Murat Çetin
Çoğu zaman öykünün en çok bilinen versiyonu doğru olanı değildir. Kaynaklardan topladığım bilgileri birbirine zıt ya da yetersiz gördüğümde en iyi etkiyi hangisinin yaptığını hissettiysem, onu seçtim.

Üzerine tıkladım ve tamamen uydurma olması gerektiğine inandığım bir öyküyle karşılaştım. Tek problem şuydu: Öykü tamamıyla gerçek gibi görünüyordu.

Zavallı kuş hiç zorlanmadan yüksek çitleri bile aşabiliyordu. Ötmesi ise boğazından çıkan guruldama şeklindeydi. Mike olmayan kafasındaki olmayan gagasıyla tüylerini yolmaya bile çalışıyordu. Kafasının işlevlerim saymazsak, görünüşe göre, Mike öteki tavukların yaptığı her şeyi yapabiliyordu. Vücudunun önemli bir kısmının eksik olduğunun farkında bile değildi.

Taklitçi horozlardan birinin adı Şanslı idi ve bir soba borusuna girip ölene dek tam on bir gün yaşadı. Şanslı o kadar da şanslı değildi anlayacağınız.

İlk adımları, Malloy'un mekanda para ödemeden de içmesine izin vermek oldu. Bu sayede ilk hafta boyunca her gün, gece yarılarına kadar içki şişelerinde balık oldu Malloy. Yakın gelecekte gazetelerde 'Cinayet Ekibi' olarak anılacak iki adam, Malloy'un ölüm haberini beklemeye başlamışlardı.
Ancak Malloy her gün bara gelmeye ve daha çok içmeye devam etti.
Cinayet Ekibi'nin üyeleri bir sorunla karşı karşıya olduklarını fark etmişlerdi. Hayat sigortası ve alkole yığınla para yatırmalarına rağmen Malloy'un ölüme gider gibi bir hali yoktu.
Bunun üzerine içkisine zehir katmaya karar verdiler.

İlerleyen günlerde Malloy'un içkilerine neftyağı, atlar için kullanılan bir ağrı kesici ve hatta fare zehri bile koydular. Bu maddelerin herhangi biri ortalama bir insanı öldürmeye yeterdi ama ağır bir alkolik olan Malloy'un vücudu tüm bu zehirlere bir şekilde direnebiliyordu.

Cinayet Ekibi, kesin sonuç vereceğine güvendikleri yeni bir fikir ürettiler. Bir kutu konserve sardalye açıp yaklaşık bir hafta boyunca çürümeye bıraktılar. Gerçekten kötü bir koku yaymaya başladığındaysa, nefis bir sardalyeli sandviç hazırladılar. Elbette, mineral katılmamış sandviç eksik bir sandviç sayılacağı için, Marino teneke kutunun dibini kazıdı ve lezzetli talaşları da sardalyeye ekledi. Son malzeme olarak da bu uydurma karışımın içine ince kıyılmış metal parçalan eklediler.
Eminim sonucu tahmin edebilirsiniz. Malloy sandviçi mideye indirdi, parmaklarını yaladı ve oradan ayrıldı. Peki öldü mü? Tabii ki hayır. Ertesi gün daha fazlasını istemek için geri döndü.

Plan, Green'in taksisiyle Malloy'u ezmekti. Her zamanki gibi adamı sarhoş edip taksiye bindirdiler. Tenha bir kavşağa gelince arabadan çıkardılar. Green aracı seksen kilometre hızla üzerine sürdü. Ancak, Malloy son anda kendini yana atmayı başardı. Bu adamda da tam bir İrlandalı şansı varmış!
Bu kez Malloy'u arka koltuğa oturtup daha uzak bir yere götürdüler ve sonunda amaçlarına ulaşıp Malloy'u arabayla ölümüne ezdiler.
Ya da en azından Cinayet Ekibi onun Öldüğünü sanmıştı. Adamın ezildiğini görmüşlerdi. Bu sefer de becerememiş olmaları mümkün değildi. Yoksa mümkün müydü?

Bütün bunlar yetmezmiş gibi, ilk 'kazadan' üç hafta kadar sonra Michael Malloy hiçbir şey olmamış gibi bara geri döndü. Sağ salim kurtulmayı başarmıştı.

Evet, bunlar kesinlikle kahraman tavuklardı. Sadece birilerinin karnını doyurmakla kalmayıp, aynı zamanda hayat kurtarıyorlardı. (Ne yazık ki kurtardıkları kendi hayatları değildi.)

Biz şimdilik 1977 yılına dönelim. Güçlü New York şehri iflasın eşiğine gelmişti ve suç oranı da giderek yükseliyordu. Kimse bu şehirde gelecek görmüyordu. Bazıları hala görmüyor.

AB Electrolux, Einstein ve Szilard'a patentleri karşılığında 750 dolar ödedi Bugünün parasıyla 10 bin dolar. Ancak şirket tasarımların üretime geçmesini hiç düşünmedi. Tipik bir şirket mantığıyla, Electrolux'ün patentleri almasının tek sebebi kendi tasarımlarıyla rekabete girmesini önlemekti.

Beach çalışma hayatına, şehrin ilk günlük gazetesi New York Sun'da başladı. Sıfırdan başlayarak sıkı çalışması sonucu yükseldiğini söylemek isterdim ama bu yalan olur. Gazete babasınındı.

Lamarr'dan sık sık yapılan bir alıntı vardır: "Her kız göz alıcı olabilir. Tek yapmanız gereken öylece durup aptal gözükmektir."

Evet, anlaşılan fermuar asla...
Ama durun! Hepsi bu kadar olamaz. Fermuarları her yerde kullanıyoruz. Öyleyse efsane devam ediyor...

Hiç şüphe yok ki, Nikola Tesla, Leonardo da Vinci'den beri yaşamış en büyük dehadır.

Ancak, Edison DC sistemine çok fazla para yatırmıştı ve bu yüzden General Electric, Tesla'nın her yeni keşfini karalamak için elinden geleni yaptı. Edison, sürekli olarak AÇ elektriğinin DC enerjisinden çok daha tehlikeli olduğunu göstermeye çabaladı.
Buna karşılık olarak Tesla da kendi pazarlama kampanyasını yürüttü. Chicago'daki (yirmi bir milyon insanın katıldığı) 1893 Dünya Fuarı'nda, yüksek frekanslı AÇ enerjisini kendi vücudundan geçirerek ampullere iletip, AÇ elektriğinin ne kadar güvenli olduğunu sergiledi.

Yeryüzünü ikiye ayırmak gibi bir şeyi denemediğini de sanmayın. Yani, bir nevi.
1899 yılında, Colorado Springs'teki laboratuvarında, yeryüzüne enerji dalgaları göndermiş ve bunlar da doğal olarak kaynaklarına geri dönmüşlerdi. Aynı ilke bugünün güvenilir sismik deprem istasyonlarının temelidir. Dalgalar geri geldiklerinde, daha fazla elektrik gönderdi.
Sonuç mu? Kayıtlara geçmiş en büyük insan yapımı şimşek: Tam 40 metre! Hala kınlamamış bir rekor! Beraberinde oluşan gök gürültüsü otuz beş kilometre öteden bile duyulmuştu. Laboratuvarın etrafındaki çayırın üzerini tuhaf bir mavi alev kaplamıştı; tıpkı St. Elmo'nun Ateşi gibi. Ne yazık ki, yerel güç şebekesinin teçhizatını havaya uçurmuştu ve bu deneyi bir daha asla tekrarlayamadı.

Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıcında, hükümet umutsuz bir şekilde Alman denizaltılarım tespit edebilmenin yolunu arıyordu, iyi bir yöntem bulması için Thomas Edison görevlendirildi. Tesla, gemilerin tespit edilmesi için enerji dalgalarının kullanılmasını önerdi -yani bugünkü radarların. Edison, Tesla'nın önerisini gülünç olarak niteledi ve dünya bu keşfin yapılması için bir yirmi beş yıl daha beklemek zorunda kaldı.

Peki, bu bombalar ne kadar hasara sebep olmuşlardı?
Doğrusu, pek az. Japonlar, Amerika'nın Batı kıyısının geniş ormanlarla kaplı olduğunu zannediyorlardı. Orman yangınları başlattıkları takdirde, halkın paniğe kapılmasını sağlayabileceklerini sanmışlardı. Ancak, Japonlar büyük bir hata yapmışlardı; balonların hemen hepsi kış mevsiminde gönderilmişti ve yağmur yağarken hiçbir şey öyle kolayca yanmazdı.

Görüşmelerden sonra evine döndüğünde, bugüne dek duyduğum en unutulmaz açıklamalardan birini yaptı: "Evet! Biz burada savaşı kazandırması garanti olan yarasa bombaları üzerinde çalışıyoruz, onlarsa küçük atomlarıyla oynuyorlar. Ağlamak istiyorum."

İngiliz konsolosu, Miami ve New York üzerinden İngiltere'ye dönmesini ayarladı. Miami'de olduğu sırada, Çince tercüman aracılığıyla kurtuluş hikayesini anlattı. ABD Deniz Kuvvetleri, hayatta kalma başarısından o kadar etkilenmişti ki, yaşadıklarını yeniden canlandıran kısa metrajlı bir belgesel film bile hazırladılar. Bu filmi eğitim amaçlı kullanıyorlardı ama Poon Lim donanmaya katılmak istediğinde, düz taban olduğu için geri çevrildi! Herhalde Deniz Kuvvetleri'nin bürokratları, denizde yaşamak için öngördükleri asgari gereklilikleri karşılayamayacağını düşünmüşlerdi.

Poon Lim'e, bir cankurtaran botuyla denizde en uzun süre hayatta kalma rekorunun kendisine ait olduğu söylendiğinde, sakince "Umarım kimse bu rekoru yeniden kırmak zorunda kalmaz" yanıtını verdi.

Bu arada, Kolomb Amerika'yı hiç keşfetmemiş olabilir ama tarihçiler onun bu küçük adayı 1502 yılında keşfetmiş olduğuna eminler. (İki soru: l- İnsanların zaten yaşamakta olduğu bir adayı nasıl keşfetmiş olabilirsiniz? ve 2- Kolomb Tanrının unuttuğu minicik bir adaya rastlarken nasıl olur da koca bir kıtayı bulamaz?)

Millar hiç evlenmemiş ve çocuk sahibi olmamıştı. Ailesi olmadığı için servetini bırakacağı biri de yoktu. Bu yüzden, Millar vasiyetini bir insanın para için neler yapabileceğini gösterecek bir dizi eşek şakası şeklinde düzenledi.
Vasiyetindeki bir madde ile, Ontario Jokey Kulübü'ndeki değerli hisselerini, kumar karşıtı olmalarıyla ünlü bir yargıç ile bir rahibe bırakıyordu. Ne mi yaptılar? O güne kadarki laflarını bir kenara bırakarak derhal bu hediyeyi kabul ettiler. Hisselerin üçüncü kısmı, iki rakip atın sahibi olan ve güvenilmez karakteri yüzünden çoktan üyelikten çıkarılmış olması gereken bir adama bırakıldı.
Bir başka madde ile, 'günahkarlar için kutsal kitabı' yorumlayan şehirdeki her Hıristiyan papaza Kenilworth Jokey Kulübü'nden bir hisse senedi bıraktı. Uzun tartışmalardan sonra, ruhban sınıfının ancak bir kısmı bu hediyeyi kabul etti. Daha sonra, her senedin sadece yarım sent değerinde olduğunu öğreneceklerdi.
Toronto'daki her papaza, O'Keefe Bira Şirketi'nin bir hissesini bıraktı. Öyle ki, bira fabrikası Katolik mülkiyetine girmiş olacaktı, iki grup arasında büyük düşmanlık olduğu bir dönemdi ama hak sahibi 260 rahipten 91'i, her biri 56 dolar değerindeki hisseleri kabul ettiler.
Ancak, vasiyetinin en ünlü kısmı Bebek Yarışı ile ilgiliydi.
Bebek Yarışı nasıl gerçekleşecekti?
Çok basit. Millar, servetinin kalanını 'ölümünden on yıl sonrası itibariyle "Toronto şehrinde en fazla sayıda çocuk doğurmuş olan anneye" bırakacaktı. Bir başka deyişle, tüm servetini, tahminen 100 bin doları, ölümünü izleyen on yıllık süre içerisinde en çok çocuk doğuran kadına bırakıyordu.
0 Responses