Murat Çetin
Vagondaki diğer dört-beş yolcu söylediklerimizi işitmesin diye kafalarımız birbirine yakın oturuyorduk; bu durum da benim yaranmaydı. Her dedektifin bildiği bir şey varsa o da zayıf yaradılışta birisine suratınızı yaklaştırıp yüksek sesle konuşursanız istediğiniz bilgileri, hatta bazen bir itirafı bile kolayca elde edebileceğinizdir. Burada yüksek sesle konuşamazdım, ama suratlarımızın birbirine yakın olması bile yararımaydı.

Ve ben, büyük bir yanlış yaptığımı, Madden Dexter'ı haksız yere küçümsediğimi, fazla sert girerek, ilgilendiğim konuya doğrudan saldırarak kartlarımı yanlış oynadığımı anladım. Ya sandığımdan çok daha güçlü bir insandı ya da Gantvoort'un katilinin kimliğini gizleme isteği sandığımdan çok daha ağır basıyordu.

Ve Smith'le burun buruna geldim.
İkimiz de şaşırdık, ama onun şaşkınlığı benimkinden büyüktü. Karşılaşmayı ikimiz de beklemiyorduk, ama hiç olmazsa ben, onun hayatta olduğunu biliyordum; oysa o, benim körfezin dibinde olduğumdan emindi.

Basit bir içki yarışıydı bu. Beni zurna gibi etmeye çalışıyordu, her bildiğini ötecek bir zurna. Ben de aynısını ona yapmaya çalışıyordum. Ne o fazla bir başarı gösterebildi, ne ben.

"Thomas," dedi yaşlı ve çelimsiz kadın, "bu bay..."
"Tracy," dedim, çünkü sokağın öbür sakinlerine verdiğim ad buydu, ama yüzümün on beş yıldır kızarmadığı kadar kızarmaya başlayabileceğini hissettim. Yalan söylenecek insanlar değildi bunlar

"Tamam!" dedi birden. "Hallederim! Ciddi misin ama, yavrum? Halledersem gelir misin benimle?" .
Elini uzattı kız. "Söz!" dedi ve Hook inandı.
Çirkin suratına bir sıcaklık geldi, kızardı, bozardı, tam bir mutluluğa büründü yüzü, derin bir soluk alıp omuzlarını geriye attı. .Onun yerinde olsaydım ben de inanırdım belki, hepimiz zamanında böyle bir enayilik etmişizdir; ama olayı dışarıdan, eli kolu bağlı seyrederken Hook'un bu yavruyla oynaşacağına bir ton dinamitle üç taş oynasa daha akıllıca bir iş yapmış olacağını düşünmeden edemedim. Bu kız tehlikeliydi. Hook'un işi kolay değildi.

İki tabancam vardı, bir Çinlinin verdiği, bir de Hook'tan aldığım. Bir el ateş etmiştim, demek on bir mermim daha vardı, silahlardan biri doldurulduktan sonra kullanılmadıysa tabii. Tay'in bana verdiği silahı açıp elimi karanlıkta topun arkasında gezdirdim. Tek bir kovan vardı, o da horozun altındaydı. Tay rizikoya girmemişti, bir tek mermi vermişti bana, Hook'u hakladığım mermi.
O tabancayı yere koyup Hook'tan aldığım silahı inceledim. Boştu. Çinli hiç rizikoya girmemişti. Tartışmadan sonra Hook'un tabancasını geri vermeden boşaltmıştı.

Dam fazla uzakta değildi, yastık kılıfını atamayacağım kadar uzakta değil yani. Attım. Damın arkasında yitip usul bir tıkırtıyla tenekenin üstüne düştü.
Sonra odadaki bütün lambaları açtım, bir sigara yaktım -hepimiz zaman zaman biraz poz atmaktan hoşlanırız- ve yatağın kenarına oturup yakalanmayı bekledim. Belki karanlık odada avcılık oynayıp düşmanlarımı bastırabilirdim, ama büyük bir olasılıkla vurulmamdan başka bir işe yaramazdı bu. Vurulmaktan da hoşlanmam.

Çinli, kıza inanmak istiyordu ve söyledikleri de doğru çalıyordu kulağına. Aşıktı ne de olsa Çinli, ben de kızın bonoları yürütmesini Hook'la kaçmasından daha kolay bağışlayabileceğinin farkındaydım; işleri gene karıştırmakta zaman kaybetmedim.

Hook öldü. Kız elinde. Kalan tek iş beni ve bonoları yeniden ele geçirmek, bu da kesinlikle umutsuz bir uğraş sayılmaz. Tam bir yenilgiyi yarım bir zafere dönüştürmüş olacaksın, üstelik tam zafer şansın da kapanmamış olacak."

Kızın ustalığını şundan anlamak mümkündü. Kazığını attığı yarım düzine delikanlıdan hiçbiri onun suçlanmasına yol açabilecek tek söz söylememiş, kimisi de adını bulaştırmamak için elinden geleni yapmıştı.

Karşılık vermeden Önce, önerdiği işi iyice evirip çevirdim kafamda. Saygıdeğer bir özel dedektif şirketinin başına iki tür bela gelir: Ya pis bir işi, karanlık bir boşanma davasını örneğin, sıradan, yasal bir işmiş gibi süsleyip önünüze koyanlardan ya da çılgın, hayal ürünü sanrılar içinde bocalayan, gördükleri bir düşün üstüne gidilmesini isteyen sorumsuz kişilerden.

"Pekâlâ. Gitmeden önce Bayan Delano'yu tarif etmenizi isteyeceğim."
"Çok güzel! Dünyanın en güzel kadını o!"
Tam 'aranıyor' ilanına yakışacak bir tanım.
"Bilmek istediğim o değil tam olarak," dedim. "Kaç yaşında?"
"Yirmi iki."
"Boy?"
"Bir yetmiş üç, belki bir yetmiş beş." "İnce mi, balıketi mi, tombul mu?" "İnceye çok yakın, ama..."
Sesinde, gene söylev çekmeye başlayacağının habercisi bir heyecan vardı; hemen bir soru daha patlatıp kısa kestim.
"Saç rengi?"
"Kumral, ama öyle koyu ki neredeyse siyah, yumuşacık ve gür ve..." "Evet, evet. Uzun mu, kısa mı?" "Uzun ve gür ve..." "Göz rengi?"
"Yeni parlatılmış gümüşün üzerine gölge düşer bazen hani, işte..."
Gri yazıp sorularımı hızla sürdürdüm.
"Ten?"
"Kusursuz!"
"Anladım da beyaz mı, esmer mi, buğday mı?" "Beyaz."
"Yüz biçimi oval mi, ebleh mi, ince uzun mu, ne?" "Oval."
"Burun biçimi? İri mi, ufak mı, kalkık mı?.. "
"Ufak ve düzgün!" Sesi sanki hakarete uğramış gibi çıkmıştı.

Nakliye şirketinin yazıhanesine gidip dost bir kâtip buldum. (Aklı varsa, iyi bir dedektif, nakliye, demiryolu ve ekspres şirketleri çalışanları arasında elinden geldiği kadar çok dost edinir ve bu dostlukları sürdürmeye bakar.)

San Francisco'da Burke Pangburn'ün -R.F. Axford'ın kayınbiraderi ve Kumsallar ve Diğer Şiirler'in yazarının- ortadan kaybolduğunu bilmeyen varsa, ya okuması yoktu, ya okuma isteği.

Domuz bilgiç bilgiç bir fotoğraftan ötekine bakıyordu. "Şu herifi tanıyorum galiba bir yerden," dedi ağzının titrek köşesinden. Domuzun bir başka özelliği de budur.
Bir isim söylesen, bir insanın eşkâlini versen, kafadan bile atsan, mutlaka bir yerlerden tanıyordur.

"Sen ha!" diye homurdandı Joplin, beni tanır tanımaz.
"Ne istiyorsun?"
"Ne vereceksin?"
Ama kafam böyle parlak cevaplarda değildi aslında, kızı inceliyordum. Bir yerden tanıyormuşum gibi geliyordu, ama bir türlü çıkaramıyordum. Belki de hiç görmemiştim önceden, belki Pangburn'ün verdiği resme çok baktığım için tanıdık geliyordu. Fotoğraflar böyle etki yapabilir bazen.

Erkekler beni güzel bulmuşlardır hep, ben de oynamışımdır onlarla. Kadınlar böyledir. Erkekler benden hoşlanmışlardır, ben de onlara istediğimi yapmış, aşağılamışımdır onları. Sonra birdenbire, adını bile bilmediğim bu küçük şişman dedektif gelip sanki bir cadıymışım gibi davranıyor bana, sanki çirkin bir bunakmışım gibi. Ona karşı bazı şeyler duymamam mümkün mü? Kadınlar böyledir işte. Ben bir erkeğin bana en ufak bir ilgi göstermeksizin bakabileceği kadar çekicilikten yoksun muyum? Çirkin miyim ben?"

Korkaklığıyla Seattle'dan San Diego'ya kadar ün yapan Domuz Grout, her bir elinde yetersiz birer tabanca, yolun ortasında durmuş, üzerine başdöndürücü bir hızla uçan madeni bir canavara kafa tutuyor. Domuz Grout'u bu hale o getirmişti, yanımda oturan bu kadın! Bunu Domuz Grout'a yapabilmişti, oysa Domuz Grout insan bile değildi! En yüksek düşüncesi bir ölçü uyuşturucu olan o yılışık kertenkele, bu kadın kaçabilsin diye dişini sıkıp ölüme atmıştı kendini, omzunu kavradığım, dudakları benimkilere o kadar yaklaşan bu kadın.

Notu okuduktan sonra delikanlıya geri verdim -üstünde olduğun işle ilgili bir sürü evrakı yanında taşımanın bir anlamı yok-

Durum açıktı. Billie kavga istiyordu. Onu olsa olsa Ines engelleyebilirdi, ama güldü yalnızca. Kadının davranışlarını anlamaya çalışmanın bir yararı yoktu. Delinin biriydi. Billie'yle aramda oluşan gerginlikten ikimizi birden tutamayacağı belliydi; o yüzden de herhalde, 'Bırak hesaplaşsınlar,' dedi kendi kendine, hangisi ayakta kalırsa ona yamanırım.

"Yok öyle yağma!" dedi, burnundan konuşarak. "Benim mücevher payım başkasının cebinde çıkmayacak buradan. Burada pay etmek istiyorsan, sorun yok. Başka yerde pay edilecekse ben taşıyacağım. Tartışma!"
"Ama polis!"
"O senin derdin. Ben sorunları sırayla ele alıyorum. Şimdiki sorunum mücevherler."

"Ines!" diye fısıldadım, takırdayan dişlere doğru.
Cevap yok. Oturma odasındaki eşyalara sürtündü birisi. İki tabanca aynı anda patladı. Bir inleme başladı içeride.
"Mallar bende," diye fısıldadım, inlemelerden yararlanarak.
Tepki o zaman geldi.
"Jerry! Ah, gel bana!"

Kadın birden sakinleşti. Hemen başımı ona doğru çevirdim. Bıçak yanağımı yaktı, ceketimin yakasını yardı. Aldım elinden.
Bir anlamı yoktu bunun. Polis buradaydı bile. Keyfi olsun bari, dedim içimden. Yeni yeni kendime gelmiş gibi:
"Ha, sen miydin?" dedim. "Al."
İlk polis odaya adımını atarken mücevher kesesini uzattım ona.

"Şimdi... Bir müşterim var, Los Angeleslı Bay Nathaniel Ogilvie. Bu tür antikalara karşı büyük bir zaafı var, gerçek bir cacoetbes carpendi. Şunu da bilmeniz gerekir: Böyle malların değeri, karşılığında ne alabilirseniz o kadardır; ne bir kuruş fazla, ne bir kuruş eksik. Bu taca gelince, sıradan bir mal olarak satsam, en aşağı on.bin dolar getirir. Ama adı unutulmuş bir İskit kralı için yüzyıllar önce yapılmış altın bir kaskete sıradan bir mal denebilir mi? Elbette hayır! Dolayısıyla da Jeffrey tacı pamuklara sarılmış, şık bir paket halinde Los Angeles'a, dostumuz Bay Ogilvie'ye göstermeye gidiyor.
"Bu tacın, nasıl elimize geçtiğini söylemeyecektir Jeffrey. Ama tacın buraya kadar gelmesinde çeşitli entrikalar, kaçakçılık, orada burada biraz şiddet ve suç unsurları olduğunu ve büyük bir gizlilik gerektiğini ima edecektir. Gerçek bir koleksiyoncuyu avlamak için bundan büyük bir yem olamaz! Elde edilmesi zor olmayan bir malın hiçbir' değeri yoktur onun için. Jeffrey yalan söylemez. Asla! Mon dieu, böyle namussuz, alçak taraklarda hiç bezi yoktur. Ama çok şey ima edecektir ve ödemenin çekle yapılmasını reddedecektir, hem de kesinlikle! Çek kabul edemem beyefendiciğim! İzi bulunabilecek hiçbir şey el değiştirmemeli! Nakit rica edeceğim!
"Gördüğünüz gibi, kurnazlık. Ama nerede bunun zararı? Bay Ogilvie tacı nasıl olsa satın alacak, bu küçük numaramız da alışverişi onun için daha keyifli kılacak. Bu antikaya sahip olmanın keyfini daha arttıracak. Hem de bu tacın sahici olmadığını kim söyleyebilir ki? Eğer sahiciyse, Jeffrey'in ima ettiği şeylerin gerçek olduğu kuşkusuz. Dolayısıyla da Bay Ogilvie bu tacı yirmi bin dolara satın alacak, bu da zavallı Jeffrey'in niçin yirmi bin dolar taşımakta olduğunu açıklayacak."

"Hatırlamaya çalışırım," dedim. "Ses Ringgo'yla ilgili birşeyler de söyledi mi?"
"Gerek yoktu. Gövde ölünce el de ölür."
0 Responses