Murat Çetin
Objenin, kendinden uzaklaştıkça küçüldüğünü, yaklaştıkça büyüdüğünü görürüz. Madde ile mananın ayrıntısı bu görüntüdedir. Madde, kendinden uzaklaşıldığı zaman küçüldüğü halde, mana; kendinden uzaklaşıldıkca büyümektedir.
Büyük olarak tanımladığımız adamlar, madde ve mananın bu perspektifine dikkate değer bir örnek vermektedirler.
Atatürk'ün ölümünden bu yana birbiri arkasına sıralanan yıllar gerisinde gittikçe büyümesi, onun mana planındaki gerçek değerini işaretlemektedir. Mana plânında bu yeri almış olmayanlar, madde plânında kalacakları için, onlar hergün bir parça daha geriye iten zaman içinde, büyüyemeyecekler, küçülecekler hatta unutulacaklar, yok olacaklardır.
Büyük adamı, ne filozof Nietche'nin büyük adam tarifi, ne Shopenhaur'ın büyüklük kompleksi çerçevesinde mütelâa etmek istiyoruz. Büyük adam için bizim yapacağımız tanımlama, «yakından herkes gibi, uzaktan kendi gibi» olan kişi şeklinde olacaktır.

Büyük adamlara, büyüteçlerle bakan eleştiricilerle, onları dürbünün ters tarafı ile izleyen müşkülpesentler hep yanılacaklardır. Çünkü, büyük adamlar yakından herkes gibi olağan, ama yaptıklarıyla uzaktan başkalarına benzemeyecek kadar dikkat çekici kişilerdir. Onları önce insanlığından soyarak küçültenlerle, insanüstü yaparak kutsileştirenler gerçekçi değildirler.

Bu kitapta, fotoğraflardaki Atatürk'ü, nutuklardaki Atatürk'ü, bayramlardaki, merasimlerdeki Atatürk'ü değil, Türkiye Cumhuriyeti nüfusuna kayıtlı, Vatandaş Mustafa Kemal'i görüyoruz. İç dünyasındaki büyük yalnızlığı, hassasiyeti, taşkın duyguları, davranışları, sitemleri, neşesi ve üzüntüleriyle, insanlık realitesinin herkes gibi onda da yansımasını bulmaktayız. Gerçekte de Atatürk'ün büyüklüğünü süsleyen, onun aramızdan biri olmasıdır.

İçkili olan akşam yemeklerinde yakın arkadaşları, kabine üyeleri de hazır bulunuyor, bir çok memleket meseleleri burada hallediliyordu. Sofrasına belirli mesleklerdeki eski dostları ve silâh arkadaşlarından başka, bilim, sanat, ticaret, endüstri kişilerini topluca çağırdığı olurdu. Bu hal, 1938 yılı Haziranına kadar yani hastalığı kendisine değişik bir yaşayışı zorunlu kılıncaya kadar sürüp gitti.

— Buyrun efendim... Bir emriniz mi var Paşam?.. Diye cevap verdim.
Cumhuriyet rejiminin kurulmasına rağmen herkes Atatürk'e «Paşam» diye seslenirdi. Beylik, paşalık kalktığı halde bu «Paşa» lık Atatürk için kalkmadı. Ölünceye kadar sürdü.

Fakat Atatürk, bu Cemal adına tutulmuş olacak ki yeniden seslendi:
— Bu Cemalettin ismini kim koydu sana? Artık adamakıllı korkmağa başlamıştım;
— Babam, diye cevap verdim,
— Öyle ise baban ne adammış senin, Diye sertçe çıkıştı,
Bunun üzerine:
— Ben babamı tanımıyorum, Deyince yüzü daha da sertleşti:
— Babamı tanımıyorum ne demek? Sen babasız mı doğdun? Baban yok mu senin?,,
— Ben dokuz aylıkken babam ölmüş,
Atatürk üzüldüğümü yüzümden okumuş olacak ki, birden sesini yumuşattı:
— Ananı tanıyorsun ya yeter!,, Dedi, Ve biraz durduktan sonra ekledi: Ben de babamı tanımıyorum ya,,,

Atatürk'ün sofrada yeni ve heyecanlı konular da ortaya attığı olurdu. Bazen herkesi şaşırtan bu konulardan alacağı olumlu cevaplar da, olumsuz cevaplar da çok hoşuna giderdi. Herkesi konuşturur, düşüncelerini öğrenir, son sözü her zaman kendisi söylerdi. Bu işte yanıldığını hiç hatırlamıyorum.

Atatürk her zaman neşeliydi. Sinirlendiği zamanlar çok azdır. O zaman da arka arkaya sigara ve kahve içerdi. En güç anlarda bile soğukkanlılığını, neşesini saklamasını bilir ya da öyle görünürdü.

İşten ve yurt gezilerinden artan bütün ömrü sofrada geçmiştir denilebilir. Fakat burası hiç bir zaman bir içki ve cümbüş bayağılığına inmemiş, bir sohbet ve tartışma meclisi olarak kalmıştır. Eğlencenin yanı sıra en çetin devlet işlerinin karara bağlandığı bir meclis... Politikanın, aktüalitenin de ziyafet sofrası!

Danışmaya bazen o kadar büyük değer verirdi ki, aklından geçen meseleler hakkında çok zaman hiç olmadık insanların fikrini bile aldığı görülürdü. Sonunda yine kendi fikrini uygulayacağını bildiği halde hiç kimsenin hor görülmesine katlanamazdı. Bu yüzden hiç olmadık kimselerden bir şeyler öğrendiğini de saklamaz, açık açık anlatırdı. Bu alışkanlığını hayatının sonuna kadar değiştirmedi.

Her gece içtiği halde Atatürk'ün bir kere bile içki yüzünden kendinden geçtiğini, taşkınlıklar yaptığını görmedim, duymadım. Aksini iddia edenler varsa, bunların yaptıkları düpedüz dedikodudan başka bir şey değildir. Ölümünden sonra çekememezlik ve kıskançlıklarından Atatürk'ün sofrasını sarhoşluk, ayyaşlık ve zevke düşkünlükle kötülemek isteyenler oldu ama, bu çabalar ne kadar boşunadır. Onun yaşantısı bütün kusurlarıyla meydandaydı. Gizlenecek bir yönü yoktu ki... Halkın sofrası idi.

O zaman bir çok bakan ve Milletvekili bile papyonlarını bana bağlatırlardı. Cumhuriyet yeni kurulmuştu. Bunlar kıyafet devrimini henüz benimseyememişlerdi. Fakat kısa zamanda yaşadıkları ortama uymasını biliyor, en centilmen diplomattan daha centilmen kesiliyorlardı.

Dalkavuklara, lâf ebeliği yapanlara çok kızardı. Çok geçmeden bir punduna getirerek, yaptıklarının acısını onlardan çıkarmasını bilirdi.
Hırpalayacağı, yahut alaya alacağı kimseleri sık sık imtihana çekişine tanıklık etmişimdir. Atatürk'ün şaşırtıcı soruları ve mantık oyunları karşısında bunların dökülüşleri görülecek şeydi.

ATATÜRK uysal bir insan değildi. Hatta haşin olduğu dahi söylenebilir. Böyle olduğu halde çok terbiyeli, çok olgun, çok merhametli, çok hoşgörülü bir insandı. Temiz kalpliydi, alçak gönüllüydü. Gösterişten, uzaktı. Vazife başında lâubaliliğe yer vermez, fakat özel yaşantısında sevdiklerinin nazını çekerdi. Dostlarına, arkadaşlarına vefalıydı. Zaten Atatürk'ün en büyük üstün hallerinden biri de kin ve garaz gibi insanî duyguların üzerine çıkabilmiş olmasıdır. Bağışlamayacağı suç yok gibiydi. Bir çok hataları gördüğü halde, görmemezlikten gelirdi. Kin tutmaz, çabuk affederdi. Kimleri, ne zaman affedeceğini de çok iyi bilirdi. Hırsı çok çabuk geçerdi.

— Benim için de bâzı kimseler Selanik'te doğduğumdan Yahudi olduğumu söylemek istiyorlar. Şunu unutmamak lâzımdır ki, Napoleon da Korsika'lı bir İtalyan'dı. Ama Fransız olarak öldü ve tarihe Fransız olarak geçti. İnsanların içinde bulundukları cemiyete çalışmaları lâzımdır.

Atatürk gürültüyü duyunca, ev sahibi Tahsin Özer'e sordu:
— Nedir bu? Ne istiyorlar?...
— Paşam sizi balkonda görmek, alkışlamak istiyorlar...
Bunun üzerine Atatürk yavaşça yerinden kalktı. Balkona doğru yürüdü. Kapıda görününce çılgınca bir alkıştır başladı. Gece yarısından sonra sokaklara, dökülen halkı görmek ve çılgınca alkışlanmak Atatürk'ü çok duygulandırmıştı. Kalabalığa dedi ki:
— Sevgili vatandaşlarım. Benim için zahmet ediyorsunuz. Mahcup oluyorum. Beni görmek, behemahal yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir. Benim için huzurunuzu bozmayın, gidip yatın. Hepinizi yarın işiniz bekliyor.
Fakat halk evin önünden ayrılmak istemiyor:
— Yaşa, varol, biz senin için yaşıyoruz... Diye bağırışıyordu.

Her gece içen Atatürk gündüzleri alkol kullanmaz, yalnız çok sıcak günlerde bir iki bardaktan faz la olmamak üzere bira isterdi. Bu yüzden kimse Atatürk'e gündüzleri içki içmek için israr etmez, en koyu alışkanlar bile akşamın olmasını iple çekerdi. Sabaha kadar içki faslı pek enderdi.

O devrin en ünlü rakısı olan Dimitripolo'dan Atatürk her gece yarım kilo içerdi, Mezesi de sadece tuzlu leblebiydi,

Atatürk o gece çok neşeliydi. Boğaz dönüşü Marmara'da ikinci bir gezinti daha yapıldı. Sabaha kadar içildi. Hepsini hesaplamıştım. Üç şişe bira ve yarım kilo Dimitrikopolo (üç kadehte fazlası vardı).
İşte bütün milletin ve benim de merak ettiğim içki miktarı bu kadardı.

Şehirdeki gezintilerinin yerlerini ömrünün son yıllarında deniz banyoları almağa başlamıştır. Selanik gibi bir kıyı şehrinde doğmuş olduğu halde, o zamanki softalık yüzünden Atatürk denize hiç girmemişti. Yüzmeyi, kendi eseri olan Florya'da öğrendi ve halkın arasında yüzdü. Zaten halk arasında, kalabalık içinde yaşamak isteğinde olduğu için İstanbul'u bu işe daha elverişli bulur ve Ankara'dan çok İstanbul'u severdi.

Tarih yapıtlarına karşı büyük bir saygı duyduğu belliydi. Tarihe, özellikle Türk tarihine büyük değer verir, tarih yapıtlarının iyi saklanmasını, bozulup, yıkılmamasını her zaman tekrarlardı.

Atatürk, dil konusunda olduğu gibi, müzik alanında da kendi beğeni ve alışkanlıklarını çiğnemiş, Alaturka müziği sevdiği ve sofrasından hiç eksik etmediği halde, batı müziğine inanmış, batı uygarlığının (müziğinin gelecek kuşakların müziği olduğunu söyleyerek Devlet Konservatuvarı'nın temellerini attırmıştır. Özel hayatında alaturkalıktan kurtulamayan Atatürk, bir ara Radyoyu yalnız alafranga müziğe ayırtacak kadar ileri gitmiş ve kulağına kadar gelen yakınmalar üzerine de, alaturka âşıklarına, devrim yapan kuşakların yoksunluk ve fedakârlıklara katlanmak zorunda olduklarını hatırlatmıştı. Müzik kültürü çok kuvvetli olan ve bâzı geceler sevdiği şarkıları kaidesine uygun şekilde söyleyen Atatürk'ün müzik devrimini de halka zorla kabul ettirişi, o gece Sarayburnu Parkı'ndaki konuşmasından belli değil miydi?

Arap şarkıcı masadan ayrıldıktan sonra Atatürk ayağa kalkarak kadehini halka doğru kaldırıp:
— Arkadaşlar, hanımlar, beyler... Şu gördüğünüz içki şampanyadır. Bunu vaktiyle Padişahlar, meşveregâhında, kafes arkasında gizil içerlerdi. Bizse, hepimiz şurada, toplu olarak alenen içiyoruz... Dedi.
Atatürk'ün bir halk adamı olduğunu, bundan daha güzel hangi olay anlatır.

Atatürk birden bire kararlar verirdi. Yine öyle olmuş, coşan halka sayısız devrimlerinden birini daha müjdeliyordu. 1927 yılında ne pahasına olursa olsun yapmağa karar verdiği ve 1928 kış aylarını da hazırlıklarıyla geçirdiği lâtin harflerinin alınışını ilân edişi işte o geceye rastlar.

Atatürk, harf devrimi için beş yıllık bir plân hazırlayıp getirenlere çıkışmış, «Bu iş ya üç ayda olur, ya hiç olmaz» demişti. Olaylar O'nun haklı olduğunu bir kez daha gösterdi.

Şişli sosyetesinden toplanmış on kadın toplantıya çeşit katıyordu. Gerçi genç, güzel denemez, fakat olgun kadınlardı. Çok pahalı ve şık giyinmişler, boyanmışlardı. Kadın konusunda biraz kıskanç olan Atatürk, kadınların tırnaklarının bile boyanmasını hoş karşılamazdı. Boyalı kadın gördü mü, boyalarını sildirir, yıkanmalarını ister, «Olduğu gibi görünün... » derdi.

ATATÜRK'ÜN içki içmesine karşı olanların başında Umumî Kâtip Hikmet Bayur geliyordu. Bayur herhalde Atatürk'ü hepimizden çok sevdiğinden olacak O'nu içkisinden caydırmak için türlü bahaneler bulur, fakat hiç birini başaramazdı. Aralarında sık sık tartışmalara tanık olurdum. Hemen her sabah tekrarlanan bu tartışmalardan Bayur'un yenilgiye uğradığını üzülerek görürdüm.
Bayur, erken saatlerde Atatürk'e gelir, o günkü ajans bültenlerini getirir ve kendisinden direktif alırdı. Ata'nın yorgun halini gören Bayur dayanamaz:
— Paşam yine renginiz yerinde değil, çok yorgun ve bitkinsiniz. Şu içkiyi bu kadar çok içmeseniz daha iyi olur. Derdi.
Bu karışmaya Atatürk'ün canı sıkılır ama, hiç belli etmemeğe çalışarak:
—A Hikmet Bey, ben rakıyı şimdi değil, daha Harbiye talebesiyken içerdim. Bugüne kadar da hiç. zararını görmedim. Diye karşılık verirdi. Bayur bunun da altında kalmazdı:
— Muhterem Paşam, bugün belki zararını görmediğinizi sanırsınız, fakat yarın göreceksiniz. Siz bu memlekete lâzımsınız. Kendinize acımıyorsanız bari bu millete acıyın. Bu millet sizin varlığınızla kaim...
Atatürk bu sözleri hep gülümseyerek karşılardı. Fakat bir gün canına tak demiş olacak ki, Hikmet Bayur yine içkiyi kötüleyen konferansına başladığı sırada birden bire:
— Hikmet Bey, seni Kabil'e sefir yapalım. Git, oraları gör; hatta icap ederse Hindistan'a kadar git Oralar hakkında bilgi edin... Oku, tetebbu et ve ilim getir. Bize bu yolda faydalı ol... Dedi.
Bu suretle Hikmet Bayur'un Kabil Büyükelçiliğine atanma emri verilmiş oluyordu. Bayur birkaç gün sonra ayrılarak Kabil'e gitti. Bana öyle geliyor ki, bu atanma, Bayur'un yurda hizmet kaygusu, yalansız olarak Atatürk'e içki içmemesi öğüdü ve içmesine engel olma hareketinden ileri geliyordu. O Hikmet Bayur ki, sevgisini, saygısını hiç eksik etmediği Büyük Adama «İçme Paşam» sözünü ilk söyleyebilmek cesaretini göstermiş, fakat bunu çok sevdiği Atatürk'ün yanından uzaklaştırılma cezasıyla ödemişti. Nitekim Hikmet Bayur haklı çıkmış, Atatürk’te sonunda içkinin fenalığını anlamış, fakat iş işten geçmişti.

ATATÜRK için «içkiyi bırakamaz» diyenler, acaba bir gün gelip aldanacaklarını hiç düşünmüşler midir? O'na içkiyi bıraktırmak isteyenler, o zaman kim bilir nasıl şaşırmışlardır. Evet, bu kadar içki kullanan ve ondan ayrılamaz görünen adam, üç ay hiç rakı içmeden de durabiliyor...
Büyük Nutkunu yazarken ben bunun tanığı oldum. Akşamları yine sofra kuruluyor, herkes karşısında yiyor, içiyor; fakat O, ağzına bir damla bile içki koymuyordu. Hattâ yemek yerken herkesin içişini gülümsemeyle seyredişi hâlâ gözümün önündedir. Oysa ben, içkiye alışkın insanların bir gün bile içmeden duramayacaklarını sanırdım. Atatürk'ün tam üç ay kendi isteğiyle içkiye boykotuna benimle birlikte bütün çevresindekiler de şaşıp kalmışlardı. Bu da O'nun görev aşkını ve sorumluluğunu, alışkanlıklarının ve beğenilerinin de üstünde tuttuğunun en güzel örneklerinden biridir.
Büyük Nutkunu hazırlarken, hiç içki içmediği gibi, kırk sekiz saat hiç gözünü kırpmadan yazı dikte ettirişini de hatırlarım. Öyle ki, yazı yazmaktan yorulan değişiyor, fakat O, binlerce belge arasından ayırdığı notlarıyla büyük eserini tamamlamak için uykusunu bile vermekten çekinmiyordu.

Atatürk'ün hiç uyumadan üç gün durabildiğini de, görmüş ve inanamamıştım. Cephede değildik, savaş ta yoktu. Uykusuzluğu gerektirecek önemli bir olayla da karşı karşıya bulunmuyorduk. Fakat O, bir işe, ama ciddi bir işe başladı mı onun sonunun geldiğini görmeden asla rahat edemezdi.

Bir ara Recep Zühtü, Atatürk'e:
— Paşam, dedi. Reşit Galip'e biri demiş ki: Hitler bugün konuşacak. Bunun üzerine Reşit Galip te şu cevabı vermiş: Bizim Hitler her gün konuşur.
Atatürk bu lâfa kızmak şöyle dursun, kahkahalarla gülmüştü.

ATATÜRK doğru söze bayılır, dobra dobra konuşanları severdi. Kibirli değildi, gururluydu. Hizmetkâr olmamıza rağmen bizlerle, neferleriyle arkadaşça konuşur, sorular sorar, şakalaşır, dertlerimizle ayrı ayrı ilgilenir, her fırsatta bize konuşma özgürlüğü tanırdı, — Çelebi, ne dersin bu işe?
Diye sık sık benim fikrimi aldığını hatırlarım. O'nun bu huyunu bildiğim için, sorduğu her şeye hiç çekinmeden, ucu zülfi yâre de dokunsa, cesaretle cevap vermeğe gayret ederdim. Bunun ödülünü de, ölünceye kadar hizmetinde kalmak suretiyle gördüm.

Napoleon'un Damdonörleri, annesi ve kız kardeşinin adları yazılıydı, Boş zamanlarımda sarayı gezmeğe çıkınca her zaman bu masalara bakar, üstündeki yazıları okumağa dalardım. Okuya okuya farkında olmayarak ezberlemişim. Oraya gelince fırsatı kaçırmadım. Hemen atıldım. Napoleon'un aile kişilerinin adlarını sıralamağa başladım.
Kontes şaşırmıştı. Hem Napoleon sülalesini bir hizmetkârın ezbere bilmesinden, hem de koskoca bir devlet başkanının karşısında, hizmetkârının ortaya atılarak serbestçe konuşmasından...
Kontes Atatürk'e dönerek:
— Sizin için diktatör diyorlar. Oysa bu adamlar, sizden hiç çekinmeden, korkmadan konuşabiliyorlar...
Atatürk şu karşılığı verdi:
— Benim için diktatör diyorlar. Evet, ben diktatörüm ama, kalpleri kazanarak diktatör oldum. Bunlar benim verdiğim emirleri yaparlar. Benden ne diye korksunlar?...

İzinli olduğum için o gece sofrada hizmet edememiştim. Atatürk, şefimiz İbrahim'e beni sormuş, izinli olduğumu söylemiş. Bunun üzerine Fethi Okyar'a dönerek:
— Napoleon'un annesini, kızkardeşini ne sen bilirsin, ne de ben. Bizim Çelebi zeki çocuktur. Hele bugün çok hoşuma gitti. Türklerin hizmetkârları bile Napoleon'un familyası ile alâkalı... Beni diktatör tanıyan insanlardan bir tanesi bu vaziyeti görmüş oldu. Onun için memnunum. Demiş.

— Paşam, bu işe ancak siz çare bulabilirsiniz... Deyince Atatürk şu cevabı verdi:
— Ben askerim. Vazifem olan şeyleri bilirim. Gerisine karışmam. Bu memlekette Yüksek Ticaretten mezun dünya kadar genç yetişiyor. Bunların arasından seçin bir tanesini, İktisat Vekili yapın...

Ben askerdim. Allahın inayeti, milletin yardım ve çalışmasıyla bugüne ulaşabildik. Memleket ve millet artık kurtulmuştur. Ben bir şey yapmadım ki... Benim vazifem çekilip bir yana oturmak olmalıdır. Reisicumhurluğu bile üzerime almamam lâzımdı. Ne çare ki, hiç istemediğim halde bu vazife her yıl benim üzerimde kalıyor. Benim kalmam bu millet için belki zararlı olur. Dedi.

Halkın içinden çıkmış olan bu büyük insan, kalabalık içinde yaşamaktan, halkın içinde dolaşmaktan, halkın gittiği yerlerde oturmaktan büyük bir haz duyardı. Halkın eğlendiğini görmekten hoşlanır, o eğlencenin içine kendini de sokardı.

— Siz rakıyı niçin içersiniz?
Çallı İbrahim'in arkadaşı Hüsamettin:
— Bendeniz rakıyı herkes gibi midemi doldurmak için değil, kafamı öldürmek için içerim. Diye cevap verdi. Atatürk bu hazır cevaplıktan çok hoşlanmıştı:

— Çallı İbrahim, Çallı İbrahim... Avrupa'dan bir çok ressamlar, heykeltraşlar geliyor, benim resimlerimi, büstlerimi, heykellerimi yapıyor. Siz nerdesiniz? Çalılara mı gömüldünüz de, hiç görünmüyorsunuz? Bu kadar tanınmış bir ressam olmanıza rağmen sizin hiç sesiniz çıkmıyor. Onlarsa binlerce lirayı alıp memleketlerine gidiyorlar.
Deyince Çallı İbrahim gülümseyerek şu cevabı verdi:
— Paşam, Paşam... Fındıklı Sarayında (Akademi) benim yaptığım bir portreniz vardır. Anlaşılan bunu duymamışsınız. Gidip onu görün. Atatürk siz değilsiniz, asıl odur...

İhsan Boran, Bükreş Ataşe militerliği sırasında bir sanatçılar topluluğuyla Bükreş'e gelen Çallı İbrahim'le bir görüşme yapmıştı. Sohbet sırasında Ataşemiliter, Çallı İbrahim'e:
— Üstad, hâtıra olarak lütfedip bir şey çizer mi. siniz? Diye sormuş, Çallı İbrahim de kendine özgü konuşma diliyle:
— Ne gibi bir şey?
— Meselâ Atatürk'ü hayalinizden çizebilir misiniz?
— Ben O'nu kalbime resmetmişim...
Ve sihirli kalem darbeleriyle, birkaç saniye içinde Atatürk'ün eşsiz bir portresini çizmiştir.

ATATÜRK sık sık halkı ve memleketi görmedikçe rahat edemez, bu yüzden ansızın gezilere çıkardı. Balolara, eğlencelere, davetlere de gidişi ansızın olur, okullara haber vermeden baskın yapar, derslere katılırdı. Bu yüzden birçok kimse gafil avlanır, hazırlıksız olduklarından şaşkına dönerlerdi.
Yurt gezilerinde de çoğunlukla böyle olurdu. Önceden hazırlanmış bir gezi programı yoktu. Gece sofrada, ertesi gün falanca yere gidilmesi istenir, sabah olur olmaz da hareket edilirdi.

— Paşam, bu çocuğa boşuna emek vereceksin?
— Niçin?
— Efendim, çoban hiç okur mu? Adam olur mu? Bu saçmaları büyük bir dikkatle dinliyen Atatürk:
— Yahu, ne uzağa gidiyorsunuz. Ben de bir zamanlar tarlada kargaları bekledim. Dayımın çiftliğinde onun koyunlarını güttüm. Beni biraz zeki gören dayım:
— Bu çocuğu okutmalı... Dedi. Bundan sonra beni askerî mektebe yazdırdılar. Ben de okudum, gördüğünüz mevkie geldim. Çobanlar okumaz diye bir nazariye yoktur. Bu çocuk ta okur. Belki büyük bir adam da olur. Onu da zaman gösterir... Dedi.

Atatürk'ün canı adamakıllı sıkılmağa başlamıştı. Bir öğretmen, «Yeni nesli sizler yetiştireceksiniz, yeni nesil sizin eseriniz olacak» dediği bir öğretmen gelsin, onun ayaklarına kapansın... Olur şey değil!
— Siz böyle yaparsanız, sizin yetiştirdiğiniz talebeler ne yapar? Böyle bir hareket fani insanlara yapılır mı? Haydi istediğin neyse çabuk söyle. Yalnız şunu iyi bil ki, kim olursa olsun, elini ayağını öpmek hiçte doğru değildir.
Kadın öğretmenin isteği, iki çocuğunu yatılı okula vermek, okutmaktı. Atatürk emir verdi. Çocukları hemen yatılı okula yolladılar.

— iki gün önce bizim atların biri doğurmuştu. Alıp onları buraya getiriniz...
Hayvanların getirilmesinin istendiği yer Çankaya, emri veren de bir Cumhurbaşkanı idi.
Yaverler ve misafirler duraksadılar. Sofradakilerin şaşkınlığı henüz geçmeden yine Atatürk'ün sesiyle irkildik:
— Sevelim, görelim, okşayalım...
Köşke, hem de şeref salonuna hiç hayvan girer miydi? Fakat emir emirdi işte... Yeni doğan tay ve annesi Yıldız, hemen Köşke getirildi. Ama hayvanlar bir türlü salonda yürüyemiyorlar, cilâlı yerlerde ayakları kayıyordu.
Hemen yerimden fırladım. Aklıma bir çare gelmişti. Yerlere serili seccadeleri topladım. Tay ve annesinin geçeceği yere serdim. Hayvanlar rahatça salona girdiler. Fakat şunu da söyleyeyim ki, hayvanlar salona çok yakışıyorlardı.
Atatürk bir süre salona alınan hayvanların yanında kaldı. Eliyle ikisine de şeker yedirdi, ayrı ayrı sevdi, okşadı. Bundan sonra hayvanlar salonu terk ettiler. Herkes memnundu. Kimin aklına salona hayvan sokmak gelir. Belki de bir atla yavrusunun Cumhurbaşkanı salonuna girişi, yeryüzünde ilk kez olmuştur.

Atatürk, Foks'un yaşantısıyla yakından ilgilenirdi. Bir gün Ankara'da, Köşkün bahçesinde dolaşırken, köpeğinin hareketlerini dikkatle izliyordu. Foks'un tembelliği mi üzerindeydi, neydi? Bir köşeye çekilmiş, boş gözlerle sahibine bakıyordu. Atatürk hayvana uzun uzun baktıktan sonra, bana döndü:
— Bu hayvan aç... Dedi.
— Yemeğini az önce yedi. Diye karşılık verdim.
— Yese böyle olur mu?
— Bir tencere pilâvı elimle verdim. Hem öyle bir pilâv ki, fukaranın evinde dört kişi doyar.
Hiç sesini çıkarmadı önce... Çıkarmadı ama, aklına Foks gelmiş olacak ki, yemekten sonra sözü yine ona getirdi: — Bu köpek çiftleşti mi? Diye sordu. Anlaşılan Foks'un keyifsiz halini, bu kez de cinsel durumuna yoruyordu.
— Konya'da iki ay önce çiftleşmişti... Dedim:
— O orada kaldı. Ben burada bir şey oldu mu, diye soruyorum.
— Henüz olmadı Paşam...
O zaman Atatürk şöyle konuştu:
— Hayvanlar muayyen zamanlarda çiftleşirler. Onların hiç değilse bir zamanı var. Onlar kadar olamıyoruz...
Atatürk'ün bu sözlerine için için ne kadar gülmüşümdür.
Bir kaç yıl Atatürk’ün yanında kalan Foks, hırçın bir köpekti. Misafirlerden bir çoğunu ısırdıktan başka bir gün de Atatürk'ün elini ısırmış. Hem de oldukça derin bir yara açmış. O gün elini sarılı görünce hepimiz meraklanmıştık. Bunun üzerine köpeği Köşkten uzaklaştırdılar, çiftliğe götürdüler. Yakınlarından bir kaç kişi «Sahibini ısıran köpekten hayır gelmez» diye öldürülmesi için Atatürk'e ısrar ettiler. İzin verdi mi, vermedi mi bilmiyorum ama, Foks o günlerde öldürüldü. Baytarlar Atatürk'e yaranmak için özenle köpeğin derisini yüzmüşler. İçini samanla doldurup, göz yerlerine cam göz takmışlar.
Bir camekân içine oturtmuşlar. Tabii bunlardan Atatürk'ün haberi yok.
Bir gün gezinti sırasında çiftliğe de uğradığı zaman, camekânda Foks'u görünce duraklar. İçi acıyla burkulur. Üzgün bir halde:
— Sevdiğim bir mahlûku böyle görmek istemem, kaldırın onu. Der.
Atatürk'ün, elini ısıran köpekten «sevdiğim» diye bahsetmesi, oradakileri şaşırtır. Bunu yüzlerinden okuyan Ata şunları söyler:
— Her ısırana kızılmaz. Foks fenalık yapmak için ısırmamıştır.
Ertesi gün Foks'un doldurulmuş derisi camekândan kaldırılmış ve bahçenin bir köşesine gömülmüştü.

Ben vaziyeti görünce yokuşun başında otomobilden indim. Daracık yoldan uçurumu seyretmeğe başladım. Bulunduğum arabada oturan Nuri Conker ile Hacı Mehmet Beye, yolun buradan ilerisinin daha tehlikeli olduğunu söyledim. Çünkü gündüz bir kaç kez bu tehlikeli yolu geçmiştim. Nuri Conker:
— Yani ne yapalım Çelebi, ölümden mi korkuyorsun? Dedi.
— Herkes başının çaresine baksın. Ben iniyorum, sonra yayladan dönüşte beni alırsınız. Diye karşılık verdim.
Fakat milletvekilleri otomobilden inmediler. Benim aşağı indiğimi gören Kılıç Ali ve İsmail Hakkı Tekçe, kızarak şöyle dediler:
— Niçin indin otomobilden, niye korktun? Bizim canımız yok mu? Atatürk'ün canı yok mu?
— Sizin de canınız var ama, hepinizin kafasında birer şişe Dimitrokopolo var. Bende ise hiç bir şey yok. Onun için ben inmede, siz inmemede haklıyız.
Sabaha karşı saat dörde doğru Çubukabad'a vardık. Bir kaç çadır kurulmuştu. Hepimiz çadırlara girerek yorgunluktan ve uykusuzluktan battaniyelerin üstüne kıvrılıverdik.
Ertesi gün Atatürk uyandıktan sonra hareket emrini verdi. Gece geçtiğimiz yoldan dönerken Atatürk'ün şaşkınlığını bir görmeliydiniz:
— Yahu dün gece biz buradan mı geçtik? Diyor, şaşkınlığı iyiden iyiye artıyordu.
Önce bana kızanlar, gece geçtikleri sırat köprüsünü andıran yolu gözleriyle görünce hak verdiler.

Sakarya'da cepheyi teftiş ederken, yanındakilerden birisi Atatürk'ün sigarasını yakmak için kibrit çakar. Bundan hayvan ürker ve Atatürk attan düşerek kaburga kemikleri kırılır. İlk tedavisi yapıldıktan sonra röntgeni alınsın diye Ankara'ya döner. Kırılan kaburga kemiklerinden birinin ucu, ciğerini zedelediği için Atatürk çok acı duymakta, nefes bile almakta güçlük çekmektedir. Kırık kemik plasterle tutturulduktan sonra biraz rahata kavuşan Atatürk, doktorların dinlenme öğüdünde bulunmasını hiçe sayarak hemen otomobiline atlar ve cepheye koşup Sakarya savaşını yönetir. Orduya sonuncu taarruz emrini verdiği gün Atatürk'ün kırık kaburgaları da iyi olmuştur.

Bir de keçinin boynundan çıkardığım bir çıngırağın ucuna ip bağlayarak sofaya uzatmıştım. Çıngırağın altında oturur, nöbet beklerdim. Hasta, olduğu halde bir şezlonga uzanır, önünde bir Sakarya haritası, hep onunla uğraşır dururdu. Bir şey isteyeceği zaman da ipi çeker, beni çağırırdı.
Derken Yunan kuvvetleri ağır basmağa başladılar. Biz de Eskişehir'i bırakmak zorunda kaldık. Atatürk'ün önceleri düşüncesi, Ankara'yı da bırakıp daha içerlere gitmek ve düşmanı tam yok etmekti. Fakat sonra bu düşüncesini değiştirdi. «Ankara'yı terk edersem Türk milletinin maneviyatı bozulmaz mı?» diye düşünüyordu. Bu yüzden Ankara'yı sonuna kadar boşaltmadık.

İstanbul'un, işgal edildiği gün... Hamdullah Suphi, Kanlıca'daki evinden Şirketi Hayriye'nin Boğaziçi vapurlarından birine biniyor. Köprüye varınca bir de ne görsün? İngilizler, Fransızlar, Amerikalılar... Bütün işgal devletlerinin askerleri... Köprü üstünden Sultanahmet'e doğru ilerliyor. Kanlıçınar'a arkasını dayayarak çınarın yardım etmesini bekliyor. Oradan Aya sofya'ya gidiyor. Fakat Bizans'a ait bu yapıt, onun sesini duyar mı sanıyorsunuz? Daha ileriye doğru, Sinan'ın Süleymaniye Camiine doğru yürüyor. Kubbesine sesleniyor: «Bizi halâs'a götürecek yol ve adamın nerede» olduğunu soruyor.
Kubbeden gelen ses: «Korkma, sizi şarktan bir Türk yiğiti kurtaracak» diyor. Hamdullah Suphi de kalp rahatlığı içinde evine dönüyor.
Bu konuşma Atatürk'ü çok hoşnut etmişti. Meclis, o gece sabaha karşı saat beşe kadar sürdü. Dağılırken bile herkes, konuşmanın etkisi altında kalmış, gözyaşı döküyordu. Bana gelince, hem ağlıyor, hem rakı sunuyordum...

Güzel bir ay ışığı vardı. Sabaha karşı herkese bir mahzunluk çöktü. Sesler, çalgılar yavaş yavaş kesildi. Hava adamakıllı serinlemişti. Herkes başladı üşümeğe...
Misafirler ellerini öperek ayrıldılar. Afet Hanım:
— Paşam, soğuk başladı, gidelim... Dedi.
Fakat Atatürk, bu insanı iliklerine dek ürperten serin havadan ayrılmak istemiyordu. Bunun üzerine kız kardeşi ile Sabiha Gökçen, Afet İnan, Rukiye, Nebile, Zehra Hanımlar hep beraber izin isteyerek ayrıldılar. Bütün gecelerini uykusuz geçiren Atatürk sıhhatine pek düşkün değildi. Yerinden bile kıpırdamadı.
Orada benden başka kimse kalmadı. Bir de yaverlerden Celâl Bey vardı. Atatürk üşüyecekti. Çok üzülüyordum. Fakat vazifem yüzünden orasını bırakamazdım.
Gramofonda güzel valsler çalıyor, ben hâlâ rakı veriyordum. Bir an geldi:
— Rakı istemez... Yeter! Dedi.
Artık yalnız gramofon dinliyor ve düşünüyordu. Biraz önce burasını neşeye boğan misafirler, yiyip içmişler, birer ikişer başlarını alıp çekilip gitmişlerdi. Hepsinin evinde bir bekleyeni vardı. Çoluğu, çocuğu, eşi, anası, babası...
Güzel bir ay ışığı vardı. Sabaha karşı herkese bir mahzunluk çöktü. Sesler, çalgılar yavaş yavaş kesildi. Hava adamakıllı serinlemişti. Herkes başladı üşümeğe...
Misafirler ellerini öperek ayrıldılar. Afet Hanım:
— Paşam, soğuk başladı, gidelim... Dedi.
Fakat Atatürk, bu insanı iliklerine dek ürperten serin havadan ayrılmak istemiyordu. Bunun üzerine kızkardeşi ile Sabiha Gökçen, Afet İnan, Rukiye, Nebile, Zehra Hanımlar hep beraber izin isteyerek ayrıldılar. Bütün gecelerini uykusuz geçiren Atatürk sıhhatine pek düşkün değildi. Yerinden bile kıpırdamadı.
Orada benden başka kimse kalmadı. Bir de yaverlerden Celâl Bey vardı. Atatürk üşüyecekti. Çok üzülüyordum. Fakat vazifem yüzünden orasını bırakamazdım.
Gramofonda güzel valsler çalıyor, ben hâlâ rakı veriyordum. Bir an geldi:
— Rakı istemez... Yeter! Dedi.
Artık yalnız gramofon dinliyor ve düşünüyordu. Biraz önce burasını neşeye boğan misafirler, yiyip içmişler, birer ikişer başlarını alıp çekilip gitmişlerdi. Hepsinin evinde bir bekleyeni vardı. Çoluğu, çocuğu, eşi, anası, babası...
Atatürk ise sadece düşünceleriyle baş başaydı. Koca köşkte yapayalnızdı. Bu hal bana çok dokundu. Yalnızlığı öylesine hüzün vericiydi ki... Bir gece kendisini odasına çıkaracak bir adamı bile olmadığından acı acı yakınmış, ne kadar bedbaht olduğunu anlatmak istemişti.
Sabah olmuştu. Atatürk hâlâ çenesini, yumruğuna dayamış, olduğu yerdeydi. Yavaş yavaş doğrulduğunu, ağır adımlarla köşke doğru ilerlediğini gördüm.
Atatürk belki yapayalnızdı ama, bütün benliği Türk milletiyle doluydu. Bütün milletin de kalbinde yatıyordu. Aile mutluluğunu, milletinin sevgisiyle değişmişti.

ATATÜRK, Türk-İran dostluğunun gelişmesine büyük önem verirdi. Bunu, İran Şahı'nın Türkiye'ye yaptığı ziyaret sırasında daha iyi anladım. Şahın geleceği kesinleştiği sıralarda, Türklerle İranlıların soy ve kültür bakımından kardeş olduğunu, sırf bir mezhep savaşması yüzünden ayrıldıklarını belirleyen bir piyes yazılıp, bunun opera olarak oynanmasını istedi.

Tören biter bitmez İbrahim'le ben Şah'a sunulmak üzere elimizde vermut, likör, konyak tepsisi olduğu halde salondan içeri girdik. İbrahim tepsiyi tutuyordu. Tepsiden bir kadeh konyak alıp, Şah'a doğru götürmeğe hazırlanırken, misafirlerin içki içmediğini daha önce öğrenmiş olan Atatürk, bana eliyle «Dur» işareti yaptı. Tam yüz geri etmeğe" hazırlanıyordum ki, Şah bu vaziyeti gördü ve eliyle beni çağırdı. Yüzüme bakarak elini uzattı, kadehi aldı. Arkasından bir kadeh, bir, bir daha... Derken «Şerefe» diye diye kadehleri yuvarladı.
Atatürk, ömründe hiç içki içmeyen Şah'ın kadehleri dikişine hayretle bakıyordu. Şah, Türkiye'de gördüğü büyük konukseverlikten mi, yoksa ilk içkinin rehavetinden mi nedir, gayet memnundu. Atatürk’te, Şah içtiği için memnun...

— Çelebi, duyduğuma göre Han olmuşsun. Şah hazretleri yine konyak içiyor mu?
— Bir şişe şampanya fin konyak veriyorum. Acaba hepsini mi, yoksa yarısını mı içiyor, bilmiyorum.
Şah, ilk içkiyi bizde içti ama, maiyetindekilerden. hiçbiri perhizi bozmadılar. Ne kadar uğraştımsa. ağızlarına bir katre içki değdirtemedim. Yalnız Nuri Conker bir ara Atatürk'e, ağzından şu sözleri kaçırdı:
— Efendim, hizmetkârlar dolu şişeleri hâtıra olarak saklıyorlar...
Atatürk bu sözlere kahkahalarla gülmüştü.

Telefon konuşması sırasında yanında bulunuyordum. Oğluna okulunu, derslerini, bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sordu. Seyahatinin iyi geçtiğini söyledi. Oğluyla görüşen Şah'ın masaya döndüğü zaman üzerindeki dalgın halin kaybolduğunu ve neşelendiğini gördük. Önce içmek istemediği kadeh elindeydi ve şerefe kalkıyordu.

Öteden beri âdetiydi. Yabancı bir devlet adamı mı gelecek? Hemen o ülkenin tarihi, coğrafyası, sosyal hayatı hakkında bilgi toplar, onların bile bilmeyeceği şeyleri öğrenir, misafirlerini şaşkına çevirir, hayran bırakırdı.

Sonra nereden aklıma geldi bilmem, durduk yerde bir soru da ben O'na sordum:
— Paşam, Kral'ın ağlaması benim çok gücüme gitti ve çok üzüldüm. Büyük adamların düşmesi çok zor oluyor, değil mi?
Kısa bir duraklamadan sonra Atatürk, bu sözlere şöyle karşılık verdi:
— Krallar öyle olur...
Bu cümlenin anlamını çok sonra, düşüne düşüne anladım. Bugün daha iyi anlıyorum ya... Fakat o zaman bu gereksiz soruyu neden sorduğuma sonradan pişman oldum ve üzüldüm. Benim neme gerekti...

YUNANİSTAN Başbakanı Venizelos'un İstanbul'a gelişi oldukça enteresan oldu. Daha birkaç yıl önce Türkiye'yi almak, Ankara'yı kendi ülkesine katmak isteyen bu adama, Tanrı, Ankara'ya gelmeyi nasip etmişti. Fakat yenildikten sonra, askerleri denize döküldükten sonra, misafir olarak, acı duyarak.

— Mehmet, bugün Venizelos'un ayağına gideceğiz. Kendisiyle görüşeceğiz. Buna ne dersin?
Atatürk, berberiyle sık sık şakalaşırdı. Mehmet bir an düşündükten sonra:
— Paşam, ben sizin yerinizde olsam ne gider, ne de görüşürüm. Çünkü o millet bizim Selânik'imizi (berber Selânik'liydi), toprağımızı, yerimizi aldı. Bu yetmiyormuş gibi bir de Ankara'mızı almağa kalktı. Bütün bunlardan sonra siz onlarla dost gibi konuşacaksınız. Ben olsam yapamam.
Atatürk, berberinin safça sözlerini dinlerken hiç kızmadı. Hattâ onun samimiyetinden memnun bile kaldı.
— Bu memleket iyidir. Bu yüzden dost olmağa, dost görünmeğe mecburuz. Hem bunu yapmazsak, tarih bizi affetmez,
Atatürk, işte ilk Türk-Yunan dostluğunun temellerini o gün atmıştı,

KONYA'da ilk akşamımız... Recep Zühtü, mebuslar telâşla geldiler:
— Aman Paşam, çok fena... Dediler.
— Fena olan neymiş? Onlar yine ayni heyecanla:
— Gidiş çok fena, çok berbat Paşam..
— Fena olan nedir?
— Burada Komünizm almış, yürümüş. Bütün lise talebeleri ve başlarındaki öğretmenleri baştan başa komünist olmuş. Eğitim de o yolda. Bu hal ne olacak?
Atatürk gülerek:
— Canım, Padişahlığı istemiyorlar ya... İşin öteki tarafı düzelir. Bunun korkulacak nesi var? Diye onları yatıştırmağa çalıştı.

Misafir Amanullah Han, kalması için ayrılan yere gitti. Biz de tekrar Yalova'ya döndük. Bu Yalova'dan İstanbul'a gidiş geliş sırasında ilginç bir olay da oldu. İstanbul'a gelirken, kırk mil sürat yapıyorduk. Bu süratin yaptığı dalgalarla Ada kıyılarında bulunan bazı sandallar parçalanmışlardı. Bunu Atatürk'e duyurdular:
— Biz randevuya yetişmek için süratli geldik. Onların ne kabahati var. Derhal aratıp buldurun. Tazminat vermek suretiyle zararlarını karşılayın. Bizim yüzümüzden zarara uğramasınlar... Emrini verdi.

— Paşam, Veliahd bizi adam yerine koyup, ellerimizi bile sıkmadı. Dedi.
Bunun üzerine Atatürk:
— Çok mağrur olmasınlar. Gurur iyi bir şey değildir. Diye hem kanaatini belirtti, hem de ileri görüşlülüğünün bir örneğini daha verdi. Nitekim aradan yıllar geçtikten sonra o gururlu, kibirli veliahdın koskoca Japon İmparatorluğu, Müttefikleri yok edeceği düşüncesiyle savaşa girmiş, fakat sonunda büyük bir yenilgiye uğramıştı.

Atatürk, Japon Veliahdının kabalığına iyiden iyiye içerlemişti. Öyle ya, Dünyanın öbür ucundan kalk, dost bir memlekete gel de, seni karşılayanların elini sıkma... Bu kabalığa incelikle cevap vermek ve onu utandırmak gerekti. Bu yüzden Atatürk, Veliahd'a çok nâzik davranıyor, iltifat ediyordu. Hattâ ziyafet sofrasının özenle hazırlanmasıyla kendi uğraşmıştı.
0 Responses