Murat Çetin
Sekiz kamyonla nasıl vuruyor bizi bu Hacı Dursun?.. Muhasebeden hesaplarını çıkarttırdım geçen yılın... Nerdeyse yarı yarıya zarar... Yani yarı yarıya kâr demek istiyorum..»
«Esas defterden mi?..»
«Gelir defterinden çıkartacak değilim a!.. Söyle neden başaşağı gidiyoruz?»

«Ekrem'i arıyordum ben... Siz kimsiniz?»
«Ben mi efendim? Ben Ekrem'in annesi!»
«Olamaz! İmkânı yok.. Olamaz!»
«Neden olamazmış?..»
«Bu gece sabaha karşı... Ameliyat masasında!.. Bir yanlışlık olacak.. Siz.. İsminiz?»
«Sakine efendim!»
«Olamaz efendim... Nasıl olur? Sakine hanım ameliyat masasında... Sizlere ömür!..»
«Aman dağlara taşlara... Ölmüş falan değilim!» şaban şanlı kadından daha bitkindi:
«Öyle ama, dedi, oğlunuz, dün gece sizin ameliyat masasında...» Sakine hanım, yarı öfkeli, yarı neşeli, patronun sözünü kesti:
«Öyledir o... Başı sıkıştı mı, hemen beni öldürür!»
Birkaç dakika karşılıklı sustular. Sade solukları geliyordu telefondan...
şaban şanlı, elinin ayasıyla şakağından sızan terleri silerek:
«Peki, şimdi ne olacak? dedi.. Muayene ücreti, ameliyat parası, cenaze masrafı...Beşbin liraya patladı ölümünüz!»
«Yani ne yapmamı istiyorsunuz? Masrafınız boşa gitmesin diye ölmemi mi? Hayır şaban Bey, ikinize inat ölmiyeceğim... Kendi ecelimle ölene kadar çok yaşayacağım daha!»

Sahanlıklarda bir soluk payı bile vermeden, taa beşinci kata kadar çıktım, Yılmaz'ın tabelâsının dibine yığılıvermişim. Kapalıydı kapısı... Vurdum, vurdum, yoktu içerde kimse.. Karşı kapıdan siyah göğüslüklü bir kız çıktı gürültüye:
«Ne oluyor!» diye bağırdı çattı da kaşlarını..
«Su!» dedim. «Hanım kızım, bir yudum su!»
Bir yudum değil, bir içim suydu karşımdaki. Kızın kapısının açıldığını duyan bir sürü genç de, yan kapıdan fırladılar dışarı.. En iri kıyım olanı:
«Heeeyt!» dedi. «Asılmıyalım!»
Bir kıza baktı, bir de bana... Sonra kızın karşısına geçti:
«Ne oluyor, anlıyalım» yani.
Anlıyacak birşey yoktu. Ortadaydı herşey. Kız:
«Hayır Vural!» dedi. «Merdivenleri hızla çıkmış olacak.. Su istedi.» Vural dediği genç, döndü kapının önündeki arkadaşlarına:
«Tutun çocuklar!» dedi, «Alın içeri.. Sunî teneffüs yaptıralım!»

Kulağının dibinden ikinci bir parmağın aynı kravata doğru uzandığını görünce şaşırdı:
«şu kravatı rica ediyorum!» Bakımlı, yeni ojelenmiş bir parmaktı uzanan. İngilizlerin Lady dedikleri türden bir sayın bayanındı bu uzayan parmak. Yani sağduyulu, sağbeğenili, sayın bir bayan! Zevklerinin birleştiğinden de anlaşılıyordu ki, genç kız gerçek bir Lady idi.
Kapıdan çıkarken şapkasına davrandı saygı ile: «Bendeniz, Nail Morali» dedi,
«Kültür ataşesi!» «Ben de Margaret Emerson!» Yalandı demek, İngilizlerin biçimsel gelenekçiliği. İssız adaya düşen iki İngilizi tanıştıran papağan güldürüsü uydurmaydı. Bal gibi, papağansız da tanışılıyordu işte.

Shakespeare'in siyah gözlü kadına yazdığı sonelerden bir iki tanesini ezbere okuyup şaşırtacaktı Margaret'i. Shakespeare'in anasının, babasının adını soracaktı, bilmiyecekti tabii... Biz bütün sanatçılarımızın yedi göbek soyunu biliriz diye öğünecekti. Kız nerden bilirsiniz deyince de «Nerden olacak, mahkeme dosyalarından!» diyecekti, «Bizim en iyi şairlerimizi önce basın savcıları bulur çıkarır, ebediyet dünyasına armağan ederler.

«Çöksene hemşerim,» dedi. «Yer yok» dedim.
«Hele dur, beyim, sana da bir yer buluruz! Uçak kalksın da...»
Demek hostesliği bizim şoför arkadaş yapıyordu:
«Biletler!» diye yeni vazifesine başlamıştı bile. Çıkardık, teker teker yırttı. Yolcu sayısı hoşuna gitme 'misti. Açık kapıdan seslemeğe başladı:
«Bursa bir iki, kalkıyor!» Koşarak bir yolcu daha geldi:
«Hiç de haber vermezsin!» dedi, «Hani evden alacaktın beni?» Hasan Efendi pişkin bir gülüşle:
«Akşama kadar üç seferimiz daha var. İstanbul'da bırakacak değilim ya seni!» dedi.
Sonra bize dönerek bağırdı:
«Sıkı durun, kalkıyoruz!»
«Pilotsuz mu kalkıyoruz?» dedim. «Merak etme, hepsi hazır! Sen gel bakalım şöyle yanıma!..»
Kapıyı bir iki kere hızla çekti, yanaşmadı. Cebinden çıkardığı bir iple sıkıca bağladı. Sonra, pilotun yerine geçti.
«Ay, pilot da mı sensin?» dedim. «Onun gibi biri şey» Eğer kapı iple bağlı olmasaydı kendimi atacaktım dışarı.
«Ne o!...», «Beğenemedin mi?» Can burnumun ucuna gelmişti: «Onun gibi bir şey» dedim. Güldü.

«Kablo kopmuş. Çakın var mı?» Bir çakı verdim. Kablonun üstündeki kauçuğu sıyırdı. Nerdeyse kanatlar suya değecekti. Yolcular bağırıp çağırmaya başlamışlardı. şoförden bozma pilotumuz kalktı ayağa: «Geçin yerinize!» diye bağırdı, «Yerinize geçmezseniz bırakırım onarmayı! Ne var ki, ne telâş ediyorsunuz!» Koyuldu işine. Kabloyu bağlamış, motörü çalıştırmıştı. Uçak yavaş yavaş yükseliyordu. Oooh!.. Kurtulmuştuk. Yol aldıkça sert bir lodos uçağımızı göğüslüyordu. Çeyrek saattir sıra kavakların üstünde demirlemiş gibiydik. Ne ileri ne geri!
Lodos biraz daha hızlansa uçak kıçın kıçın kalktığımız hava alanına kayacaktı?
«Usta!» dedim, «İneyim de dayanayım mı arkasından?» Can burnumun ucundaydı:
«Sen babanın... töööbe töbe!.. Sırası mı şimdi alayın be! şakanın da bir zamanı var!» Öyle ya! Her işimiz o kadar ciddiydi ki, sırası mıydı şakanın! Lodos mu
hafiflemişti, motor mü güçlenmişti, yerimizden kıpırdar gibi olmuştuk. Neyse geçmiştik kavakları. Bursanın minareleri görünmüştü. Birden zınk diye duruvermişti motor. şoförden pilot: «Stop!» dedi, «Bu sefer tamam! Benzin bitti!» Herkeste bir telâştır başlamıştı. Bizimki hiç oralı değildi:
«Ne var telâşlanacak be!» dedi, «Hava alanı olmamış da buğday tarlası olmuş, ne fark eder? Tarlanın sahibi düşünsün!»
Ama gene de yelken uçuşuyla Bakacak'ın üstünü tutturmuştu. Uçağın kıçı kayalara vura vura alana süzülmüştük. Uçak keseklerin üstünden çekirge gibi sıçraya sıçraya yürüdü, sonra zınk diye durdu. Pilotumuz bir Lindberg çalımıyla:
«Tamam, buraya kadar!» dedi, «Yandı paralar!»
«Kapının ipini çözdü, bir hostes nezaketiyle elimizi sıkarak uğurladı bizi:
«Güle güle sayın Bursa yolcuları! İstanbul'a hava kararmadan dönüyoruz! Sakın geç kalmayın!»
İstanbul'a dönmek haaa!.. Hem de hava dolmuşuyla öyle mi?...

Bir de kovaladığın kişinin yaşına bakacaksın. Bizim işimiz, daha çok onbeşle yirmi beş arasındakilerle... Daha yaşlıların çekiver kuyruğunu demişti. İnsanlar yaşlandı mı her rejimde kendi derdine düşmüştür, bırakmıştır toplum işlerini.
Genç olup da zıpır değilse, züppe, savruk değilse eğer, düş peşine, demişti şef, yüzünü kara çıkarmaz senin! Hele otobüste, vapurda delikanlı, cebine davranıp da kimseye duyurmadan «şebeke» dedi mi, bırakma peşini. Delikanlı nereye, sen de oraya! Yakalında rozeti var mı, elinde kitap taşıyor mu... Rozetten, kitaptan, hele hele konuşmasından hangi fakültede öğrenci, aç gözünü de öğren, demişti.

Arkadan gelen yakıcı bir güneş, önüme seriyor gölgemi. Genç adam gidiyor, ben gidiyorum. Köşeyi döndü, ben de... Hızlandı, ben de hızlandım. Birden durdu, ben hızımı alamadan yürüyüp geçtim genç üniversiteliyi. Halime acıdığından mıdır, nedir, geriden yetişip geçti önüme. Güneşi gene arkamıza alıp yürüyoruz. O gidiyor, ben gidiyorum. Sağa sapıyor, ben de... Sola saptı, ben de saptım. İleri!

Koşmaktan dilim dışarı çıktı. Yavaşlıyorum, o da yavaşlıyor. Ben yürüyorum, o da yürüyor. Taban tabana, iz ize yürüyoruz. Cadde boyunca yürüdük, meydanı geçtik. Yeni yapılan blok apartman arkamızda kaldı birden. Önüme bakıyorum, siliniverdi izinden gittiğim adam. Sağa mı saptı? Hayır! Sola mı saptı? Hayır! Önümde, ilerde mi? Görünmüyor hiç! Yer yarıldı da içine girdi? Öyle oldu zaaar! Kovaladığım kendi gölgem olmalı... Arkamda dağ gibi blok apartman. Bu apartman değil mi izlediğin genci yutan? Arkamdan gelen güneşi kesen, bu apartman çünkü. Yüreğim ağzımda izlediğim kendi gölgemmiş meğer! Önüne düşen kendi gölgesini kovalayan karikatür hafiyesi mi oldum ben! Aman, bunu yazmayayım rapora. şef canıma okur!

«Sayın yurddaşlarım!» diye başladı. Duyanlar, başlarını sesten yana çevirdiler. Bu kadar ilgi yeterdi ona! Bir iki öksürükle sesini ayarladıktan sonra üsteledi:
«Muhterem vatandaşlarım!»
Dil akımlarından haberi olan usta bir hatibe benziyordu. Hem yenileri, hem, eskileri memnun edecek bir başlangıç: Hem, sayın hem muhterem!..
Cebinden çıkardığı bir paket jileti kibarca parmaklarının arasına alarak kaldırdı havaya:

Biraz toparlansa, Baba şükrü çoktan sepetliyecekti öbür hastanelere... Ameliyat olacak güçte değildi ki Hacı, tutup taburcu etsin... Cin ifrit olduğu halde güleryüz göstermek zorunda kalıyor, yerine göre şakalaşmaya bile kalkışıyordu:
«Haydi hacı!» diyordu, «Biraz toparlan da koluna Mzıar Koğuşundan birini takıp taburcu edeyim seni! şöyle dişine göre bir hatuncukla beraber!»
Hacı'nın ağzında tek dişi olmadığına göre, koluna takılacak olan hatuncuğu gözümüzün önüne getiriyor, katılıyorduk gülmekten!

Doğru, biz körkütük olmaya gelmiyoruz buraya. Hem, böyle bir niyetimiz bile olsa, Barba'nın yarı yarıya sulu şarapları, ispirtodan sulandırılmış votkası, sidik gibi sıcak birasıyla buna olanak mı var sanıyorsunuz?
«Barba, bir Kavaklıdere aç!» diye seslenen arkadaş, bilir ki bu Kavaklıdere daha, çok önceden açılmış, içine belli bir ölçüde terkos karıştırılmıştır.
Barba, Kavaklıdere'yi raftan alır. Sanki daha iki üç saat önce eline almamış gibi, şişeyi, aydan aya yıkanan kirli bir bezle siler, tozunu alır. Dedikoduyu önlemek için, şişenin mantarını bilhassa bizden yana çevirir, tirbuşonu ustaca takar, bütün gücüyle çekermiş gibi dişlerini sıkarak açar. Oysa şişe bir toplu iğne ucuyla bile kolayca açılabilir durumdadır. O, tirbuşonu ne kadar zorlanır gibi ustaca çekerse çeksin, mantarın çıkardığı kof ses, her şeyi açıklar. Ama o gene hiç bozmaz:
«Mantarlar da bozuldu!» diye bir muhaliflik havası içinde savunmasını yapmış olur.
Arkadaşlardan biri, söz gelimi Metin, hani o akşam biraz efkârlı olup da tak tak beş altı bardak şarabı arka arkaya çekip hâlâ kafasında bir uyanma görmezse şöyle bir gevezelik yapabilir:
«Birader meyhane değil, Tuzla içmeleri! Biz buraya kafamızı bulmaya değil, taş düşürmeye geliyoruz!»
Bunun anlamını hiç kuşkusuz, Barba da anlar. Biz onu utandırmamak için, gene onun adına bir savunma yaparız:
«Her şey bozuldu! Terkos'un bile eski tadı kalmadı!» Onun en belâlı müşterisi Erdoğan'dır. Yıllardan beri Barba'nın bize kabul ettirdiği gelenekleri son kadehlere doğru, altüst eder. Hele son dakikada, hesap görülürken «veresiyemiz yoktur» kuralını yürürlükten kaldırıp atıverir.
Bununla birlikte Erdoğan öyle takmak için takmak ilkesini güden müşterilerden de değildir. Üç şişe yerine beş şişe parasını (Parası olduğu zaman) gözünü kırpmadan verebilir.
Barba da bilir bunu. Ona surat asması «kötü örnek olma» korkusudur.
Kim ne derse desin en itibarlı, ve eli açık müşterisi de odur.

Erdoğan bu içki konusunda bizden biraz farklıdır. Üç beş şişe açtırmazsa, kendisine gelemez. İkinci, üçüncü şişelerde, kekemeliğini unutacak kadar dilinin bağı çözülür. Dördüncü, beşinci şişelerde kekemelik geri döner, daha sonra da, ağzını kapatıp işarete döker işi. Saat dolunca, şişesini parafe ederek Barba'ya teslim eder. Ertesi akşam, tam bıraktığı yerden başlar. Bu şişe imzalamak yüzünden bakın Barba'nın başına neler geldi:

«Ço... Ço... Çocuklaaaar!», dedi, «Bu... Bu... Buuuu kadar tesadüf olur!..»
«Ne var? Ne tesadüfü?» mânasına başlarımızı çevirdik ondan yana.
«şu şişe yok mu, şu şişe...»
ş'ler adamakıllı birbirine karışmıştı. Yardım için:
«Evet, o şişe!» dedik.
«Hayret, bu kadar tesadüf olur...»
Memnundu, tam onyedi tatlı su sarhoşunu ağzının içine baktırmıştı.
«İşte bu şişe, tam üç akşam önce, benim huzuruma çıkmıştı. Bakın, üç günde depoya gitmiş, yeniden dolmuş, sonra dönmüş dolaşmış, şu memlekette bu kadar meyhane varken, yine Barba'nın meyhanesine düşmüş.»

Sinop'un bir köyünde bir dere üstüne devrilen ağaç, halk tarafından köprü gibi kullanılmaya başlanmış ve Ankara radyosu bu köprü için bir açılış töreni yapıldığını bildirmişti.

Öylesine bir köprü kurduk ki gören «pardon!» desin. Malzeme yerli, plân yerli, mühendisi, işçisi hep yerli. Öylesine bir köprü ki, beton desek değil, kârğir desek değil, dünyada eşi emsali yok. Bu, fennin son icadı, son model bir asma köprüdür. Şu Fahrettin Kerim'in rüyalarına giren asma köprüden. Görsün de çatlasın. Size yalnız böyle asma köprüler değil, metrolar da yapacağız, her şeyin zamanı var. Köstebeklerden yararlanıverin şimdilik.

Resimler gazetenin verdiği numarayla neşrolunacak. İsterlerse adımı da yazsınlar. Saklımız gizlimiz yok. Notu ister gazete versin, ister okuyucu. Ar yılında değil, kâr yılındayız! Bütün koşullar, güzellik kraliçeliğine girmeme tıpatıp uygun.

Çaresiz indik uçaktan.. Sarayın adamları sıra olmuşlar, davetli bekliyorlardı. Uzattım davetiyemi, Biri aldı eline. Hayretle:
«Vuzet Türk?» dedi.
«Türk!.. Ne olmuş?»
«Hani fes, şalvar, harem, nargile?»
«Müzede...»
«Çarşaf?»
«Demokrasiye giydirdik.»
«Külah?»
«Giydirilecek birini arıyoruz. Sam Amca'ya dar geldi. Herifci oğlunda kafa var.»
«Oralardan ne haber? Enflasyon?»
«Parayı kaldırdık piyasadan, enflasyon da kalktı.»

şunu açıklamak zorundayım önce: Ben, otuzyedisinden tam altı ay almış durumdayım yaş bakımından. Yani yerine göre otuz yedi, yerine göre otuz sekiz yaşındayım. Hatta bana bu kritik durum şu avantajı da kazandırabilir: Ben, işime geldiği zaman otuz beş, işime geldiği ya da gelmediği zaman kırkındayım.

«Kaç yaşındasın sen?» diye sordu.
Adamı şaşırtmak için:
«Elli!» dedim.
«Elli mi?»
«Neden şaştın? Çok mu genç gösteriyorum?»
«Yoo!.. İşte o kadar... Kırksekiz, elli...»
Ne içmek isteği kaldı bende, ne yaşamak...
O günden sonra, kim sorarsa sorsun, yaşımı doğru söylemeye karar verdim.

«Çok fark var...»
«Meselâ?»
«Var işte, yirmi yaş falan...»
«Falansız?»
«Ondokuz!»
«şekerim» dedim, «Farzet ki, ondokuz değil, otuz fark var. Ne olacak, yani, bir kusurumu mu gördün?»
«Görmedimse de görebilirim. Böyle kalacak değilsin ya!..»
«Canım sen de hep onsekizinde demirliyecek değilsin ya!..»
«Baksana bana...» dedi, «Senin emekli aylığın için evlenmiyorum ben seninle!»
«Haaa!.. Demek benimle evlenmeğe karar verdin öyle mi? Hiç de haber vermezsin!» Az sonra giyinip çıktı, bir daha da yüzünü görmedim ama ben, kim sorarsa sorsun,
yaşımın doğrusunu söylemeye karar vermiştim bir kere.
Kadınsız kalacak değilim ya, yaşıma uygun bir bayanla tanıştım bir çayda.
Sonra bir kahvede buluştuk. Bir meyhanede içtik. Herhalde, bir otelde de sabahladığımızı anlamışsınızdır.
Sabaha doğru, konuşacak bir şey kalmayınca, iş benim yaşıma geldi, dayandı. Yatak arkadaşım, yaşımdan ürkecek kadar küçük olmadığından, cesaretle:
«Otuz yedi!» dedim.
«Ne, otuz yedi mi?»
«Ne var ürkecek bunda?» Telâşla kalktı, giyindi:
«Ben jigololuk edecek yaşta erkek istemiyorum! Allahaısmarladık.» Artık şunu anlamış bulunuyordum:
İki tarafın yaşları denk olmalıydı!
Ama tam kendi yasımdaki kadını nerden bulacaktım ben! Nüfus cüzdanları asılı değildi ki boyunlarında. Yaşlarını bildiğim kadınlarla, yani çocukluk arkadaşlarımla tanışsam diye düşündüm... Bu düşüncem fena değildi. Hemen araştırmalara başladım. Buldum da... Hem de kaç tane... Ama kimi buldumsa kaçıyordu benden. Bana yaş üzerinde söyliyecekleri hiçbir yalanları olamazdı çünki. Yallah yallah, söyliyecekleri iki üç yıl onların işine gelmiyordu. Tam benim yasımdaki kadın (iki aşağı, iki yukarı) genç görünmek, küçük görünmek zorunda olan kadındı. Kaçıyorlardı benden, hem de yerden göğe haklı olarak! Onlar haklıydı ama ben de kadınsız kalamazdım.
Yeniden yaş konusunda bir prensip kararı almam gerekti. Hiç vakit kaybetmeden hemen aldım da:Tanıştığım kadına göre yaşımı ayarlamak! O yirmi beş mi, ben otuz... O kırk mı, ben elli... O, onbeş mi, ben yirmi beş!.. Eh, çok rahattı böyle... Yani oynak bir yaş taktiği uygulamak!
Ama bu taktiği uygulamak için ilk iş kadının yaşını öğrenmem gerekiyordu. Kadının yaşı yoktur ki, ne öğrenecektim? En büyük gerçeği işte o zaman öğrenmiştim: Kadının istediği yaş vardı, okadar. İşin hem güçlüğü, hem de kolaylığı buradaydı işte!

Gizli işlerini el etek çekildiği zamana bırakan ulularımız ne hikmetler savurmamışlardır ki etekler üzerine. Öyle hikmetler ki bugün yalnız anlamını değil değerini bile yitirmiştir, genç kuşaklar arasında. Bunlardan bir tanesi:
«Etek öpmekle dudak aşınmaz!»
Hem de kimin eteğini öpmekle!.. Bu öpülen kadın eteği olsa can kurban! Sen bu öğüdü, bugünün dikbaşlı delikanlısına gel de anlat bakalım! «Ben öpsem öpsem ancak mini etekleri öperim!» deyip ters ters bakarlar yüzüne.

Mektupları, Sezer Apartımanının kapıcısı Kırşehir'li Rıza Demir'in kızı Şazimet Demir (Hiç sakınca yoktur.) götürüp getirmekte iken... Bir gün ismi hiç lâzım değil bey, bakmış ki, şaziment, ismi lâzım değil hanımdan daha genç, hem daha güzel. «Hele mektup şöyle bir kenarda dursun!» diyerek genç kızla mercimeği fırına vermiştir.
Temiz Palas Apartımanının kapıcısı Mehmet'in karısı Zeynep bu kepazeliği haber alınca, doğru ismi hiç lâzım değil beye koşmuş, «Sen utanmıyor musun, gül gibi hanımı bırakıp böyle şıllıklarla mercimeği fırına veriyorsun?» diye çıkışmıştır. İsmi hiç lâzım değil bey bakmış ki Temiz Palas Apartımanının kapıcısı Sivas'lı Mehmet Çalışır'ın karısı Zeynep Çalışır Şazimet'ten çok daha güzel, «Doğru söylüyorsun!» demiş, «Aptallık bende. Sen dururken benim onlarla mercimeği fırına vermemde hiç mânâ yok! Bunun üzerine Zeynep'e bakkaldan bir kilo mercimek aldırtmış ve beraberce mercimeyi fırına vermişlerdir.
Bütün bu olup bitenleri öğrenen ismi lâzım değil hanım, ismi hele hiç lâzım değil beye giderek, kendisinden hâmile kaldığını, şerefinin iki paralık olduğunu, ne yapıp edip şerefinin fiyatını yükseltmesi gerektiğini yüzüne karşı haykırmıştır.

«Siz karınızın kaçıncı kocasısınız?» dedi.
«Efendim?»
«Yani bayan Carol'ün ilk kocası siz misiniz?»
«Ha, evet! Ben onüçüncü nişanlısı ve ilk kocasıyım!»
«Bu onüç rakamı?»
«Bana göre hava hoş. O benim onüçüncü nişanlım değil ki.»
«Çıplak filmlerini çekerken kıskanmaz mısınız?»
«Objektiften mi kıskanacağım?»
«Hayır, seyircilerden.»
«Nihayet gördükleri filmdir. Hem onları niçin, Martin'in güzel vücudunu
seyretmekten mahrum edeyim? Bu kaba bir bencillik olmaz mı?»
«Peki, İngilizler niçin karınızın filmlerini makaslıyorlar?»
«Ne anlar İngilizler kadından?»
«Ama Diana Dorst'tan anlıyorlar.»
«Demek daha güzel bir Fransıza tahammülleri yok. İngiliz gururu!.»

«Oh, oh! Memnun olduk. Bir sual daha: Filmlerde neden boyuna soyunuyorsunuz?
Sağuk alma tehlikeniz yok mu?»
«Sanat uğruna soyunduğum için üşütmüyorlar beni!»
«Kendiliğinizden de soyunduğunuz olur mu?»
«Kendiliğimden soyunduğumu hiç hatırlamıyorum. Hem soyunmak için önce giyinmek gerekmez mi? Ben böyle basın toplantısından basın toplantısına giyinirim. Toplantının sonu geldiği anlaşılıyordu:
«Bana Yeşilköy'de halk çok yakınlık gösterdi... Hele gazeteciler... Sizlere bu vesile
çok teşekkür...»
«Daha da fazlasını gösterebilirdik... Bugünlerde efkârlıyız da...»
«Sebep?»
«Biraz fazlaca hırpalıyorlar bizi...» Kalktı, hepimiz adına bir genç kızı öptü. Kocası da öpecek birini aradı ama, yüz bulamadı. Kol kola girip çıktılar.
Salondakiler öpülen genç kıza saldırmışlar, Martine Carol'un dudaklarının değdiği yeri öpmeğe çalışıyorlardı.

Abidin Beyciğim, çalış çabala, servet sahibi ol... sonra mektep yaptırıyorum diye, bu servetin altından gir, üstünden çık! Bunadı namussuzum!»
«İz'ansızlık, bu kadar olur işte!»
«İz'ansızlık değiiil, hayinlik! Başka adı yok bunun! Hayır, yani bunaklık demek istiyorum, aklî muvazenesizlik! Resmen bunadı bu herif! Bir dilekçe... Başla Abidin Beyciğim yazmaya! Konya'ya mektep yaptırmak haaa!.. Çok lâzımdı Konya'ya mektep! Gösteririm ona, Hanyay'la Konya'yı! Eğer Konya'ya mektep lâzım olsaydı, hükümet yaptıramaz mıydı! Sen hükümetten de mi zenginsin be!..

Abidin Beyciğim! Kanun var! Baba tozuttu mu, oğlu el koyar, babanın malına mülküne, alışına verişine. Öyle değil mi Abidin Beyciğim... Millî servetin heba olup gitmesine, göz yumar mı kanun hiç!?»
«Nasıl yumar Rıfkı Beyciğim!»
«Öyleyse biz de yummayalım, açalım gözümüzü! Yazalım dilekçemizi!»
«Yazalım Rıfkı Beyciğim!»
«Peki, ne duruyorsun hâlâ!»
«Yazmasına yazalım ama, kimdi bu bunak? Adı, Soyadı?»
«Adı batsın!... Adı Kâmil, Soyadı Dönmezer! Yâni babam! Babam olacak Eşek!
Babam olacak hayvan bu, bunak!.»
0 Responses