Murat Çetin
Demiryolu Serserilerinin konusunun geçtiği 1894 yıllarında Amerika, tarihinin en ağır ekonomik bunalımlarından birini yaşamaktadır. Binlerce işyeri kapanmış, yüz binlerce kişi işsiz kalmıştır.

Kitapta ayrıca Jack London'ın General Kelly'nin ordusuna katılması da ele alınmaktadır. General Kelly'nin ordusu iki bin serseriden oluşan ve Was hington'a varmaya çalışan bir topluluktur. Bu topluluğun amacı 1 Mayıs'ta Washington'da toplanarak iş ve ekmek istemektir.

İki bin kişiden oluşan bu topluluk, bazı yörelerde hiç de konuksever bir biçimde karşılanmaz. 'Ordu' yol boyunca, trenlere parasız olarak biner, geçtiği kentlerde serserilik ve dilencilik yapar. Bu çapulcu sürüsünün geçtiği yerlerde bir tatsızlık ya da olay çıkmasın diye onlara mecburen yemek verilir. London, tek başına yiyecek aramanın toplu olarak yiyecek aramaktan daha kolay olduğuna inanarak ordudan da ayrılır.

Şehri "aç" bir şehir haline getirenler aç hobolardı. Şehir sakinlerinin evlerinin arka kapılarını, kapılar ses vermez hale gelinceye kadar "yumrukluyorlardı."

Yarış berabere bitmişti. Çünkü tam ben milyonere ulaştığım anda, yataklı vagon görevlisi de bana ulaşmıştı. Formaliteler için vaktim yoktu. Alelacele "Yemek için bana bir çeyrek ver!" diye haykırdım. Orada oluşum kadar gerçek; milyoner elini cebine soktu ve bana... tam tamına... kesinkes... bir çeyrek verdi. Sanırım öylesine şaşırmıştı ki, otomatik olarak dediğimi yaptı ve ondan bir dolar istememiş olmam, o zamandan beri, kendi adıma benim için büyük bir pişmanlık konusudur. İsteseydim bir dolan alabileceğimi biliyordum.

Reno'nun tozunu ayaklarımdan silkelemeden önce yapacak iki işim kalmıştı. Biri, o gece Batı'ya doğru giden gece trenini yakalamak, diğeri ise, yiyecek bir şeyler bulmaktı. Genç olan biri bile, kar sığınaklarının, tünellerin ve gökyüzüne kadar yükselen dağların sonsuz karlarının arasından havayı yırtan bir trenin dışında bütün gece aç karnına yolculuk etmekten çekinirdi.

Görünen o ki, yiyecek bir şeyler bulmak için çok yoksulların yanına gitmek zorundaydım. Çok yoksullar, aç bir serserinin son kesin başvuru noktasını oluştururlar. Onlara, her zaman güven duyulabilir. Aç bir insanı asla geri çevirmezler. Bütün Birleşik Devletlerin her yerinde büyük evlerden yiyecek isteğim geri çevrilmişti ve her zaman, ya dere kenarlarındaki ya da bataklıklardaki kırık pencereleri paçavralarla doldurulmuş, küçük kulübelerde çok çalışmaktan yüzleri çökmüş annelerden yiyecek almıştım. Ey, siz hayırseverlik tüccarları! Yoksullara gidin ve öğrenin, çünkü sadece yoksullar hayırseverdir. Onlar kendilerine gereksiz olanı vermezler, çünkü fazlası ellerinde yoktur... Kendilerinde fazla olan şeyleri verirler ve asla saklamazlar, hatta çoğunlukla kendilerine bile gerekli olan şeyleri insafsızca verirler. Köpeğe atılan bir kemik hayırseverlik değildir. Hayırseverlik, siz de en az köpek kadar açken onunla paylaştığınız kemiktir.

"Evet?"
"Ben... Ben yiyecek bir şeyler almayı bekliyorum," dedim kibarca.
"Çalışmak istemediğini biliyordum!" diye kükredi.
Haklıydı, elbette; ama bu kanıya zihnimi okuma yoluyla varmış olmalıydı, çünkü mantığı onu doğrulayamazdı. Ama kapıdaki dilencinin alçakgönüllü olması gerekir, bu nedenle ben onun ahlakını kabul etmiş olduğum gibi mantığını da kabul ettim.

"Evet, benim gibi," diye cevap verdi.
"Hepimiz mi?" diye sordum.
"Evet, hepiniz," diye cevap verdi, sesinde inanç titreşiyordu.
"Ama hepimiz sizin gibi olursak," dedim, "o zaman sizin için tuğlaları atacak hiç kimse kalmayacağını belirtmeme izin verin."
Karısının gözlerinde bir gülümseme belirtisi gördüğüme yemin ederim. Ona gelince, şaşırmıştı; ama insanlığın onun için tuğla atacak birini bulmasını engelleyecek kadar ıslah olma olasılığının korkunçluğundan mı yoksa benim arsızlığımdan mı, asla bilemeyeceğim.

Bir dilencinin başarısı iyi hikâye anlatabilme yeteneğine bağlıdır. Her şeyden önce ve anında, dilenci kurbanını "tartmalıdır." Ardından, kurbanının kendine özgü kişiliğine ve mizacına hitap edecek bir hikâye anlatmalıdır. Ve işte tam da burada büyük bir zorluk ortaya çıkar: Kurbanı tartmakta olduğu an hikâyesine başlamalıdır. Hazırlık yapmak için bir dakika bile yoktur. Bir şimşek hızıyla kurbanının huyunu suyunu sezmeli ve hedefi vuracak masalı uydurmalıdır. Başarılı hobo bir sanatçı olmalıdır. Anında ve hemen yaratmalıdır ve konusunu kendi hayal gücünün verimliliğinden değil, kapıyı açan erkek, kadın ya da çocuk, tatlı ya da huysuz, cömert ya da pinti, iyi huylu ya da aksi, Yahudi ya da Yahudi olmayan, siyah ya da beyaz, ırkçı önyargılı ya da kardeşçe, taşralı ya da evrensel, ya da her ne olursa olsun, onun yüzünde okuduğu şeye göre seçmelidir. Çoğu zaman serserilik günlerimin bu girişimlerinin sonuç vermesinin, hikâye yazarı olarak başarılı olmama bağlı olduğunu düşünmüşümdür.

Arka kapıda, insafsız bir zorunluluk yüzünden, kısa hikâye sanatının bütün uzmanlarının belirlediği inandırıcılık ve içtenlik oluşturma yollan geliştirilir. Ayrıca, serseriliğimin çıraklık döneminin beni bir gerçekçi yaptığına oldukça inanırım. Mutfak kapısında yiyecekle değiş tokuş edilebilecek yegâne mallan gerçekçilik tayin eder.

Kimdi bu adam? Neydi? O beni çözmeden ben onu çözmeli, yeni bir yol bulmalıydım, yoksa bu aşağılık polisler beni bir hücreye ve ardından mahkemeye ve daha başka hücrelere götüreceklerdi. Onun ne bildiğini öğrenmeden önce, ilk soruyu o sorarsa yanmıştım.

'Tapınağı hatırlıyor musun?"
"Hangi tapınağı?" diye kaçamak cevap verdim.
"Merdivenlerin tepesindeki, büyük olanı."
Eğer o tapınağı hatırlarsam, onu tarif etmem gerekeceğini biliyordum. Önümde bir uçurum açılıyordu.
Başımı hayır anlamında salladım.
"Limanın her yerinden görebilirsin," diye bilgilendirdi beni. "O tapınağı görmek için karaya çıkman gerekmez."
Hayatımda bir tapınaktan hiç bu kadar nefret etmemiştim.
"Onu limandan göremezsiniz," diye karşı çıktım. "Şehirden göremezsiniz, merdivenlerin tepesinden de göremezsiniz. Çünkü..." etkiyi artırmak için durakladım. "Çünkü orada bu tapınak yok."
"Ama gözlerimle gördüm!" diye haykırdı.
"Ne zamandı?" diye sordum.
"Yetmiş birde."
"1887'deki büyük depremde yıkıldı," diye açıkladım. "Çok eskiydi."

"Jim Wan'ı hatırlıyor musun?" diye sordu.
"Öldü," dedim; ama bu lanet olası Jim Wan'ın kim olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu.
Buz üstünde dans ediyordum yine.

Yüzüme dilencilik gibi bir şeye alışmamış açlık çeken ve saf bir delikanlının solgunluğunu vermeye uğraşıyordum.
"Sen açsın, zavallı çocuğum," dedi kadın.
İlk önce onun konuşmasını sağlamıştım.

Artık o zavallı çocuk olmuştum. Silip süpürdüğüm güzel yumurtalara inandığım gibi onun varlığına da inanıyordum. Kendim için ağlayabilirdim. Zaman zaman sesimin ağlamaklı çıktığını biliyordum. Çok etkiliydi.
Gerçekten, resme eklediğim her ayrıntıyla birlikte, o müşfik kadın bana yeni bir şey getiriyordu. Yanımda götürmem için öğle yemeği hazırladı.

Bu altı gün boyunca Fransız köylülerinden dilendiğim kuru ekmek kabuklanyla yaşamıştım ve bu da yetmezmiş gibi onları Fransız köylülerinden dilenmiştim.

On dörttük, on iki, on bir, dokuz, sekiz... Bu bana o çocuk şarkısındaki on küçük zenciyi hatırlattı. En son küçük zenci olmaya azimliydim.

Taktiğimi değiştirdim. Bir adam sizin zihni melekelerinizle eşit durumdaysa, onu orada bırakın. Birdenbire akıl yürütme zincirinizi kınn ve yeni bir yola girin. Bunu yaptım. Komşu yan yolda birkaç vagonun arasına gizlendim ve seyrettim. O kondüktör vagona tekrar geri geldi. Kapıyı açtı, vagona tırmandı, seslendi, yapmış olduğum çukura kömür fırlattı. Hatta kömürün üzerine tırmandı ve çukura baktı. Bu onu tatmin etti.

"Nerede ya da nasıl öldüğümüz ne fark eder, Ölüme yürüyecek kadar güçlü olduktan sonra?"

Serseri hayatının belki de en büyük cazibesi tekdüze olmayışıdır. Hobo ülkesinde hayatın yüzü çok yönlüdür imkânsızın olduğu ve yolun her kavşağında çalılıkların arasından umulmayanın fırladığı, sürekli değişen bir dizi tutarsız hayal. Hobo bir an sonra ne olacağını asla bilmez; bu yüzden sadece şimdiki zamanda yaşar. O, bir amaca ulaşmak için çabalamanın yararsızlığını öğrenmiştir ve Talih'in rüzgârına kapılıp sürüklenmenin zevkini bilir.

Şimdi, soyulmanın kendi başına bir gün için yeterli bir macera olup olmadığını size bırakıyorum. Soyulmuş ve hayatlarının geri kalan bölümünde hep bundan konuşmuş adamlar biliyordum. Doğru, elbiselerimi yoklayan hırsız çok fazla bir şey almamıştı otuz kırk sent bir para ile tütünüm ve sigara kâğıtlarım; ama bütün bunlar sahip olduğum her şeydi, birçok insanın soyulduğunda kaybedebileceğinden çok fazla şeydi, çünkü onların evlerinde bir şeyler kalmışken benim evim bile yoktu.

Adam, onlara geri dönmeleri için seslendi ve çocuklardan biri, zayıf, küçük vücudu korku ile akıl arasında mücadele ederek gönülsüzce diğerinden geride kaldı. Geri gelmek istedi. Zekâsı ve geçmiş deneyimleri ona geri gelmenin kaçmaktan daha az kötü olduğunu söylüyordu; ama daha az kötü olmasına rağmen bu bela, korkusuna kanat takıp, onu kaçmaya itecek kadar büyüktü.

Bir keresinde bir adamın asıldığını görmüştüm, bütün ruhumun isyan çığlığı atmasına rağmen, ağzımdan çığlık çıkmamıştı. Çığlık çıkmış olsaydı, büyük bir olasılıkla kafam bir tabancanın kabzasıyla parçalanacaktı, çünkü adamın asılması yasa gereğiydi. Ve burada, bu çingene grubunda, kadının kırbaçlanması da yasa gereğiydi.
Öyle olsa da, her iki durumda da karışmayışımın nedeni yasa değil, yasanın benden daha güçlü olmasıydı. Çimenlerde yanımda yatan o dört adam olmasaydı, kırbaçlı adama memnuniyetle girişirdim.

Kimi zaman, insanla diğer hayvanlar arasındaki asıl ayırıcı özelliğin, insanın kendi türünün dişisine eziyet eden tek hayvan olduğu tezini (beni dinleyenleri inandıracak şakacılıkta) ileri sürmüşümdür. Bu, ne kurdun ne de korkak çakalın suçlu olduğu bir durumdur. Bu, evcilleştirilerek soysuzlaştınlmış köpeğin bile yapmayacağı bir şeydir. Köpek vahşi içgüdülerinin çoğunu korumuştur, ama insan, vahşi içgüdülerinin çoğunu kaybetmiştir en azından, iyilerinin çoğunu.

Bir saat önce dövülen kadını unutmuştum. O sayfa okunmuş ve çevrilmişti; şimdi bu yeni sayfayla meşguldüm ve lokomotif bayırda düdük çaldığında bu sayfa da bitecek ve yenisi başlayacak ve böylece hayat kitabı devam edecekti. Sayfa üstüne sayfa ve insan gençken sayfaların sonu gelmez.

Zenci hayal kırıklığına uğramış göründü, sonra ayağa kalktı ve kendisinin biraz içebileceğini söyledi. Gerçekten de bunu kastetmişti. 'Biraz içti, sonra biraz daha ve sonra biraz daha. Kederli hobo dik bayırı inip çıktıkça, zenci daha da fazla su istedi.

Ne var ki, günler geçtikçe, inanmaya başladım. O hapishanede inanılmaz ve korkunç şeyler olduğunu kendi gözlerimle gördüm. Ve ben daha da inandıkça, yasanın av köpeklerine ve kriminal adalet kurumunun tamamına daha derin bir saygı beslemeye başladım.

Suyun tek bir iyi tarafı olduğunu söylemem gerek, sıcaktı. Sabahlan "kahve" deniliyordu, öğleleri "çorba" olarak şereflendiriliyordu ve akşamlan "çay" maskesini takıyordu. Ama sürekli bildiğimiz aynı suydu. Tutuklular ona "sihirli su" diyorlardı.

Kimi zaman, bütün bu adamlar hücrelerinde aç yatarken, meydancıların hücrelerinde gizli yüzlerce ekmek olduğunu gördüm. Bizim bunca ekmeği alıkoyuşumuz saçma görünebilir. Ama bu, bizim aldığımız haraçlardan biriydi. Meydanımızın ekonomi efendileri olan bizler, tıpkı uygarlık dünyasının ekonomi efendileri gibi oyunlar çevirirdik. Nüfusun yiyecek ihtiyacını denetliyor ve dışarıdaki haydut kardeşlerimiz gibi bu yiyeceği topluluğa hayli pahalı ödetiyorduk. Seyyar ekmek satıcılığı yapıyorduk. Haftada bir kere, avluda çalışan adamlar, beş sentlik çiğneme tütünü alırdı. Bu çiğneme tütünü para yerini tutuyordu. Bir topak çiğneme tütününe karşılık iki ya da üç ekmek veriyorduk ve bu alışverişi tütünü az sevdiklerinden değil, ekmeği daha fazla sevdiklerinden yapıyorlardı.

Biz de yaşamak zorundaydık. Ve elbette öncelikliler ve yatırım için bir ödül olmalıydı. Bunun yanı sıra, duvarların dışındaki bizden iyileri, mühendisleri, bankerleri, sanayi öncülerini kendimize örnek almaktan başka bir şey yapmıyorduk. Biz olmasaydık, bu zavallı sefillerin başına ne korkunç şeyler gelirdi, düşünemiyorum. Tanrı biliyor ya, Erie İl Hapishanesi'nde ekmeği dolaşıma biz sokuyorduk. Evet, üstelik, tütünlerinden feragat eden bu zavallı adamlara tutumluluğu ve tasarrufu öğretiyorduk. Ve sonra biz bir örnek teşkil ediyorduk. Her mahkûmun yüreğine bizim gibi olma ve haraç yeme tutkusunu yerleştiriyorduk. Toplumun kurtarıcıları evet, sanırım toplumun kurtarıcılarıydık.

Ve yine, on kişi sıradan meydancılar olan bizler vardık. Onun servetinin farkına varırsak, sessiz bir günde, hepimiz onun üzerine çullanarak bir köşeye sıkıştırır ve onu yere devirebilirdik. Ah, bizler bir kurt sürüşüydük, inanın bana tıpkı Wall Street'te iş yapanlar gibi.

Bütün hapishane mektup ulaştırma ağıyla örülüydü. Ve bu iletişim sistemini kontrol altında tutan bizler, doğal olarak, kendimize kapitalist toplumu örnek aldığımızdan, müşterilerimizden yüklü ücretler talep ederdik. Büyük miktarda kâr etmek için yapılan bir hizmetti, ama kimi zaman hizmetimizi sevgi karşılığında verdiğimiz de olurdu.

barmen içeri girerken bize kuşkuyla baktı. İnsan, gündüzleri ve geceleri sürekli aynı elbiseleri giyince, trenlerde kaçak yolculuk yapınca, is ve kömürle boğuşunca ve nerede bulursa orda yatınca, dış görünüşü de pek güzel olmuyor elbette.

İsveçli oturup, kendisini serseriliğe ve bunca zorluğa katlanmaya iten insanoğlunun macera tutkusuna lanet okudu.

Sosyoloji tamamen rastlantısaldı; daha sonra geldi, ıslanmanın, tıpkı suya dalmanın ardından gelmesi gibi. "Yola" düştüm çünkü kendimi bundan alamıyordum, çünkü cebimde tren parası yoktu; çünkü hayatım boyunca "aynı vardiya"da çalışacak şekilde yaratılmamıştım; çünkü yollara düşmek, düşmemekten daha kolaydı.

Milton'ın "Cehennemde krallık, cennette hizmetçilikten iyidir," sözlerini okuduğumda, büyük akılların aynı kanallarda yürüdüklerine tamamen inandım.

Hayatımda hiç dilenmemiştim ve bu benim ilk yola çıkışımda en zor hazmettiğim şeydi. Dilencilik hakkında saçma fikirlerim vardı. Felsefem, o zamana kadar, dilenmek tense çalmanın daha iyi olduğuydu; soygun daha güzeldi, çünkü tehlikesi ve cezası ötekilere oranla daha büyüktü. Bir istiridye korsanı olarak, adaletin elinde mahkûmiyetlerim vardı, onların hepsinin cezasını çekecek olsam devletin hapishanesinde bin yıl yatmam gerekirdi. Çalmak erkekçeydi; dilenmek alçakça ve rezilceydi. Ama ilerleyen günlerde fikirlerim değişecek ve dilenciliğe keyifli bir şaka, bir zekâ işi ve bir tür sinir egzersizi olarak bakacaktım.

Bob önümüzden geçen her Çinli'nin şapkasını inceliyordu. Demiryolu çocuklarının hepsinin sert kenarlıklı beş dolarlık Stetson şapkası giymeyi nasıl becerebildiklerini hep merak etmiştim ve artık biliyordum. Onları, benim kendiminkini alacağım şekilde Çinliler'den alıyorlardı.

Sarhoşlar demiryolu çocuklannın özel avlarıdır. Sarhoş bir adamı soymaya "ipsiz devirmek" derler; nerede olurlarsa olsunlar sürekli sarhoşları kollarlar. Bir sinek nasıl örümceğin asıl avıysa, sarhoş da onlann asıl avıdır.

Erkeklerin oluşturduğu herhangi bir kampta her zaman belli bir oranda hile kârlar, acizler, işini bilenler bulunur.

Birleşik Devletler'de bir serseri birdenbire ortadan kaybolsa, birçok aile için yaygın bir sefalet başlar. Serseri, binlerce erkeğin dürüstçe hayatlarını kazanmalarına, çocuklarını eğitmelerine ve onları Tanrı korkusuna sahip, çalışkan kişiler olarak yetiştirmelerine fırsat sağlar.

Polisin gelişi hakkında hiçbir şey bilmiyordum; pirinç düğmeli, miğferli polislerin her iki elleriyle çocuklara uzandıklarını gördüğümde, varlığımın bütün dengesi ve güçleri bozuldu. Bana yalnızca, beni kaçmaya iten otomatik süreç kaldı. Ve kaçtım. Koştuğumun farkında bile değildim. Hiçbir şeyden haberim yoktu.
Daha önce söylediğim gibi otomatikti. Benim kaçmam için hiçbir neden yoktu. Artık hobo değildim. O toplumun bir vatandaşıydım. Doğup büyüdüğüm şehirdeydim. Hiçbir suçum yoktu.
Bir kolej öğrencisiydim. İsmim gazetelere bile geçmişti ve içinde hiçbir zaman uyumadığım güzel elbiseler giyiyordum. Ama yine de kaçtım körlemesine, çılgınca, korkmuş bir geyik gibi bir sokak boyunca kaçtım. Ve kendime geldiğimde, hâlâ koştuğumu fark ettim. Bacaklanmı durdurmak için epeyce uğraşmam gerekti. Hayır, bundan asla kurtulamayacağım.

Gerçekten iyi yürekli bir aynasızdı, çünkü ona bir "hikâye" anlattıktan ve elbiselerini temizlemesine yardım ettikten sonra, şehirden ayrılmam için bir sonraki marşandizin gelmesine kadar izin verdi. İki şart koştum: Birincisi, marşandiz doğuya gidecekti ve ikincisi, bütün kapılan kilitli ve mühürlü, ara istasyonlara uğramayan bir marşandiz olmayacaktı. Bunu kabul etti ve böylece, Bristol Antlaşması koşullan uyarınca enselenmekten kurtuldum.
0 Responses