Mayıs kutlamaları her zaman bir sorun olmuştur memleketimizde. Solcuların yılda bir, pankartlar taşıyarak, sloganlar atarak sokaklarda yürümeleri, hiç kimselere zarar vermeyeceğine; bir "büyüğümüzün" dediği gibi yollar da üstünde yürünerek aşınmayacağına göre, 1 Mayıs zorla bir sorun haline getirilmiştir daha doğrusu. Eskiden, yani 27 Mayıs I960'tan önce, bunu bir sorun olmaktan çıkarmanın kesin çaresi bulunmuştu: 1 Mayıstan birkaç gün önce, o sıralarda sayısı zaten sınırlı olan komünistlerin nerdeyse hepsi tutuklanır, bir hafta kadar San-saryan Han'a kapatıldıktan sonra, serbest bırakılırdı. 1977 yılının kanlı 1 Mayısında Bodrum'daydım.

Bu dinozorun anlatmak istediği daha başka şeyler de var. Ömrü vefa ederse, fazla uzun yaşamanın ayıbına katlanabilirse, bakarsınız onları da yazar günün birinde. Yani bu son söz, gerçekten bir son söz değildir belki de.
0 Responses