Murat Çetin
Polislerin ne içtiği hep ilgimi çekmiştir. Onlar hakkında ipucu verir. Mesela sek içki içmeleri, onların pek çok insanın asla görmediği pek çok şeyi defalarca yaşadıklarını gösterir.

Kardeşim bir keresinde bana sınır teorisini anlatmıştı. Her cinayet masası polisinin bir sınırı vardı, ama ona ulaşmadan bunu bilemezlerdi. Cesetlerden söz ediyordu. Sean'a göre, bir polisin görebileceğinden çok daha fazla sayıdaydılar. Herkes için ayrı bir sayı vardı. Kimileri bu sayıya çok çabuk ulaşırdı; kimileri yirmi ayrı cinayete bulaşır ve sağlam atlatırdı. Ama herkes için bir sınır vardır ve vakti geldiğinde kaçamazsın. Yaka rozetini çıkarırsın, bir şeyler olmuştur. Başka bir cinayet davasına daha bakamazsın artık. Eğer sınırı aşarsan başın belada demektir. Sean'un dediği gibi, bir kurşunla işin biter.

Üçümüz, yanımızda Sean olmadan kapı önünde durunca, Riley, neler olduğunu anında anlayacaktı. Her polis eşi bilirdi bunu. Bütün hayatları, bugünden korkarak ve bugüne hazırlanarak geçerdi. Her kapı çalışında ölüm habercilerine hazırlıklıydılar.

Bir dulla veya ölmüş bir çocuğun anne babasıyla ya da intihar etmiş birinin kardeşiyle yaptığım konuşmaları düşününce bir utanç kapladı içimi. Evet, bunları bile yaptım. Ölümün her türlüsünü kaleme alıp bir başkasının acısına davetsiz bir misafir gibi dalıyordum.

Arabanın arka koltuğunu düşündüm. Mahkûmlar ve şüpheliler. Şu anda ben her ikisiydim. Bir kardeş olarak şüpheli ve kendi gururumun mahkûmu. Müebbete mahkûm edilmiştim.

yüzlerce muhabir Denver'a akın etmişti. Bir hafta boyunca lüks otellerde kalıp şehirde ve üniversite kampüsünde dolaşmışlar; anlamsız sorular sorup anlamsız karşılıklar almışlardı.

Hikâye, yaklaşık iki hafta boyunca dallanıp budaklanarak medyayı meşgul etti. Tutuklanan olmadı. Bir süre sonra gündem dışı kalan Lofton, "önemsiz iş" kategorisindeki yerini aldı. Artık gömülmüştü.

Bir an sustum ve bir sigara yaktım. İçmeyebilirdim aslında ama onu kızdırmak istedim.
"Burası sigara içilmeyen bölüm, Jack."
"Öyleyse tutukla beni. En azından birilerini tutuklamış olursun."
"Elde etmek istediğin şeyi alamadığında neden hemen lanet bir herife dönüşüyorsun?"

Riley'nin yüzündeki gülümseme belki üç saniye sürdü. Gülümseme, bir anda, Munch'un tablosundaki o dehşet dolu bakışla yer değiştirdi. İnsan beyni mucizevi bir bilgisayar. Kapıdaki üç yüze bakmak ve kocanızın eve dönmeyeceğini anlamak için üç saniye yeterli. IBM asla böylesini yapamayacak. Ağzı anlaşılmaz bir sesin çıktığı korkunç bir kara deliğe dönüştü ve sonra şu kaçınılmaz sözcük çıktı.
"Hayır."

İlk kez o an, gözyaşları içinde bana baktı. Yüzünde yalvaran bir ifade vardı. Aynı karabasanı paylaşıyorduk; ben bir şey yapamaz mıydım acaba? Onu uyandıramaz mıydım? Şu karşımızda duran iki film karakterinin ne kadar yanıldıklarını söyleyemez miydim?

Riley de anne ve babasıyla oradaydı. Wexler, St. Louis, bir grup polis ve benim ya da Sean'un liseden beri görmediğimiz birkaç arkadaş da cenazeye gelmişti. Resmi cenaze töreni yapılmamıştı. Denver'da görevli pek çok polis törene gelmemişti. İntiharın bulaşıcı olduğuna dair bir inanış vardı.

Kafamı boşaltabilmek için bedenimi yormaya çalışıyordum. Başaramadım. Sean hep aklımdaydı. Mekânın dışında, zamanın dışında. Bu son mesaj, aklımdan çıkarıp atamadığım bir bulmacaydı.

Bir de yüzümde Breckenridge'deki kadının yüzünden kalma bir iz vardı; savaş yaram benim.

Haberi iki defa okudum. Yeni bir bilgi olmadığı halde beni haber tuhaf bir şekilde büyülemişti. Belki de Sean'un niye Estes parkına gittiğini tahmin ettiğimden, ya da en azından öyle sandığımdan dolayı. Nedenini düşünmek istemiyordum. Yazıyı kestim, bir dosyaya yerleştirdim, çekmeceye koydum.

Glenn iyi bir editördü. Bir hikâyenin iyi yazılmış olmasına her şeyden daha fazla önem verirdi. Editörlerin iki türü vardır. Birinci grup yalnızca bulgularla ilgilenir ve haber okunamaz hale gelene kadar içini bulgularla doldurur. Diğer gruptaki editörlerse yalnızca sunuşa ve hikâyeye bakarlar.

"Teşekkürler, ama işe geri dönmek istiyorum."
Başını salladı, ama çıkmamı da istemedi. Ekleyeceği bir şeyler olmalıydı,
"Peki o zaman, işe geri dönelim. Hatırladığım kadarıyla o olay olduğunda yeni bir proje arıyordun. Yeniden çalışmaya karar verdiğine göre seni meşgul edecek bir şey bulma zamanı."
İşte o anda bir sonraki projemi anlamıştım. Aslında aklımdaydı ama Glenn sorana kadar su yüzüne çıkmamıştı.
"Kardeşim hakkında yazacağım."
Bu, Glenn'in duymayı istediği cevaptı sanırım. İlk andan itibaren haber dikkatini çekmişti, ama elbette yüzüme karşı bu işi benim almamı istediğini söylemezdi. Kendiliğinden geleceğini biliyordu. O, sadece kapıyı aralayacak soruyu sormuştu.
Evet, oltaya gelmiştim işte.

"O zaman, bu beni gerçekten rahatsız ediyor."
"Neden?"
"Çünkü iki taraflı oynuyorsun. Bir yandan dava kapandı diyorsun, öte yandan kayıtları incelememe izin vermiyorsun. Eğer dava kapandıysa, dosyalara bakabilmeliyim çünkü o benim kardeşim. Ve eğer dava kapandıysa, bir muhabir olarak dosyaları inceleyerek soruşturmayı tehlikeye atmam gibi bir şey söz konusu olamaz."
Bir süre söylediklerimi sindirmesini bekledim.
"İşte bu yüzden," diye devam ettim, "Senin mantığına göre bu kayıtları incelemenin hiçbir sakıncası olmamalı."

On dakika sonra, dosya elimdeydi. İncecik bir dosyaydı. Nedense, daha kalın, daha ağır bir dosya beklemiştim. Sanki ölümün sıra dışılığı ile dosya kalınlığı arasında bir ilişki varmış gibi.

Sean gerçekten de kendi hayatına son vermişti. Kendimi buna bir kez daha ikna ettim. İçimde gizli bir umutla buraya gelmiştim, ama artık o da yok olmuştu.

"Yeni bir şey yok, Jack," dedi Wexler. Büyük Köpeğin tahmini doğru mu? Elde edemeyeceğin bir şey için mi buradasın?"

Bu oyun, tıpkı dans etmek gibiydi. Dostça atılan küçük adımlar, aslında direkt soru sormadan bilginin özüne ulaşmak içindi. Bu şekilde defalarca dans etmiştim ve oldukça başarılı sayılırdım. Bunu yapabilmek kurnazlık gerektirirdi.

"İkiz olun ya da olmayın, kardeşine çok benziyorsun. Kolay vazgeçmiyorsun. Şu sakalından ve dağınık saçlarından kurtulsan, onun yerini alabilirsin. Tabii, şu yara izini de halletmen lazım."
"Peki ya dosya?"
"Ne olmuş dosyaya?"
"Bana onu göstermelisin, Sean'a borcun var."
"Ne demek istediğini anlamıyorum, Jack."
"Evet, anlamıyorsun. O dosyayı tam olarak incelemeden bu işin ucunu bırakmayacağım. Sadece neler olduğunu anlamaya çalışıyorum."
"Aynı zamanda haberini de yazmaya çalışıyorsun."
"Yazmak benim için sende alkolün yarattığı etkiden farksız. Ancak yazarsam anlayabilirim. Ondan sonra davayı kapatırım. Tüm istediğim bu."
Wexler başını çevirdi, garson kızın bıraktığı hesabı ödedi. İçkisini bitirdi ve yerinden kalktı. Ayakta durup yüzüme baktı. İçkinin keskin kokusu yüzüme çarptı.
"Ofisime gel," dedi. "Sana bir saat veriyorum."

Son raporlarda, Sean'un Theresa'ya giderek artan bağlılığını sezebiliyordum. İlk sayfalarda kullanılan kurban ya da Lofton kelimeleri, giderek Theresa'ya dönüşmüştü. Ölümünden hemen önce yazdığı raporlarda, Sean ondan Terri diye söz ediyordu. Mutlu günlerde kampüste çekilmiş mutlu fotoğrafın arkasından ya da aile ve arkadaşlarıyla yapılan görüşmelerden sonra gelmişti bu isim: Terri.

Kardeşim kendini öldürmüştü, ama Wexler hâlâ bu medyum görüşmesini gizleyerek onun adını korumaya çalışıyordu. Aptalca gelmişti ama sesimi çıkartmadım.

Yardım istemek için ikiz kardeşini yanında bulamadığı için, kız kardeşine yönelmişti. Ve onu alan göle. Sean da onun yanındaydı artık.

Her şeyin kontrol altında olduğuna emin olmak için etrafına bakındı ve biraz ilerdeki adamı fark etti. Yeni gelmiş olmalıydı. Onu asıl telaşlandıran adamın spor montu ve taktığı kravattı. Ya polis, ya sapıktı. Gladden hemen oradan ayrılmaya karar verdi.

"Artık avukatımı arayabilir miyim?" diye sordu Gladden, sıkılmış bir ses tonuyla.
Onların ne yapmaya çalıştıklarını biliyordu. Ellerinde hiçbir kanıt yoktu. Onu sıkıştırarak hata yapmasını sağlamak istiyorlardı. Ama başaramazlardı, çünkü Gladden onlar için fazlasıyla zekiydi. Açığa vurmasalar da, onlar da bunun farkındaydılar.
"Bakın bu gece Biscaliuz'a filan gitmiyorum, bunu hepimiz biliyoruz. Elinizde ne var? Bir fotoğraf makinesi -ki içini kontrol ettiyseniz film olmadığını göreceksiniz. Bir de fotoğraf çektiğimi gören bilet kesici, cankurtaran ya da onun gibi biri. Evet, bir iki fotoğraf çektim ama onların sözünden başka bir kanıtınız yok. Eğer aynalı-camlı sorgu odasında kimlik tespiti yapmaya çalıştılarsa, bu da fos çıkmış demektir."
Biraz durdu ama karşı taraftan cevap gelmedi. Dizginler elindeydi artık.
"Asıl nokta şu ki, camın arkasında her kim varsa tanıklığını yaptığı şey suç kapsamına bile girmiyor. Bunun bedelinin cezaevinde bir gece geçirmek olduğundan emin değilim. Belki siz bana bunu açıklayabilirsiniz, Dedektif Svveetzer. Tabii bu zekânızı aşan bir şey değilse."

Bilgisayara bir iki mesaj gelmişti. En yeni olanı Greg Glenn'den geliyordu. Bir gece önce altı buçukta göndermişti. Zamanlaması beni kızdırmıştı. Çünkü işi daha pazartesi sabahı almıştım ve aynı günün akşamı benden işin nasıl gittiğine dair bilgi istiyordu. Bir editörün 'Nasıl gidiyor?' sorusu, 'Hikâye nerede?' anlamına gelirdi.

Glenn ofisinden çıkmıştı ve kürtaj yüzünden vurulan doktor davası hakkında sabah editörüyle konuşuyordu. Beni görmelerini istemediğimden yeniden koltuğuma gömüldüm. Bir haberi yeniden yazma işinden sürekli kaçınırdım. Şöyle ki, bir felaket ya da kaza olduğunda bir grup muhabiri olay yerine gönderirler, onlar da benimle bağlantı kurup gördüklerini anlatırlardı. Ben de bunları toparlayıp haberi oturduğum yerden yazmak zorunda kalırdım. Oysa yapmak istediğim tek şey kendi hazırladığım cinayet haberleriydi. Onun dışında bir şeye bulaşmak istemiyordum.

"Sormak istediğim diğer şey zamanla ilgili. Polis raporlarına göre silah sesini duyduktan beş saniye sonra arabayı görmüşsün. Bu beş saniye içinde birisinin arabadan çıkıp ormana doğru kaçmasına hiç ihtimal vermiyorsun."
"Kesinlikle hayır, öyle bir şey olsa görürdüm."
"Peki ya sonrasında?"
"Neden sonra?"
Arabaya koşup sonra telefon etmek üzere kulübeye geri döndüğünde. İki ayrı telefon konuşması yapmıştın, değil mi?"
"Evet, biri 911'le, diğeri de üstlerimle."
"Yani bir süre kulübede kaldın ve arabayı görmedin."
"Doğru."
"Ne kadar süreyle?"
Pena ne amaçlı sorduğumu kestirerek başını salladı.
"Ama ne önemi var? Arabada yalnızdı."
"Biliyorum ama ne kadar süre?"

"Tamam işte. Bildiğim kadarıyla Sean kendi kendine konuşmazdı. Yani ısı ayarları düşük seviyede ise ve camlar üzerine yazı yazılacak kadar buğulanmışsa, sanırım bu birisiyle birlikte olduğunu gösteriyor. Ve tabii ki konuşuyorlardı."

Riley'yle konuşmaya gittiğimde evin karanlık olduğunu gördüm. Kapıyı çalmadan önce biraz duraksadım. Getirdiğim haberin onu sevindireceğini düşünmek ne büyük bir aptallıktı. 'Haberler iyi, Riley, düşündüğümüzün aksine Sean intihar etmemiş, akıl hastasının biri tarafından öldürülmüş.'

"Evet. Burada okula gittim. Yani Chicago'da. Herkes Cabrini-Green'i bilir. Şu an önemi nedir?"
"Ben ve Zıplayan John burada büyüdük."
O anda aradaki eşitsizliği düşündüm. Böyle bir yerde hayatta kalmayı becermek ve sonra polis olmak.
"Dikey gettolar. Ben ve John cehenneme gitmek için asansörle yukarı çıkılması gereken tek yerin burası olduğunu söylerdik."

Şimdi size her şeyi anlatmaya başlayacağım. Işıklarınızı yakın. Ben burada karanlıkta yaşayacağını ve öleceğim.
'İnsan sıra dışı, tutkulu bir şekilde acı çekmeye sevdalıdır.'
Bunu ilk yazan kişi olmayı çok isterdim. Ama pek bir önemi de yok, çünkü bu inandığım bir cümle.

"Yine de çok iyi. FBI işe karışırsa hikâye ülke çapında duyulur. New York Times, Post gibileri arkamızdan tozumuzu yutacaklar."
Tozumu diye düzeltecektim ama sustum. Glenn'in yorumları, gazeteciliğin gerçek yüzünü ortaya koyuyordu. Artık halka hizmet ya da insanlara olayların iç yüzünü anlatmak amaçlar güdülmüyor. Önemli olan rekabet, birbirini atlatmak ün yapmak ve yıl sonunda Pulitzer ödülünü almaktı.

Kabul etmeliydim ki, ben de haberin etkilerini düşünüyordum. İstersem, Denver'dan çıkmamı sağlayacağı kesindi. Belki de üç büyüklerden birine gidebilirdim; Los Angeles, New York ya da Washington'a. En azından Chicago ya da Miami'ye. Daha da ileri gidip bir yayıncılık işine başlamayı bile düşündüm. Suç öykülerinin piyasada önemli bir payı vardı.
Utançla, bu düşünceleri zihnimden atmaya çalıştım. En gizli düşüncelerimizi kimsenin bilmemesi ne iyi. Yoksa hepimizin ne mal olduğu ortaya çıkardı.

Bu, işimi kaybetmeme yol açabilir. Anlaştık mı?"
"Kesinlikle."
"Söyle o zaman."
"Anlaştık."
Kapıya yöneldik.
"Tuhaf. Yıllarca haber kaynağına ulaşmaya çalışırken insanların benim için neleri riske attığını fark etmemiştim. Şimdi anlıyorum."

Yalnızlıktan ya da karanlıktan korkan insanlardan değilimdir. On yıl yalnız yaşadım. Milli parklarda tek başıma kamp yaptım ve terk edilmiş ıssız binaların içinde haber peşinde koştum. Bana haber kaynağı olabilecek kişileri karanlık arabalarda karanlık sokaklarda bekledim. Beni korkutan çete üyeleriydi, tek başıma karanlıkta onları beklemek değil.

Çok çekici bir kadındı ve yansımasından bile gözlerimi alamıyordum. Bir yandan da bana dönecek ve bakışlarımı yakalayacak diye çekiniyordum. Sanırım kendisini izlediğimi biliyordu. Güzel kadınların yarattığı etkinin farkında olduklarına ve izlendiklerini anladıklarına inanırım.

"Peki Hilton'da kaldığımı nereden öğrendin? O da bir kâğıt parçasının arkasına mı yazılmıştı?"
"Şehir editörüne blöf yaptım. Elimde işine yarayacak bilgiler olduğunu söyledim, o da bana yerini söyledi."
Arabanın camından dışarı bakar gibi yaparak gülümsememi saklamaya çalıştım. Warren'ın beni ele verdiğini açıkça ispatlayan bir cümle sarf etmişti. Arabaya bindiğimden beri ilk kez dönüp yüzüne baktım. Yeniden gücümü toparladığımı hissediyordum. Otel odasında sergilediği özgüvene başka türlü bakıyordum artık. Şu an onunla oynayan bendim.

"Bunu duyduğuma memnun oldum...Bob."
Ona ilk adıyla seslenmemden rahatsız olmuşa benzemiyordu. Bu küçük bir testti. Bana eşit davranıyormuş gibi görünüyor, sık sık ilk adımla hitap ediyordu. Ben aynı şekilde davranırsam ne olacağını görmek istemiştim. Bir sorun çıkmadı.

Olayın içindeyim, eğer kalmama izin vermezseniz, ben de gider haberimi yazarım. Pazar sabahı gazetede okursunuz. Gazete en çok o gün satılır."
"Bunu kendi kardeşine mi yapacaksın?" dedi Walling kızgın bir sesle. "Umurunda değil mi?"
"Rachel lütfen," dedi Backus. "Bu iyi bir nokta. Bizim..."
"Umurumda," dedim. "Umurunda olan tek kişi de bendim. Bu yüzden kendimi suçlu hissetmemi sağlamaya çalışmayın. Siz bu adamı yakalasanız da, ben haberimi yazsam da kardeşim dirilmeyecek."

"Ailen seninle gurur duyuyor olmalı," dedim.
Başını salladı.
"Ben küçükken annem bizi terk etti. Uzun süre onu görmedim. Hakkımda bir şey bilmiyor."
"Ya baban?"
"Ben küçükken öldü."
Genel sohbet sınırlarını aştığımı biliyordum. Ama gazetecilik içgüdülerim hep karşı tarafın beklemediği bir sonraki soruyu sormamı söylerdi. Rachel'ın daha fazlasını anlatmak istediğini ben sormazsam ağzını açmayacağını hissettim.
"Ne oldu?"
"Babam bir polisti. Baltimore da yaşardı. Kendini öldürdü."

Cesedin baş kısmında koyu, balmumuna benzer bir şey gördüm, kurşun buradan çıkmış olmalıydı. Thompson buranın fotoğrafını çekmedi bile.
Thompson'un işi biterken Backus de olayı özetlemeyi bitirdi. Bunu planlanmış olup olmadığını düşündüm.

"Endişeli misin?" diye sordu Rachel.
"Niye?"
"Haberin için?"
"Evet, ama onun sıradan bir televizyon muhabiri olduğunu düşünüyorum."
"Onlar nasıldır?"
"Kaynaksız ve ruhsuz. Eğer öyleyse, sorun olmayacaktır."

Seri cinayet işleyen katiller.. Jack, bu neredeyse her zaman cinsel tatminle ilgilidir. Güç de kontrol de cinsel tatminin parçalarıdır."

Ona baktım. Hikâyeyi anlatmadan önce bir kez daha düşündüm. Ona kolayca yalan söyleyebilir ve kardeşimin bana yaptığı en güzel şeyin beni sevmek olduğunu anlatabilirdim, ama kadına güveniyordum. Güzel bulduğumuz, sahip olmak istediğimiz şeylere güveniriz. Belki de onca yıl sonra birisine itirafta bulunmak istiyordum.

Yerel polisle yapılacak olan toplantı saat on bire kadar gerçekleştirilemedi. Kısa ve sakin bir toplantıydı; tıpkı bir düğün sırasında gelinin babasına bu evliliği onaylayıp onaylamadığının sorulması gibi. Adamın cevabı pek de önemli değildi. Olması gereken olacaktı. Backus dikkatle ve kibarca durumu yerel polislere anlattı. Bazı polisler bundan çok hoşlanmasa da durumu kabullenmek zorunda kaldılar.

"Onun yazdığından fazlasını yazacaksın."
"Ne? Kim?"
"Warren'dan bahsediyorum. Seninki çok daha iyi bir yazı olacak."
"Zafer, hikâyeyi ilk anlatanındır. Bu eski bir gazeteci deyişidir ve doğrudur. Çoğu haberde onu ilk yazan saygınlık kazanır; haberin eksik, hatalı, saçma sapan, hatta çalıntı olması bir şeyi değiştirmez."
"Her şey bundan mı ibaret? Zafer kazanmak? Doğru bilgi vermesen de ilk olmak mı önemli?"
Ona baktım, gülümsemeye çalıştım.
"Evet, çoğu zaman. Çok soylu bir iş, değil mi?"

Bizi onlar yarattı, ama artık bizden kaçıyorlar. Biz reddedildik. Acının dünyasında bir yerden diğerine göçüp durduk. Reddedilmek bana acı ve güç verdi. Tüm çocukların intikamını ben alacağım. Ben Hayalet'im. Ben yırtıcı bir hayvanım, içinizdeyim. Benim hikâyem mahrumiyet ve taciz hakkında değil. O dokunuşları ben istedim. Bunu itiraf edebilirim. Ya siz? Ben istedim, ben izin verdim. Bana dokunan ve benim başıboş dolaşmama neden olan tek şey reddedilmekti. Çünkü büyümüştüm. Ben reddedilenim. Çocuklar hiç büyümemeli.

"Rachel, sanırım bir şey buldum."
"Umarım o bulduğun şey, frengi değildir Jack"
Arayan Greg Glenn'di.

Sonraki on dakikayı ufak ayrıntıları düzelterek geçirdik. Glenn çok önemli değişiklikler yapmamıştı. Zaten buna zamanı da yoktu. Yazının baskıya yetişmesi gerekiyordu. İşimiz bittiğinde bazı değişikliklerin iyi olduğunu düşündüm, ama bir kısmı da sırf değişiklik yapılsın diye yapılmıştı. Bu birlikte çalıştığım gazete editörlerinin ortak özelliğiydi.

Pantolonumu düzeltip kapıya gittim. Kulağımı dayayıp etrafı dinledim, ses duymaya çalıştım. Kapıda bir gözetleme deliği vardı, ama dışarı bakmak istemiyordum. Odanın ışığı açıktı. Eğer delikten bakarsam ışığı engellemiş olacaktım, böylece dışarıda kim varsa, gözetlendiğini anlayacaktı.

Uyuyamayacağımı biliyordum. Kafam doluydu. Güzel bir kadınla sevişmiştim ve gecenin kalanını ona âşık olarak geçirmiştim. Aşkın ne olduğunu bilmiyordum ama âşık olduğunu kabul etmek işin bir parçasıydı. Hayatımda çok az hissettiğim bir duyguydu ve onun bu kadar yakında olmasının heyecan verici olduğu kadar huzur bozucu olduğunu düşündüm.

Faturaları uçakta bırakmadığımdan emindim.
Bu olayın açıklaması birinin odama girdiği ve onları aldığıydı. Ne yapacağımı düşünerek odada dolaşmaya başladım. Çaldığım şeyler benden çalınmıştı. Bunu kime şikâyet edebilirdim ki?

"Sağol Jack ama o sıçramalardan sadece biriydi. Ve önemli değildi. Tutuklamayı yapmak haberi ilk yazan kişi olmak gibidir. Daha önce ne olduğu önemli değil."

"Oyunu o başlattı. Ben de bitirdim. Oyunun kuralı bu."

Gladden'a baktım. Kimse onunla ilgilenmiyordu. Ölmesine izin vereceklerdi. Bıçağını Thorson'un boğazına sapladığı anda hayatta kalma şansını da yok etmişti.

"Öncelikle, dışarıda birikmiş olan basın mensuplarına işi nasıl berbat ettiğini anlatacak. Sonra şefimiz olayın nasıl olduğunun raporunu isteyecek. Bu da en az basın açıklaması kadar zor olacak."
"Bu Thorson'un planıydı. Onlar bunu..."
"Bob planı onayladı. Eğer suçlanacak birisi aranırsa, Gordon bundan sonra ortada olmayacak"

"Sanırım bu iş bittiğinde seni üstü açık bir arabaya oturtup, resmi geçit yaptıracaklar Jack."
Ona baktım. Şaka mı yapmaya çalışıyor düşündüm. Gülmedim.
"Belki bazen intikam adalet kadar iyidir," dedi..
"Bana sorarsan ikisi de aynı."

"Beni temsil edip edemeyeceğinizi öğrenmek istiyorum. Konusu gerçek suçlar olan bir kitabın yazarıyım. Bununla ilgilenir misiniz?"
"Evet," dedi. "Ama telefonda tartışmaktansa bana kendinizi ve ne yapmak istediğinizi anlatan bir mektup gönderirseniz daha iyi olur. Ondan sonra cevap verebilirim."
"Yapardım ama zamanım olduğunu sanmıyorum. Beni arayan birçok film yapımcısı ve yayıncı var, çabuk karar vermek zorundayım."
Adam kancaya takıldı. Böyle olacağını biliyordum.
"Sizi niye arıyorlar? Ne hakkında?"
"Los Angeles'ta seri cinayetler işleyen Şair adlı bir katille ilgili bir şey duydunuz mu?"
"Evet, elbette."
"Ben onu... şey... onu vuran adamım. Ben bir yazarım... aslında gazeteciyim. Kardeşim..."
"O siz misiniz?"
"Evet, o benim."

"Nefessiz kaldım. Telefonu duyduğumda koridordaki makinadan kendime kola alıyordum."
"Aman Tanrım, o mesafe neredeyse otuz metre olmalı."
"Evet, bekle bir dakika"
Gidip kapıyı kapattım, sonra maskemi takıp telefona gittim.
"Rachel?"

Balkonun karşısındaki Marlboro reklam panosundaki adama baktım, adamın yüzü ve bakışları senelerdir değişmemişti. Marlboro adamı çocukluk kahramanlarımdan biriydi. Çocukluğumu, ailece yediğimiz akşam yemeklerini ve babamı hatırladım. Her gece onun sağ tarafına ben otururdum. Babam sigara içerdi, küllüğü her zaman tabağının sağında olurdu. Bunun sonucunda sigara içmeyi öğrenmiştim. Babam Marlboro adamına benzerdi; en azından, o zamanlar.

Burada durdum. Olayı anlattıkça kendimi daha da güçlü hissediyordum. Birinin sırlarını bilmek insanı mest ediyordu. Hikâyeyi toparlayanın ben olduğunu bilmek bana zevk vermişti.

Bir lise arkadaşının sonradan Hazelton'a anlattığı gibi çocukken altını ıslattığı zaman babası tarafından banyoda havlu askısına kelepçelenmesi. Bu daha sonra babası tarafından yalanlanmıştı.
Ama bunlar hep ayrıntıydı, cevap yoktu. Sadece parçaydı, bütüne ulaşmak çok zordu. Rachel'in bana, bunun parçalanmış aynayı bir araya getirmek gibi bir şey olduğunu söylediğim hatırladım. Her parça o nesnenin bir kısmını yansıtıyordu. Ancak nesne hareket edince, aynadaki yansıma da hareket ederdi.

Gladden ile Backus'un gözlerini unutamadım. Gözlerini düşünmeden uyuyamıyorum. O gözlerin içinde olanlar yüzünden değil, olmayanlar yüzünden. Arkalarında sadece karanlık vardı. Şaşırtıcı bir keder ve umutsuzluk vardı o gözlerin ardında. Bazen o boşluğu düşünmekten uyuyamıyorum.
0 Responses