Murat Çetin
Bu kitabı okuduktan sonra, yalnız başınıza yürürken, içindeki öyküleri düşünmeyiniz, riskli olabilir. Durduk yerde ya da duramadığınız yerde gülmeye başlayabilir ve yanlış anlaşılabilirsiniz. Ama kitabımı sürekli olarak elinizde taşırsanız, herhangi bir sorunla karşılaşmazsınız. Kitabım böyle bir durumda delil yerine geçecektir.

Kitabımı, önünüze gelen ya da sizin her önüne gittiğiniz kitapçı dükkanına sorunuz. Ve hatta, başka ürünler satan dükkanlara da sorabilirsiniz. "Burası kitapçı dükkanına benziyor mu?" gibi bir soruyla karşılaşmanız halinde, bunu yalnızca "Pardon," sözcüğüyle yanıtlamanız size hiçbir şey kaybettirmeyecektir. İnanın oldukça dikkat çekeceksiniz. Eğer birinin "Var," yanıtıyla karşılaşacak olursanız, "Aldım zaten, yalnızca sizde de olup olmadığını merak etmiştim," demeniz yeterlidir. İnanın herhangi bir yaptırımla karşılaşmazsınız. Bu küçük katkınız sonucunda, aradan geçen küçük bir süreçte bütün kitapçı dükkanlarında ve hatta vitrinlerinde yer alacak olan kitabım; okura ulaşmak için, “En Çok Satan Kitaplar" listesine girecektir. Bu boyutta, bol miktarda, sayısı küçümsenmeyecek kitap satıcısına ulaşmış olan kitabım;henüz kitap kurtları, kitapseverler, kitap dostları, kitap biriktiricileri, kitap okurlarıyla buluşmamış dahi olsa "En Çok Satan Kitaplar" arasında yer alacaktır. Ve listeye girdikten sonra, doğal olarak satacaktır. Siz de böylece, "En Çok Satan Kitaplardan birini en önce okuyan, ailenizin gelecek kuşaklarına bu kitabın ilk basımlarından birini miras olarak bırakma şansına sahip öncülerden olacaksınız.

"Kamyonun hemen hemen her yanında birer tümcelik plakalar asılı. Kazadan sonra bunu bizzat ben de gördüm. En ilginci de kamyon kasasının arkasındaki... Bu yazılar dikkat çekiyor ve çektiği gibi de, dağıtıyor dikkati tabii. Yani yazıların ikili bir işlevi var. Dikkatin hem çekilip, hem de dağıtılması, trafikte Seyreden araçların, bunları seyreden şoförlerinin bazen çarpışıp, araçlarıyla birlikte dağılmasına yol açabiliyor.

Bölünme tamamen fikirsel. Bir bölümü mafya diyor, diğer bir bölümü ülkücü mafya diyor. Kazanan taraf hangisi olacak, bu henüz belli olmadı. Bene bu tartışma uzar gider. Mafya ya da ülkücü mafya; bayağı da tanınan biriymiş. Ünü yurt dışına taşmış. Oralarda da tanınan ve aranan biri olmuş. Yorumculardan duydum.
Bunun için, kırmızı bir davetiye mi, kırmızı bir bülten mi ne,bastırmışlar. Ama bir türlü kendisine ulaşamıyorlarmış. Davetiyeyi bizim devlete bırakmışlar: 'Bulursanız verirsiniz, bizi durumdan haberdar edersiniz,' demişler. Bizim devlet de: 'Şimdi burada değil, görürsek iletiriz,' demiş. Bir söylentiye göre de, o davetiye mi, kırmızı bülten mi nedir, ölen o üst düzey emniyetçinin cebindeymiş ve ölmeseymiş, ölen öbür ilgiliye, yani mafyaya verecekmiş.

Müdür beyden önce, makyaj odasındaki arkadaşların elinden geçmek zorundasınız. Çok sert bir görünümünüz var. Önce onlar, sizi biraz yumuşatacaklar. Ondan sonra sıra müdür beye gelecek. Buradaki hiyerarşi böyle çalışıyor. Önce makyaj odasındakiler, sonra müdür bey..."
"Annamadım! Medyatik olacağız diye... Bu yaştan sonra olmaz öyle şey! Önce makyaj odasındakiler şey yapacak, sonra müdür ha? Kalsın kamera mamera... Delikanlı doğduk, delikanlı öleceğiz."

İki yardımcı, üç denetçi ve ikişerden dört adet de yedek olmak üzere toplam on kişi apartmanın yönetimini paylaşıyordu. Yani, ikinci hafta, genel kurul toplantısına katılanların hemen hemen her biri birer görev alıyorlardı ama, bir yıl boyunca da albay hariç, hiçbiri görev yapmıyordu. Zaten albayın da arzusu bu doğrultudaydı. Albayın düşünce sistematiğine göre, matematiksel olarak, çok kafadan doğal olarak çok ses çıktığından, sesler birbirini etkileyip ve aynı zamanda da etkilenip, uyumsuzlaşıyordu. Yıl boyunca, yalnızca albayın çıkan sesi, uyum işini tam bir başarıya ulaştırıyordu.

Albayın adı Evren, soyadı Topçu'ydu. Yani, Topçu Albay Evren Topçu... Apartmanın
girişindeki diafonun künyesinde ve kendi dairesinin kapı girişindeki zil butonunda on iki punto harflerle aynen böyle yazıyordu. Topçu Albay Evren Topçu... Yerin müsait olmamasından olacak, "Emekli" ya da kısaltılmış olarak "Em." yazmıyordu ünvan olarak.

Emekli oluncaya kadar birçok şehir gezmiş, her türden insan tanımış olan albay, her şeyi bilirdi. Maydonozun faydalarından, kazan dairesindeki brülörün üstünde yer alan cıvatalara kadar her şeyi... Bildikleri aslında yüzeyseldi ve pratikte hiçbir kıymet, mana veya ehemmiyet ifade etmiyordu. Ama o bildiğini biliyordu. Ve bu da kendisine yetiyor ve her şeye karışıyordu.

Kız mini, dar etek ve iri göğüslerini açıkta bırakan bluz giymişti, elinde de cep telefonu vardı. Mini eteğine, mini etek demek, kişiden kişiye değişebilirdi. Buna bazıları mini, bazıları da mini mini diyebilirlerdi. Ve her iki bakış da doğru idi. Çünkü bu tür durumlar için konunun uzmanları tarafından net bir tanımlama yapılmamıştı henüz. Kız ayakta dururken giydiği kilodun rengi ve modeli belli olmuyordu, ama bir yere oturunca, bu konuda aydınlanmak için, bu bölüme yalnızca bir bakış atmak ya da o bakışı fırlatmak yeterliydi.

"Biz Doğuluyuz albayım, bu sebepten dolayıdır ki, gelenimiz gidenimiz çok olur. Ayrıca geldik geleli, bir hoşgeldine gelmediniz yönetim kurulu başkanı olarak! Fakirhanemize teşrif buyurursanız ikramda kusur etmeyiz!"dedi.
”Albayım"a, albayım diye hitap ederek konuşan birinin, ilk defa hitabetine icabet etmedi "Albayım". Ve hatta kızdı içinden. Kadın "Albayım”a üstü kapalı rüşvet teklif ediyordu. Üstü kapalı da olsa, açık da olsa rüşvet rüşvetti "Albayım" için. İkramının ne olacağı da malum... "Albayım"a özel, bedava pezevenklik yapacaktı kadın.

Temel Dursun Bey de üzülmüştü, çaresiz insanların başvurduğu tümceyle telefon görüşmesini sonuçlandırdı:
"Üzülme, bir çaresi bulunur elbet!" dedi.

Bir iki daire buldum, fakat kısa süreli kiraya vermek istemiyorlar. Bana ise kısa süreli, yedi aylığına kiralayabileceğim bir daire gerekiyor. Bilirsiniz, apartmanlarda kapıcılar her şeyi bilirler. Sizin daireniz de size dokuz ay sonra gerekliymiş, oğlunuz gelecekmiş galiba." dedi Temel Dursun Bey.
Hicabi Bey hemen düzeltti konuşmadaki yanlışı:
"Oğlum değil, kızım gelecek!"
Temel Dursun Beyin attığı yemin ucunu ısırmıştı Hicabi Bey. Düzeltmeden sonra devam etti hemen Temel Dursun Bey:

Jeton alımında bulunduğu sırada, yaptığı el kol hareketlerinden, sağır olduğu sonucunu çıkardığını söyledi memura. Ardından dayanıldığını sözlerine ekledi. Memurun "Sağır" olmadığını,şu birlikte bulunmak zorunda oldukları zaman diliminde, onun tam bir "Sığır" olduğu sonucuna, tüm verilerin ve belirtilerin ışığında ulaştığını söyledi. Ve yanıt hakkı tanımadan postaneyi terk etti.

Rıdvan Beyin arkadaşı, Rıdvan Beye bırakmaksızın uzanıp, Rıdvan Beyin ineceği kapıyı iterek açtı. Bu hareket, Rıdvan Beyin daha da sinirlenmesine yol açtı. "Sanki, işini bitirdiği orospuyu indiriyor arabadan it!" diye, araba içinde gerçekleştirdiği son düşüncesini de kullandı.

Önce kala ile balık hecelerini ayırdı birbirinden. Balık istifi gibi sözcüğü, caddeyi tanımlamak için önce uygunmuş gibi geldi kendisine. Sonra denizdeki balıkların durumunu düşündü, hiç uygun değildi bu sözcük. Denizler balıktan arındırılmıştı. Bir süre sonra, deniz ve balık sözcüklerinin birbiriyle hiçbir ilişkisi kalmayacaktı. O zaman doğal olarak, "Balık istifi" deyimi anlamını yitirip, yalnızca tarihsel bir sözcük olarak tarihteki yerini alacak ve halk arasındaki kullanımdan çekilecekti.

Rıdvan Bey, sandalyesini oyuncuların masasına, kendisi de üstünde olmak üzere kaydırdı. En yakınındaki çift atan genci hedef alarak: "Daha yakından izleyip, izleyemeyeceğini?" sordu.
Genç:
"Ne demek izlemek! Gel yanıma hayatını yaşa! Birlikte idare edelim durumu! Babama bak be!" gibi, pek de ne anlama geldiği, ilk duyulduğunda kavranamayacak, fakat el kol hareketleri ve tavırlarıyla olumlu karşıladığını ifade etti. En azından Rıdvan Bey, isteğinin uygun karşılandığı sonucuna ulaştı.
Genç, çay ocağına doğru:
"Yap bir çay babama, benden!" diye bağırınca Rıdvan Bey, okeycilerin masasına yaklaşmasının hiçbir sakıncası olmadığına emin oldu.

"Taş çalıyorsun ulan!" demesiyle, masa, etrafını saran oyuncularla birlikte birbirine girdi. Samimi arkadaş görünümündeki oyuncular, birbirlerine saldırıya geçtiklerinde, küfürleri onlara eşlik ediyor, kavgalarına fon oluşturuyordu.
Masa etkileşim sonucu devrilmiş, sandalyeler de savrularak eşlik durumunu bozmamış, okey taşları ve ıstakalarsa kahvehane içinde geniş bir alana yayılmıştı.
Rıdvan Bey, "Ulan"la temel harcı atılan kavganın ilk anlarında, kahvehanenin uygun bir köşesine kaçarak, kendini güvenceye aldı. Küfürleşen ve birbirine giren dört oyuncu, eylemlerini sürdürmek için, bulundukları alanın darlığını içgüdüsel olarak düşünmüş olacaklardı ki, kahvehanenin dışına sürüklendiler. Kahvehane önünde gelişimini sürdüren kavga, giderek daha uzak mekanlara kadar ulaştı. Daha sonraki üst gelişime göre, kavganın tarafı olan genç insanların, ses ve görüntüleri, kahvehane çevresinde de yitiklere karıştı.

Bir süre geçtikten sonra, garson Rıdvan Beyin yanına gelerek:
"Yirmi iki çay var hesapta amca!" dedi.
Rıdvan Bey, garsonun ifadesini yorumlayamamıştı:
"Ne yirmi iki çayı?" dedi.
Garson:
"Oğlunun içtiği ve sen dahil ısmarladığı çaylar!" diye açıkladı. "Yaptığım hasar tespit çalışmasında ise kayda değer bir şeye rastlayamadığımdan, ek bir talepte bulunmuyorum!" dedi.
"O, benim nereden oğlum oluyormuş?" diye tepki gösterdi Rıdvan Bey.
"Onun anası, on beş dakika uzaklıktaki Zürafa Sokak'ta (Zürafa Sokak: İstanbul Karaköy'de bulunan, devlet denetiminde ve gözetiminde, resmî, meşhur genelev sokağı.) icrayı sanat eyliyor. Belki oradan oğlun oluyordur!
Ne bilim ben! Sana babam diye hitap etmedi mi? Yap bir çay babama, demedi mi? Yirmi iki çay için oğlunu inkar mı ediyorsun?" diyerek, Rıdvan Beyin tepkisel sorusunu, sorunsal tümcelerle yanıtladı garson.

Rıdvan Bey ve sakallı, birbirlerine kalabalıktan ötürü vuramıyorlar, ancak vücutlarını iki samimi dostmuşçasına kucaklayabiliyorlardı. Ortam ne yumruklaşmaya, ne de güreşmeye uygun değildi. Öylece bir birlerine sarılmışlar, yalnızca bağrışıyorlardı.

Tüm dikkatler onların üzerinde toplanmışken, polislerden biri; hep birlikte topluca konuşan, ama aslında bağrışarak, anlam kaymasına uğramış sesler çıkartan kitleye, hırsızın hangisi olduğunu sordu. Birkaç parmak, olayın gerçek kahramanlarına şans tanımadan, bir anda Rıdvan Beyi gösterdi.
Rıdvan Beyin, kendisini savunacak tümcesinin ilk sözcüğü henüz ağzından çıkmadan:
"Geç lan sen şuraya!" diyen polisin, tam olarak gerçekleştiremediği, hatta gerçekleştirmek istemediği tümcesi ve suratının ortasına patlattığı destekli yumrukla oluşan, gözlerinin önünde ışıl ışıl yanan yıldızımsı görünümdeki soyut parlaklıkla, gösterilen yere, istemi dışında, biraz da sarsılarak ulaştı Rıdvan Bey. Işık hızıyla yarış yaparcasına gerçekleşen otobüs dışı, karakol önü gelişmelere, bu kez kadın, aynı süratli davranışla, Rıdvan Beyin daha fazla hırpalanmasını engellemek için:
"Hayır, hırsız değil, ırz düşmanı!" diye bağırarak konuşmaya başladı.
Polis, tümcenin devamını beklemeden, Rıdvan Beye yeni bir girişime başlama aşamasındayken, kadınının kollarına yapışan hareketiyle duruldu. Hiç beklemediği bir engelle karşılaştığını gören polis, eylemini kesintiye uğratarak, tümcenin devamını dinlemeye karar verdi.
Kadın:
"Hayır, bu hırsız değil. Hem de ırz düşmanı da değil. Hırsız olmayan, ama ırz düşmanı olan bu!" diye pis suratlıyı gösterdi.

Tacize uğrayan kadın, geçmiş yaşamına ilişkin benzer bir olayı anlatmaya başladı:
"Böyle bir olay gene otobüste başımdan geçti memur bey." dedi. “O olay mahkemeye yansıdı. Hem şahitler de vardı ve duruşmaya bile geldiler. Ama mahkeme salonundan çıkıp, koridorda yürümeye başlamıştık ki, kocamın taciziyle karşılaştım."
Polis, kadının anlatımının arasına büyük bir şaşkınlık ifadesiyle girdi.
"Nasıl yani, kocan adliye koridorunda mı sana şey yapmaya kalkıştı? O; devletin, komşularının, ailenin kabullendiği, nikahlı resmî kocan değil mi? Hevesini niye eve saklamadı da, orada şey yapmaya yeltendi? Sapık mı senin kocan?" dedi.
"Sapıktır bir parça memur bey. Beni herkesin içinde tekme tokat dövmeye başladı. Hevesini eve bile saklayamadı. 'Namusumu herkesin içinde ayaklar altına aldın orospu,' diyerek dövüyordu beni. 'Bir daha, namusumu herkesin içinde ayaklar altına alırsan öldürürüm seni!' diye de, önceki tümcesini güçlendiren bir tümce ekledi. 'Bu davayı geri alacaksın. Ben namusumu, böyle herkesin içinde çiğnetmem. Nasıl sen böyle, her şeyi açık açık, herkesin içinde anlatırsın?' diyor ve Allah yarattı demiyordu. Adliyedeki görevli polisler zor aldılar elinden memur bey. Her tarafımdaki çürüklerle, günlerce öyle gittim işe!"
Polis gene girdi araya:
"Kocanın bu yaptığına taciz denmez. Sapıklık da değil bu! Seni bir temiz dövmüş. Dövüldüğüne üzüldüm, ama senin kocan bu. Kocanın vurduğu yerde gül biter. Ama sen sulamadığın için gülü soldurmuşsun. Olayın üstünden zaman da geçmiş ayrıca. Şikayetçi misin kocandan? Orada şikayetçi olacaktın, hemen rapor da alacaktın! Hem konumuzla ne ilgisi var anlattıklarının?" dedi.
Kadın:
"Kocamdan şikayetçi değilim memur bey. Yuvarlanıp gidiyoruz birlikte. Daha doğrusu, o beni yuvarlıyor, ama idare ediyoruz. Ama bu kez öldürür beni. Çok sinirlidir. En ufak şeyde; ne eti senin, kemiği benim der, ne de kemiği senin eti benim diye savlar. Hem etim, hem de kemiğim onundur, bu yüzden ikisini de bırakmaz. Eve gitmeliyim, o kahvehaneden dönmeden yemeğini hazırlamalıyım. Bu ırz düşmanından şikayetçi olsam, mahkemeye gitsem, affetmez beni bu sefer kocam. Namusunu ikinci kez ayaklar altına aldım diye öldürür beni!"
Kadının anlatısını polis ve Rıdvan Beyle birlikte tüm dikkatiyle dinleyen pis surat, şikayetçi olunmamanın da verdiği rahatlıkla:
"Valla billa, ben bacıma bir şey yapmadım zaten memur bey!" dedi.
"Sus lan sen eşşoğlu eşşek," diyen memur, otomatik bir hareketle, peşi peşine iki tokat salladı sakallıya. Tokatlardan yalnızca biriyle sakallının suratı temas kurmuştu. İkinci tokat, ilk tokatın etkileşimiyle yere yıkılan pis surata rastlamamış, boşluğu dövmüştü.

"Buyur komşu, evine mi gidiyorsun? Seni bırakayım."
dedi otomobilin içinden bir ses.

"Epey klakson çaldım komşu!" dedi Aydın Bey. "Nerelere gitmiştin öyle? Dalıp gitmişsin. Feneri nerede söndürdün? Bize de anlat, gidip biz de söndürelim fenerimizi!"

Komşusu Aydın Beyin:
"Geldik işte, evlerimiz göründü!" tümcesiyle mutlulandı. Gerçekten evleri gözüküyordu. Orda evi vardı,görse de, görmese de, o ev onun eviydi.
“Çok teşekkür ederim komşu, hiç ileri gitme, dur senin evinin önünde. Elli altmış metre yürürüm ben." dedi
Rıdvan Bey.
Komşu Aydın Bey itiraz etti:
"Olur mu komşum?! Seni elli altmış metre yürütür müyüm?! Bırakır, geri dönerim ben." diyerek, tam Rıdvan Beyin kapı girişinde durdurdu otomobilini.
Rıdvan Bey kapıyı açıp inmeden:
"Gerçekten çok teşekkür ederim, mahcup ettin beni, nasıl öderim senin bu borcunu?! Bize gel de bir kahve içelim. Acı Kahve... Bunca yıllık hatırımız var, üstüne bir kırk yıl daha eklensin." dedi.
"Gelmeyeyim komşum, bir iki tur daha atayım. Malum, ar dünyası değil, kâr dünyası bu!" dedi komşu Aydın Bey. Rıdvan Bey uyandı. Uyumuyordu, ama komşusu Aydın Beyin konuşması, ancak bu sözcükle açıklanabileceğinden uyandı. Fakat gene de bir gaf yapmaktan korkuyordu. Gaf yapmak yerine, gereksiz bir laf yaparak, ne kadar dolaşacaksın, diye sormak istedi. "Ne kadar..." dedi Rıdvan Bey. Dolaşacaksın, sözcüğüyle tümcesini tamamlayacaktı ki, araya girdi komşusu. Rıdvan Beyce gereksiz olduğu tespiti yapılan tümcenin, Aydın Beyce gereken bölümü kullanılmıştı.
"Sen yabancı değilsin komşu, ver bir şeyler!" dedi komşu Aydın Bey.

Ve bu ana kapının anahtarını ise sık sık kaybediyorlardı. Kendi daire kapılarının anahtarlarını niye kaybetmezlerdi de, özellikle bu kapınınkini kaybederlerdi? Kapıcı da sık sık, kapı otomatiğinin düğmesini kullanmamak için, kilidin uygun yerine bir mandal sıkıştırıyordu. Kapıcıyı bu konuda uyarmıştı birçok kez Rıdvan Bey. "Hırsızlık olabilir, güvenliğimiz tehlikeye girer, kapı hep kapalı dursun!" demişti. Kapıcı da bu uyarıları hep aynı yanıtla: "Peki bey!" diye karşılamıştı. Zaten kapıcı hiçbir uyarısına ya da sorusuna olumsuz yanıt vermemişti şimdiye kadar. Ama hiçbirini de verdiği yanıt doğrultusunda uygulamamıştı.

Şimdiye kadar verdiğim kararlar, pratik bağlantılarım, ilişkilerim, ilkelerim veya ilkesizliklerim patrona hep kazandırmış, bu özelliklerimin yankısıysa beni bulunduğum yere taşımıştı. Taşınma işim, anlatımımdan da anlaşılacağı gibi pek kolay olmamıştı. Sırtıma zaman zaman ağır yükler binerdi ve ben bunları hep bir yolunu bulup başkasının sırtına yükleyerek, ayrıca kendimi de başkasının sırtına basarak kurtarırdım. Bu kez yük tamamen benim sırtımdaydı. Fakat hiçbir girişimim negatif sonuç vermemişti.
0 Responses