Murat Çetin
Anımsadığıma göre savaş meydanında yatan ölüler arasında dolaşan İskender, hocasına sorar:
- Aristo bu nedir?
Bilge yanıt verir: -Zafer veya hiç!..
Okul kitaplarında Cengiz Han'dan Atilla'ya, İskender'den Sezar'a değin nice "cihangir"in neden ordularının başına geçip yer yuvarlağını ele geçirmeye çalıştıkları anlatılmaz, ama insan okuldan ayrıldıktan sonra merak edip kendisine sorabilir:
- Bu adamlar, niçin koskoca ordularla ülkeden ülkeye dolaşıp dünyayı ele geçirmeye çabalamışlar?
Bu sorunun yanıtını kurcaladıkça kişioğlu bilinçlenir; her bir savaşın ardında hangi nedenin yattığını öğrenip anlar; savaşçılığın iyi bir şey olmadığını algılar; ama iş işten geçmiş olur.

Descartes'ın ünlü özdeyişini anımsayın:
- Düşünüyorum, öyleyse varım.
Bu özdeyiş çoğu yerde şöyle anlaşılmış:
- Düşünüyorum, öyleyse vurun.
Çağımızda fikir özgürlüğüne karşı çıkanlar da böyle davranmıyorlar mı?

Dalkavuk Doğu'nun ürünüdür, soytarı Batı'nın.Her ikisi de eski çağlardan beri kurumsallaşmıştır.
Kralın soytarısı sarayda özel yeri olan bir kişiliktir, tahtın yamacına konmuştur, protokolün hem içindedir hem dışında...
Bir bakarsın ki soylu törenlerin en görkemli dakikasında soytarı yerde yatıp yuvarlanmaya başlamış, prenslerin, düklerin, baronların, kontların, nazırların, rektörlerin, kardinallerin kırmızı bayram balonu gibi şişirilmiş ciddiyetlerini sivri yergileriyle delerek ortalığı birbirine katmış, öfkeleri, kahkahaları, fısıltıları, kaygıları soytarılığın sarmalına dolayıp saray halısı gibi salona yayıvermiş.
Soytarı "evet efendimci" değildir.

Dalkavuk Doğu'ya özgüdür.
Ne iğnesi vardır dalkavuğun ne yergisi ne de eleştirisi.
Dalkavuğun görevi ya "evet efendim" ya da "sepet efendim "le bağlanır.
Osmanlı tarihinde bol bol dalkavukluk vardır da, soytarılığa ilişkin kurumsallık oluşamamıştır. Çünkü soytarılık Batı tarihinin hoşgörü geleneğiyle bağdaşır, dalkavukluk Doğu tarihinin küt kafalı egemenlerine yaraşır.
Soytarı balonları iğneler. Dalkavuk balonları şişirir.

Oysa "eskiden" böyle değildi.
"Eskiden" derken cumhuriyetin ilk dönemini vurguluyorum. İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna dek büyük kentlerin "seçkin" gazinolarında yabancı "artistler" çalıp söylemiş, dans etmişlerdir. İstanbul'da, Ankara'da, İzmir'de piyasayı tutan üç-beş gazinoda göbek oyunu hor görülürdü. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ünlü "oryantal dansöz" Nana göbek dansını gazino sahnelerine çıkardı. Ardından İnci Birol piyasayı tuttu. Taşra sermayesi büyük kentlerin köşebaşlarına yerleşiyor, eğlence piyasası canlanıyordu. Anadolu'da gizli gizli "karı oynatan" erkeklik eğilimi Türkiye'nin ekonomi politiğine egemen olunca "göbek dansı" salgını başladı. Gecenin bir vaktinde kafalar dumanlanınca ve rakı şişelerinin dibi görününce gelsin göbek oyunu... İşadamı, yabancı diplomat, Amerikan askeri-misyon şefi doğru piste...

Mücahit, savaşan kişiye denir; militan anlamına gelir. Yeni kuşaklar bu Osmanlıca sözcüğü tanıyorlar: çünkü gazetelerde sık sık geçiyor; Afganlı, İranlı, Filistinli mücahitlerden söz açılıyor.
Ne yar ki mücahitlik yalnız elde silahla savaşmak kapsamında kalmıyor; kalem savaşını bütün yaşamında yeğleyen yazarlar da vardır.

Kabadayı ile külhanbeyi arasındaki ayrım nedir?
Külhanbeyi çığırtkan, şirret, geveze, şantajcı, ona buna çatan, bulaşık bir adamdır. Sırtını güçlüye dayayıp gözüne kestirdiği kişinin üstüne yürür; ama kavgada ilk tokadı yedi mi nereden geldiğini şaşırıp yalvarmaya başlar; üstüne vardılar mı, isteri nöbetleri geçirip yerlerde debelenir.

Ne var ki konuşmanın her zaman anlaşmaya değil, anlaşmazlığa yol açtığını da izliyoruz; anlaşmaktan çok anlaşmazlık için konuştuğumuz oluyor. Geleneksel tiyatroda bu yöntem bir güldürü oyunudur.
- Be adam sesini kes diyorum!.. -Başımdaki kırmızı fes mi diyorsun? -Sen beni duymuyor musun? -Pekala uyuyorum.
Tuluat sanatçılarının kullandıkları bu yöntemi dünyayı yönetenler de uygularlar. Sözgelişi stratejik füze konusundaki "süper" tartışmalar aşağı yukarı böyledir.
Diplomaside herkes, karşısındaki bir şey söylediği zaman düşünür:
- Acaba kafasının arkasında yatan nedir?
Günlük çarşı pazarlığında satıcı ile alıcı arasındaki karşılıklı söyleşme, gerçek fiyata yaklaşmak için olağandışı ve gereksiz çabaların ürünü değil midir?İnsanın söylediğiyle düşündüğünün eş olmaması, bir bakıma diplomasidir; bir bakıma pazarlık gereğidir; bir bakıma yalancılıktır; bir bakıma ustalıktır.

Hitler'in Başbakanlığı ele geçirişinden dört buçuk ay sonra, 1933 yılının 10 mayıs akşamı, Berlin Üniversitesi meydanında kitapların yakılması töreni izlendi. Binlerce genç Nazi Partisi'nin ileri gelenlerinden Goebbels ve Göring'in gözetimi altında meydanda yığılmış kitapların üstüne ellerindeki meşaleleri attılar; yirmi bin kadar kitap yakıldı.

22 Eylül 1933'te çıkarılan bir yasayla Dr. Goebbels'in başkanlığında ve emrinde bir "Kültür Odası" kurulmuş; amacı şöyle saptanmıştı:
"-Bir Alman kültür politikası izleyebilmek için bütün alanlardaki sanatçıların Alman hükümetinin önderliğinde birleşik örgüt niteliğine dönüştürülmesi gerekir."
Güzel sanatların her dalında; müzik, tiyatro, basın, edebiyat, radyo, film yayınlarında sakıncalı kişileri dışlayan bir örgütlenme yürüyordu. Basın tam, anlamında uşaklaşmış, köpekçe bir yayın sürecine girmişti. 1934 yılında basının aşırı dalkavukluğu öylesine bunalım yarattı ki Dr. Goebbels yakınmaya başladı:
- Basının bugünkü tekdüzeliği hükümetin aldığı önlemler sonucu değildir, bizim isteğimiz bu değildi...
Propaganda Bakanlığı'yla Sinema Odası, bütün yabancı ve yerli filmleri denetliyorlar; tam anlamında sansürü uyguluyorlardı; bu nedenle kitap yakılması gibi film yakılmasına gerek kalmıyordu.
Ancak faşizmin alabildiğine salgınlaştığı ve toplum hastalığına dönüştüğü Almanya, bu çılgınlığın faturasını tarihte hiçbir ulusun görmediği kadar ağır biçimde ödeyecek; İkinci Dünya Savaşı'nda seferber edilen 5 milyon Almandan 3.5 milyonu yaşamını yitirecekti. Sivil kesimdeki yitiklerin hesabı bilinmiyordu. Almanya, ikiye bölünecek; bugün bile süregelen horlanma ve aşağılanma sürecini yaşayacaktı. Koca ülke tam bir yangın yerine dönüşecek, alevler bütün ülkeyi yalayacaktı.
1933 yılında meydanlarda yakılan kitaplar intikam mı alıyorlardı?
Uygarlığın ürünlerini yakmak isteyenler, tarihte hep yanmışlardır.
Filmleri, kitapları, resimleri, şiirleri, bilim yapıtlarını ortadan kaldırmak, yasaklamak, yok etmekle hiçbir yere varılamaz.
Ortaçağda insan yakarlardı; çağımızda insan yakmasalar bile sanat ve fikir ürünlerini yakmak hastalığı ne yazık ki sürüyor.

"-Gazete tarihin ilk müsveddesidir."
Bu tanımlama ilk bakışta hoşuma gitmekle birlikte "müsvedde" sözcüğünü yadırgadım; "müsvedde" yerine "karalama" veya "taslak" denebilir; sanırım fikir o zaman yerli yerine daha iyi oturur.
Ne var ki düşündükçe ilk bakışta hoşuma giden tanımlamada bana ters gelen bir yan olduğunu da sezdim. Çünkü gazeteyi edilgin bir araç gibi hiç düşünmemiştim. Gerçekte bir gazete, çağının tanığıdır; ama geleceği yoğuran gazetelere az da olsa rastlanabilir.

Ama öyle de olsa, böyle de olsa adaletin üçgeni, avukat olmadan oluşmaz.
Nedir o üçgendeki üç köşe? Birinci köşe: Yargıç. İkinci köşe: Savcı. Üçüncü köşe: Avukat. Yani?
Dava bir nokta değildir. Bir düz çizgi değildir. Bir üçgendir.

Eğer seçimle gelen bir iktidarın diktaya dönüşme yolunda baskı rejimini koyulaştırması söz konusuysa 27 Mayıs eylemlerini tarih alkışlamak zorundadır. Bir askeri eylemi çağdaş ölçüleriyle özgürlük rejimine çevirebilenler ölürken de yücelirler.

Ege uygarlığında "Atinalıları, Spartalıları ve Anadolu İyonyası"nı birbirinden kesinlikle ayırmış:
"-Bunları" diyor, "bir çuvala sokmanın anlamı yoktur?" Neden?
Halikarnas Balıkçısı'na göre Anadolu İyonyası'nda "İnsanlık tarihinde siftah olarak, her türlü mitolojik etkiden tamamen arınmış modern fennin" temelleri atılmıştır. "Thales, Anaximen, Anaximander, Leuciprus, Heraclit, Anaxagore ve Democrite" bu temelleri atmışlardır. Balıkçı diyor ki:
"-Bugün Ay'a gidilebiliyorsa -Ay'a gitmek bir fenni olaydır- bu adamlar sayesindedir. Çünkü Socrat, Platon ve Aristotel'le Ay'a gidilmez, Lunatique (Ay'ın evrelerine göre huy değiştiren ya da dengesiz) olunur."

Bertrand Russell "Bilimden Beklediklerimiz" adlı kitabında Aristo'ya (ya da Aristoteles'e) ilişkin olarak şunları söylüyor:
"-Modern zamanların öteki yenilikçileri gibi Darwin de Aristoteles'in otoritesi ile savaşıma girmek zorunda kalmıştır. Aristoteles'in insanlığa musallat püsküllü belalardan biri olduğunu söylemek gerek. Bugün üniversitelerin çoğunda mantık öğretimi hezeyanla (saçmalıkla) doludur; bundan sorumlu olan da Aristoteles'tir."

1580'de Danzig'de altı parça kumaşı birden dokuyan makineyi icat eden kişi, belediye başkanının emriyle boğdurulmuş. Çünkü bu makinenin bir sürü işçiyi ve sonuçta aileyi işsiz bırakacağından korkulmuş; yeni buluşun kullanılmasına 1765'te resmi izin çıkarılabilmiş.

Yaşlanmaya başlayan dostlar birbirleriyle karşılaşınca destek atışına girişirler:
- Seni iyi gördüm.
- Ben de seni.
Genç iken kimse kimseye "seni iyi gördüm" demez. Azrail'in yaşam yollarına döşediği mayınlar arasında dolaşmaya başlayan kuşaklar arasında böyle sözler geçerlidir. Bakarsın ki adamın gözlerinin feri kaçmış, beti benzi uçmuş, göbeği boş buğday çuvalı gibi sarkıyor, göğsü hırıldıyor, ayakta zor duruyor.
Ne diyeceksin?
- Seni iyi gördüm.
- Ben de seni.
Bu numara yalnız kişiler arasında geçerli olmakla kalmıyor ki, yaşamın neresine baksanız benzeri oyun sürüyor. Ekonomik gidişatı inceleyen holding profesörü ne diyecek? Eski çağlarda kötü haber getiren habercinin kafasını uçururlarmış. Bu kuralın kalıtımları sürüyor.
- Durum nasıl?
- Çok iyi.
Kötü desen kimsenin hoşuna gitmez; bu kez sen kötü olup çıkarsın.

Sabahattin Eyüboğlu durup dururken, nedenli nedensiz bana Şevki Erencan'ı kaç kez göstermiştir:
- Bak işte Usta!..
Kimbilir, belki de Sabahattin, düşün'e dayanan bilgelikle alınterine dayanan bilgeliğin bir bütün olduğunu Şevki'nin kimliğinde vurgulamak istiyordu.

Kürekler kazmalar çalışırken düşünüyordum; benim bildiğim Şevki şimdi dikiliverir:
- Durun ulan! der, zahmet etmeyin, verin şu küreği bakayım bana...
Avuçlarına tükürüp başlar çalışmaya, kendi mezarını kendisi küreyip doldurur.

- Geç kalıyorum...
- Vakit kalmadı...
- Zamanım yok...
Niçin? Neye yetişmek için? Sen durdukça duran, sen yürüdükçe yürüyen, sen koştukça koşan; hem senin dışında hem senin içinde yaşayan zamana karşı çaresiz değil misin?

Köşe yazarlığı; yergi, eleştiri, vurgulama için birebirdir. Kişilerle uğraşmaktan hoşlanmam; ama kimi zaman da bir kişinin kişiliğini yermek ya da kınamak gerekiyor. Ne var ki eleştirilecek ya da yerilecek kişi (sözgelimi) devletin bir koltuğunda oturmaktadır; yasalarla donanmış, zırhlanmış, kalemini biraz oynattın mı…

- En iyisi bu kişiler iktidar koltuğundan düştüler mi canlarına okumak değil mi?
Ama bu kez de bir başka kaygı başlıyor: - Yahu, düşmüş adama vurulur mu? Vurulmaz.
Gerçekten hazret iktidar koltuğundan eşekten düşmüş karpuz gibi yuvarlanmıştır. Nesini yazacaksın? Elinde yetki varken her tür kötülüğü, şeytanlığı, rezilliği yapan mel'un, artık zavallılaşmıştır. Köprülerin altından çok su geçmiş, bu kez iktidar koltuklarına başka birileri oturmuştur. Düşenlerle uğraşmak kabadayılığa sığar mı?
Peki ne yapmalı?
Bu herifin ne mel'un bir kişi olduğunu ne zaman, nasıl anlatmalı derken adam ölüverir.
Cenaze törenleri, çiçekleri, çelenkleri, namazları, niyazları, ilanları, yazıları...
Hoca sorar:
- Merhumu nasıl bilirsiniz?
- İyi biliriz.
Sorarsın kendi kendine yitip gitmiş olanı düşünerek:
- Ulan, bu ne yalan dolan? Oturup şu adamın ne mal olduğunu yazsam mı?
- Aman sakın ha!...
- Neden?..
Ölüler hayırla anılır dinimizde…

Sıradan insan için doğal bir şey, sinemanın yarattığı tanrıçalarda yadırganır. Yaşlanmak istemeyen seks tanrıçası için bir yol vardır: Kendi kendini öldürmek.
Zavallı Marilyn Monroe öyle yaptı.
Ve hep genç kaldı.

Gerçek sinemada; sanatçı çeşitli rollere çıkar, türlü kılıklara girer, her senaryoda bir başka kişiyi oynar. Kapitalist dünyanın "Holivut pazarlaması "nda ise bir kişinin ömür boyu hep aynı kimlikte oynatılması kimi zaman büyük iş yapar. Marilyn Monroe bu tür pazarlamaya güzel bir örnektir; Brigitte Bardot ikinci büyük örnektir. İzleyicinin gözünde ve ruhunda bir mitos geliştirilir ve yaşam bu mitosun çelişkili ikileminde sürmeye başlar. Brigitte Bardot dendiğinde akla ne gelir? Her dakikası cinselliğe dönük, her saati erkek-kadın ilişkisiyle dolu bir kadın...

Duygulu insan vardır... Duygulu makine yoktur.
Ama duyarlı makineden, hayvandan, insandan söz açılabilir.
Uzak ufukları tararken bilmem kaç kilometrelik alan içinde bir minik serçenin kanat çırpışını saptayan dev radar ne kadar duyarlıdır!.. İnsan bedenindeki kılcal damarların içini bile görebilen aygıtın duyarlığı ne büyüktür! İnsan kulağının duyamadığı ses titreşimlerini saptayan duyarlı makinelerin üretildiği bir dünyada yaşıyoruz. Elektronik çağı duyarlı makineler aşamasıdır. Sibernetik; makineleri neredeyse canlının duyarlık düzeyine eriştirecektir.
Ormanın derinliklerindeki çalının dibinde kuşkuyla bekleyen tavşanı taa uzaklardan sezebilen av köpeğinin duyarlığı insanca değil, hayvancadır. Gecenin karanlığında yürüyen sırtlanın duyarlığı hiçbir insanda bulunamaz.
İnsanca duyarlık ayrı şey.
Öyle bir şey ki insanca duyarlık duygulu bir insanda olmayabilir.
Büyük tarihsel savaşlarda yüzbinlerce kişinin ölüm kalım yazgısını biçimlendiren komutanlardan çoğunun özel yaşamlarında duygulu oldukları saptanmıştır.
Ne var ki bir asker, emriyle ölüme atılacağı başkomutanın duygulu değil, duyarlı kişi olması için dua etmelidir. Çünkü "büyük komutan" düşmanın ne yapmak istediğini yalnız aklıyla değil, sezgilerinin radarlarıyla da kavrayabilendir.
Aklın sınırını aşan alanlarda duygulu olmak çoğu zaman işe yaramaz; duyarlılık geçerlidir. Meyhanenin köşesindeki masada rakı şişesinin dibini bulan sarhoş...
Sigara dumanında yankılanan arabesk müzik sarhoşun içini cızlatır. Duygularının alacalı kuyusunda derviş gibi döner de döner sarhoş; öyle bir sarmaldır ki bu, içer duygulanırsın, duygulanır içersin.
Ama duyarlı mısın?
Sarhoş, çoğu zaman karşısındakini bezdirir; çünkü o sıra kimseyle iletişim kuramaz. Alkol kubbelerinde çın çın öten sesini güzel sanır. Duyguludur da karşındakinin duygularını ölçecek kadar duyarlı değildir.

Duygululuk bir erdem.
Ama duyarsız duygululuk erdem midir?
Duygulu insan çoğu kez kendine dönüktür.
Duyarlı karşısındakine...
"Bencilik"ten ve "bencillik"ten uzaklaşmak için duyarlılıkla duygululuğu bütünleştirmek gerekiyor.

Bizim burjuvamız görgüsüzdür.
Sanayi devrimini gerçekleştiremeyen toplumda burjuvanın görgüsüzlüğü doğaldır. Batı burjuvası sanatını ve kültürünü üretmiş; endüstri devriminin koşullarını yaratmış; siyasal demokrasinin temellerini atmıştır; Batı şimdi ekonomik demokrasiye geçişin gebeliğini yaşamaktadır.

1957 seçimlerini bir burun farkıyla Adnan Menderes kazanmıştı. Ama nasıl? Adnan Bey'in sonradan söylediği bir söz seçim akşamındaki ruhsal durumunu açıklar. Menderes demişti ki:
"-Allah bir daha bana o geceyi yaşatmasın."
Adnan Menderes'in yitireceği bir seçim değil miydi? Ancak kimi zaman insanoğlu mantığını yitiriyor; iktidar hırsı kişinin sağduyusunu kör ve sağır ediyor.

Hicabi Dinç ile Emin Kalafat ne oldular? Bilmiyorum. "Beyefendi"nin (Adnan Bey'in) başına geleni biliyorum. Adamcağız keşke 1957 seçimlerini yitirseymiş de kurtulsaymış.
Çünkü "Allah bana bir daha o geceyi yaşatmasın" dediği geceden bin beter geceler yaşadı.

Biz Türkiye'den baktığımızda Marquez'in Kolombiya'ya, Astruias'ın Guatemala'ya, Neruda'nın Şili'ye kötülük etmiş birer "vatan haini" oldukları aklımızın ucundan geçmez; oysa bunlar kendi yönetimlerince sevilmeyen, dışlanan, horlanan, işkenceden geçirilen insanlardır.
Ne yapalım ki yazarın gücü, baskı yönetimlerinin çağdışı politikalarını aşıyor. Batı dünyasının liberal burjuvası da az gelişmiş ülkelerin, tu kaka ettikleri sanatçıları bağrına basıp ödüllendiriyor.

Saray Başmabeyincisi Lütfi Simavi Bey'in anlattıklarına bakılırsa "melek gibi bir ihtiyar"mış Sultan Reşat; çevresine karşı çok iyi davranırmış, kimi zaman "bir padişaha yakışmayacak kadar alçakgönüllüymüş."
Yaşamında konuştuğu tek gazeteci bir İngilizmiş. Sultan ile gazeteci arasında çevirmenliği Başmabeyinci Lütfi Simavi Bey yapmış.
Konuşma sırasında İngiliz gazeteci padişahın düşkün durumuna bakarak Lütfi Simavi Bey'e demiş ki:
"-Doğrusu Haşmetli Sultan'ın bu kadar ihtiyar olduğunu bilmiyordum..."
Mehmet Reşat meraklanmış:
"-Ne diyor?"
Çevirmen ne desin:
"-Sizi umduğundan genç bulduğunu söylüyor efendimiz."
Sultan İngilize bakmış: "-Çok şükür bu kefere gibi çökmüş değilim."
Lütfi Simavi bu kez konuşmayı ilgiyle izleyen İngiliz gazeteciye dönmüş:
"-Sultan sizin kadar genç olmadığını, devlet işlerinden yıprandığını söylüyor."
Çevirmenlik bir sanattır.

Diplomaside, edebiyatta, alım-satım işlerindeki çevirinin dışında bir de günlük yaşamda çeviri sanatı var. Bu çeviri dilden dile değil aynı dilde gereklidir. Sözgelişi iki kalıplı kıyafetli dost sokakta karşılaşıyor:
- Ooooo beyefendi, bu ne güzel tesadüf...
- Vaay, efendim saygılar...
Konuşma böyle başlıyor; ama acaba söylenen sözler gerçek düşünceleri yansıtıyor mu? Kimbilir, belki de bu iki kişi içten içe şöyle düşünüyorlar:
- Ulan namussuz alçak, bugün seni gördüm; artık işlerim ters gidecek demektir.
- Vaaay eşek herif nereden çıktın karşıma?
Bir çevirmen olsa da aynı dilden konuşmaları gerçek anlamlarına dönüştürse, toplumsal yaşam altüst olur; insanlar birbirine girer.

1939'da (İç Savaş'tan sonra) İspanya'nın dökümü şöyleydi:
Beş yüz bin ev yerle bir edilmiş, 2 milyon mahkum, 183 kent yıkılmış, 500 bin sürgün, 1 milyon ölü...
Ve 40 yıllık Franco diktası...
40 yıllık faşizim.

Herkes yaşamında özlediği şeyleri görmek ister. Kimisi büyüyen kızına bakıp dua eder:
- Mürüvvetini görmeden ölmeyeyim.
"An" ile "süreç" arasındaki bağıntının kördüğümünden doğan bir yanılgıdır bu yaklaşım...
Çünkü anaya babaya çok parlak gelen gümüş telli, beyaz duvaklı düğünden sonra karı-kocanın derin mutsuzluğa yuvarlanması da olası değil midir? O sırada ana ya da baba dünyadan ayrılıp evrene karışmışsa kime ne? Bilinçsizlikle yaşayan kişi çocuğun "mürüvvetini" görmüştür ya; bu ona yeter.
Gerçekte "bencil" bir yaklaşımdır "mürüvvet" özlemi; "benci" felsefenin mantığından doğar. Eski masallarda ya da Holivut filmlerindeki "mutlu son"larla törpülenip körleştirilmiş insan mantığı, evrenin sonsuz süreçlerden oluştuğunu unutur.

İnsan kısacık yaşamında her şeyi göremez; ama bakmak ile görmek, görmek ile anlamak, anlamak ile algılamak arasında, ayrımları öğrenebilir.

İnsan kısacık yaşamında çok şeyi göremez; ama her şeyi anlayıp algılayabilir.
Fransız Devrimi'ni kim gördü?
O devrimin içinde yaşayan kuşaklar mı?
Sanmıyorum.
Yaşanan an ile süreç; doğru ile gerçek arasındaki çizgiyi de içerir. An'ı yaşarken sürecin bilincindeysen gerçekten yaşıyorsun demektir; gerçeği bilip de doğruyu seçersen, tam anlamında insansın demektir.

İki yüzyıllık Batılılaşma sürecinde yazarlarla, ozanlarla, sanatçılarla devlet yönetiminin bütünleştiği tek dönem Atatürk'ün sağlığı zamanıdır.
Öylesine ki Atatürk devrimleri kimi yazarın ve ozanın düşüncelerini de aşmıştı. Devletin yazarlar ve ozanlar üstüne baskısı, geriye değil, ileriye doğru itici güç oluşturuyordu.
Devrimleri yadsıyan ve içine sindiremeyen yazara, ozana çağdaşlığı öğretip benimsetiyordu devlet...
Mehmet Akif'in, Abdülhak Hamit'in, Yahya Kemal'in yazılarında değil, düşlerinde bile Atatürk devrimlerini göremeyiz.
Evet, böyle bir süreci de yaşadı Türkiye...

Marilyn Monroe kendi kendisini öldürmeden üç gün önce bir dostuna demiş ki:
"-Yaşam ne tuhaf? İnsan tam ipi göğüsledi ği an, bakıyor ki yarış yeniden başlamış."
Ölüme dek böyle sürer.

İnsan ipin ucunu kaçırmamalı; ama kendi ipinin ucunu... Başkalarının iplerini de elinde tutmaya heveslendin mi, ipin ucunu kaçırma tehlikesine düşersin.
Kişioğlunun hırsına son yoktur; sanırsın ki toplumun bireylerini milyonlarca iple kendine bağlayabilirsin. Ne var ki böyle bir düş ancak uykuda görülebilir. Bunun için ne başkasının ipini elde tutmaya yönelmeli...
Ne de başkalarının ipini çekmeye...

Ak saçlı, şişkin pazulu, beyaz atlet fanilalı ip cambazının özdeyişini unutmadım:
- Cambaz gevşek ipte yürüyemez.
İpler, kazıklar, sopalar cambazın sabit sermayesiydiler; gerilim işletme sermayesini oluşturuyordu. Cambazın numaraları birbirine benzese de tekdüze olsa da izleyiciler ağzı açık bakıyorlardı. Kimi zaman halk arasından birisi çıkıp olayın püf noktasını açıklamaya kalkarsa, yanıt hazırdı:
- Aldırma, cambaza bak!
Cambaz, ya yüksek ipin üstünde bir ileri bir geri gidiyordu ya da tahta ayaklarının üstünde yükseliyordu; ama ayaklarını toprağa bastığı zaman senin benim gibi bir kimse oluveriyordu.
Ben cambazları severim; çocukluğumdan bu yana nice cambaz gördüm; bilirim ki ne cambaz hep ip üstünde kalabilir ne de ip hep gergin durabilir; her cambaz eninde sonunda ayaklarını toprağa basacaktır.

Ve gördüm.
Saman saçlı, mavi gözlü, saz benizli göçmen kızı artık yaşamıyordu.
Yüzgeri çıktım odadan; söyleyeceğim her sözün hiçbir şey söyleyemeyeceğini anlamak için ölünün yanıbaşında oturan adamın yüzüne ikinci kez bakmak gereksizdi.
Bayramın herkes için bayram olamayacağını yeniden öğrenmiştim.
Yılbaşı da herkes için yılbaşı değildir ya da herkes için ayrı yılbaşıdır.
Biliyorum ki bayram ya da yılbaşı günlerinde karamsarlıktan uzak veya eğlenceli yazılar yayımlamak Babıali'de kuraldır; hem de iyi bir kuraldır. Çünkü insanların ölümleri, hastalıkları, mahpuslukları da doğal sayılmalı; hayatın çözümlenebilecek sorunlarını göğüslemek, çaresizliklerini soylu bir davranışla sineye çekmek çağdaş insanın mantığı olmalıdır.

Geceyarısı, yeni yıla girerken bir süre sonra şafağın sökeceğini ve sabah olacağını hepimiz biliyorduk, biliyoruz.

Osmanlı İmparatorluğu geçen yüzyıl içinde, yıkana yıkana çeken kumaş gibi savaşa savaşa daraldıkça, serhat kapılarında yaşayan Türkler dayanamayıp Anadolu'ya göçmüşler.
Göç mesleğimiz değil mi?
Tarih kitaplarındaki kırmızı göç yolları kol kol bilincimize kazınmış. Sen kalk Orta Asya'dan Anadolu'ya gel, Anadolu'dan kalk Balkanlara, Adalara, Arabistan çöllerine...Ne serüven?...

Evliya Çelebi düşünde Hazreti Muhammed'i görmüş, şaşkınlıktan dili sürçmüş "Şefaat ya Resulallah" diyeceği yerde "Seyahat ya Resulallah" demiş, tüm ömrünce ordan oraya dolaşmış durmuş. Biz de Evliya Çelebi'nin torunları değil miyiz? Evvel ve ahir göçmenliğimiz ulusal karakterimizdir.
Ne var ki göçmek var, göçmek var...
Asya'dan Önasya'ya, serhatten Anadolu'ya, Anadolu'dan
Avrupa'ya, köyden kente göçmek bir şey değil
de en küçük bir depremde evimiz başımıza göçmüyor mu?
İşte o zaman göçmen millet olduğumuzu acı acı anlıyoruz.

Sevdiğin biri yatağa düştü mü dostluk ilişkileri güçleşir; yapaylaşır. Hastayı görmeye gitmeli mi? Doktora sorarsan bilinen yanıtı verecektir:
- Alaturkalık etmeyin, hastanın dinlenmesi gerekiyor; şakaya gelmez bu iş...
Uygarca, akıllıca davranıp gitmedin mi hasta alınabilir; iyileşti mi gönlünde ters duygular oluşmaya başlar:
- Ölüyorduk da gelmedin...
Diyelim hastayı görmeye gittin; kolonya ya da
çiçek alıp odanın kapısını tıklattın; geçmiş olsun dedikten
sonra ne konuşacaksın? Gerçeklerden kaçacaksın:
- Domuz gibisin maşallah...
- Bu kez de ölmedin, sana bir şey olmaz; ulan senin Azrail'le anlaşman mı var?
Hastanın durumu da zordur.

Aziz kuyruğu dik tutmayı becerebildiğine göre iyileşecek demektir. Çünkü yaşam, bir ömür boyu süren tiyatrodur; insan dünyaya gelir; kişiliğini oluşturur; sonra bu oluşumun yörüngesinden ayrılamaz; kişiliğinin gerektirdiği tutum ve davranışın dışına çıkamaz. Aziz Nesin olduğu gibi değil, herkesin olmasını istediği gibi olmak zorundadır; seçim olanağı yoktur; bir başka seçenek yaratamayacak kadar toplumsallaşmıştır; özgür değildir artık; hastayken bile Aziz Nesin gibi yaşayacaktır.

Çevremde çoğu kişinin Milli Piyango bileti aldığını izliyorum. Sokakta, çarşıda, pazarda Milli Piyango kasketi giymiş satıcıların yanından geçerken baştan çıkarıcı bir ses insanın bilinçaltını gıdıklıyor:
- Size de çıkabilir!
Oysa çevremizde Milli Piyango talihlisinden daha çok günlük yaşamın talihsizi var.
Her Tanrının günü amorti vuran vurana... Gazetelerde neler okuyoruz. Sokakta yürüyen adamın başına dördüncü kattan saksı düşmüş... Kaldırımda komşusuyla yarenlik eden kadına frenleri patlayan taksi bindirmiş... Ev sahibi sinirlenip kiracısını öldüresiye dövmüş... Uykulu sürücünün kullandığı kamyon gecekonduya girip beş kişiyi ezmiş...

"Ekonomik Sevr" deyimi onun son yazılarından birinde ortaya atılmıştır. Ortadoğu haritasını yeniden çizmeye kararlı görünen dış güçlerin ancak "Ekonomik Sevr"le zayıf düşmüş bir Türkiye'ye siyasal Sevr'in sayfalarını yeniden açmak yolunda baskı yapabileceklerini Avcıoğlu çok öncesinden görmüş; her gecikmenin sorunlarımızı çözümsüzlüğe sürükleyeceğini anlamıştır.

Yusuf Ziya Ortaç, tiril tiril giyinir; takacağı kravatı, yiyeceği yemeği, söyleyeceği sözü özenle seçerdi. Taşı gediğine koymaktan hoşlanır; ama tartışmadan kaçınır, gerekçesini içtenlikle açıklardı:
"-Tartışmayı sevmem; çünkü tartışma bittikten sonra da kavga içimde sürer."

Bir ara oldukça ağır kalp krizi geçirdi; uzun süre hastanede yattı. Adnan Menderes'le arası iyiydi. Zamanın Başbakanı, her gün Yusuf Ziya'yı aratır, sordurur, bir isteği olup olmadığını öğrenmek isterdi. Bu ilgi Yusuf Ziya'yı etkiledi; İsmet Paşa ile Adnan Bey arasında karşılaştırmalar yapar, yine tek tümcede sonucu vurgulardı:
"-Biri gönül adamı, öteki akıl adamı..."

Menderes sonunda asıldı.
Aradan yıllar geçti; Yusuf Ziya'nın iç dünyasını bildiğimden bir gün sordum:
Çok mu üzüldünüz?
Hemen yanıt vermedi; gözlüklerinin arkasından parlayan bakışları durgunlaştı; bir süre sonra yiyeceği yemekleri lokantanın listesinde saptamışçasına rahatladı; kullanacağı sözcükleri bulmuştu:
"-Ne diyorsun İlhan!.. Yüreğimde sallandı."

Mizah, nükte, yergi, öykü, çizgi dünyasında yaşardı Yusuf Ziya; ama politikada Menderes'i ne denli gözetse, İsmet Paşa'nın "devlet" olduğunun bilincindeydi. Çok sevip sık sık yinelediği bir özdeyişi vardı:
"-İsmet Paşa'nın arkasında İnönü Meydan Muharebesi var, Adnan Bey'in arkasında Terzi İzzet'in ceketi var."

1940'ların sonlarına doğru Orhan Veli "Yaprak" adıyla tek yapraklık bir edebiyat dergisi çıkarmıştı Yusuf Ziya'nın eleştirisi yine tek tümce idi:
"-Zavallı Orhan, eline bir yaprak almış, kendini ormanda sanıyor."

Nariskin'in köleleri birer nota olmayı benimsemişler; bu işlevi yerine getirebilmek için yetenek ister; ayrıca tarlada toprakta beygir ya da öküz gibi kullanılmaktan daha iyi bir görev değil mi! Köylülerin hiçbirinde direnme görülmüyor, kendilerine sorulduğunda:
- Sen kimsin?
- Nariskin'in fa'sıyım. Ya da:
- Nariskin'in si'siyim.
Bir yaşam boyu hep aynı sesi çıkararak yaşayıp ölmek, kimileri için alınyazısı mı?

Kölelik ille de prangalar, kelepçeler,, demir parmaklıklar ve taş duvarlarla somutlaşan bir kurum değildir.
Nitekim, Nariskin'in do'su, re'si, fa'sı, mi'si ve
öteki notalarının ellerinde kelepçe ve ayaklarında bukağı
yoktu; uygarlığın bugün bile övündüğü sanat
ürünlerini seslendiriyorlar, Bach'tan, Vivaldi'den, Couperin'den,
Hendel'den parçalar söylüyorlardı; ama
yaptıkları iş benliklerini kölelikten kurtarmak için yeterli
değildi.
Çağımızda bu türde çok insan vardır.
O insan egemenin buyruğunda do-re-mi-fa olmakla iş yaptığını sanır; ancak bir alettir. Çünkü özgürce düşünmekten, dünyayı kavramaktan, bağımsız eleştiriden, bilimsel kuşkuculuktan yoksundur; kelepçe onun kafasına takılmış, bukağı beynine vurulmuştur.

bu kez Fransa'nın ve İngiltere'nin yerini (dünyanın çoğu bölgesinde olduğu gibi) dolduran ABD, "böl ve yönet" formülünü elinden geldiğince kullanmaktadır.

Türkiye'yi düşünürken, Ortadoğu'daki konumunu unutmak aymazlıktır. Dünyanın bir başka yerinde geçerli gibi görünen yöntemlerin bu bölgede paylaşım politikasının ekonomisi olabileceğini anlamayan kişi ya aptaldır ya da anladığını anlamaz görünmektedir.
Politikadan soyutlanmış bir ekonomiyi yeryüzünde arasanız tarasınız bulamazsınız.

Paylaşım, mutluluğun bereketidir.

Kimi zaman güneş ışınlarıyla yağmur damlaları birlikte toprağa inerlerken gökkuşağı oluşur. Bu öyle bir andır ki güzelliğini insan kardeşlerimizle paylaşmak için gökkuşağının ya resmini yapmak ya fotoğrafını çekmek ya da yazısını yazmak gerekir. Sanat bu yolda oluşur, paylaşım güdüsünden güç alır.
Bir sanatçı salt kendisi için üretmez, yarattığını insanlarla paylaşmak isteği, bilincin derinliğinde yatmaktadır.

Yaşanan bir anın yazıyla somutlaştırılmasıdır bu; ama o anla eşzamanlı nice anlar yaşanmaktadır dünyada...
Evde, işyerinde, hastanede, mahpushanede, alacakaranlıkta, dört duvar arasında soluk alıp veren kişi güneyin sıcak ovasından güz yağmuruyla yükselen toprak kokusunu duyar mı?
Duyar.
Sen onun acısını ve kaygısını paylaşmasını bilirsen de o da sen duyar.

Gerçek mutluluk bütün insanlığın altına çekilen toplam çizgisindeki duyarlıktan oluşur.

Çevresindeki eştürleri, Pitekantropus Erektus'a kimbilir nasıl bir şaşkınlıkla bakmışlardı?
İnsan türü içinde ayağa kalkan ilk atamız...
Selam sana!
Sonra ne oldu?..
İki büklüm yürümekten vazgeçen insana, çevresindekiler önce ürküyle, sonra korkuyla, daha sonra tepkiyle baktılar. Sanırım insan sürüsünün düzenini bozup iki ayağı üzerine kalkan ve başını dikleştiren ilk insanı öldürmüşlerdir.
Ne var ki ilk öfkenin kurbanı ardından, iki ayağı üstüne yükselen bir, bir daha, bir daha, bir daha insan görülüp izlendikçe olay doğal sayılmaya başlandı.
Ve o günden bugüne toplumun yasası değişmedi.
Karanlık sanrısında yaşayan insanoğlunun bedensel dikilmesi, içsel bir dürtünün ürünüydü; içsel dürtü ruh oldu, düşünceleşti; fikirleşti; tarih boyunca başını hep dikleştirdi insanoğlu...

Çok değil 15-20 yıl önce kimi Avrupa ülkelerinde bile plajlara bikiniyle girilmezdi. Böyle bir plajın kapısındaki görevli bikinili kadını durdurmuş:
- Bayan buraya iki parçalı mayoyla girilmez. Kadın düşünmüş:
- Peki, hangi parçayı çıkartayım?

Hangi mesleği seçerse seçsin, insanda zamanla özel bir kimlik oluşuyor. Bu oluşumda çevrenin yargısı önemlidir. Bir kimse korkak mı? Yürekli mi? Duyarlı mı? Uçarı mı? Katı mı? Acımasız mı? Kaypak mı? Güvenilir mi?
Çevredir karar veren; kişilik çevrenin yargısıyla belirlenir.
Yıllar geçtikçe kişi-çevre ilişkilerinde birbirini izleyen davranışlarla yaratılan yontuda kişilik somutlaşır. Artık bu yontunun kölesidir insan. Herkesin namussuz diye tanıdığı birisinin günün birinde namuslu olacağı tutarsa kim inanır? Daha da beteri vardır. Yaşını başını almış kimse, sanki köleleşmiştir; çevrenin beklentilerinden aykırı bir davranışa yönelirse azarlanır:
- Çocuklaşma!..
Kişi, yıllar geçtikçe, toplumdaki izleyicilerin bakışları altına daha çok girer;

Azra Erhat eski dilleri iyi bilirdi. Ancak salt bilgi ne anlam taşır? Bilginin bilinçli bir eylemle ürünler vermekte itici güç sağlaması gerekir. Azra Erhat, Eski Yunan ve Anadolu uygarlığının klasik ürünlerini Türkçe söyleyerek büyük iş yaptı. Eski uygarlıkların kökenlerine inebilmek, çağdaşlaşmak için temel koşuldur.

Anadolu eski uygarlığının Ege'nin öteki yakasından değişik bir özü olduğunu savunan tarihsel görüşün başını, sanırım engin sezgisi ve coşkusuyla Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir çekmiştir.

Tarzan, aristokrat bir İngiliz ailesinin çocuğuydu. Anglosakson soyunun mavi kanı dolaşıyordu "maymun adam"ın damarlarında. Bu üstünlük, sömürgecilik döneminin Afrikası'nda tüm belirtilerini göstermiş, Tarzan; maymunlara, fillere, aslanlara, kaplanlara, timsahlara, kurtlara, kuşlara ve karaderili yerlilere gücünü duyurmuştu. Balta görmemiş ormanların derinliklerinde kimi zaman olağanüstü bir çığlık duyulurdu:
- Aaaaaaaaaaaaa...
O dakikada doğada yaşayan bütün yaratıklar korkudan tir tir titrerlerdi. Filler efendilerinin buyruğuna girmek için koşarlar; goriller fillere katılırlar; şempanzeler kulak kesilirler; yakın koylarda barınan zenciler başlarına bela yağacağını yüreklerinde duyarak ürkerlerdi. Nitekim "Afrika'nın yamyamları" yakaladıkları birkaç beyaz insanı afiyetle mideye indirmek için tamtamların eşliğinde tepinerek görkemli bir tören yaparken Tarzan tepelerine biner; filler köy kulübelerini yıkar; Çita neşeli sesler çıkararak olan biteni izlerdi.
Tarzan, Amerika'da ve dünyada sonradan yaygınlaşacak olan üstün insan (süpermen) tipinin en olumsuz örneklerinden biriydi; Amerikan türetimi bireyciliğin doruk noktasına tırmanan bir dünya görüşünü simgeliyor; "iyi adam"ın sürekli olarak kötüleri yendiği bir dünyada kahramanlaşıyordu.
1930'ların, 40'ların Türkiyesi Johnny Weissmüller'i bağrına basmıştı. 1980'lerde televizyon Tarzan'ın başarılı örneklerini bir kez daha sergileyince mahallede çocuk sesleri Tarzan'ın çığlıklarına dönüştü.
Tarzan dünyamızda öylesine tutmuştu ki Afrika'dan gemilerle Kuzey ve Güney Amerika'ya taşınmış kölelerin karaderili torunları da karanlık sinema salonlarında Tarzan'ı izlemek için gişelerin önünde kuyruk oldular. Güney Afrika'dan başlayarak Kuzey Afrika'nın sömürge kentlerinde Tarzan'ı zenciler çok sevdiler. İngiliz Lordu'nun torunu, elinde bıçakla ve kıçında hayvan derisinden donla zencileri önüne katıp kovaladıkça Afrika'ya gelmiş kolonyal şapkalı beyazlar arasında iyileri gözetip kötülere ders verdikçe bilinçsizliğin ışıksızlığından kararmış sinema salonları alkışlarla inlerdi.
Johnny Weissmüller öldü.
Ama Tarzan öldü mü?
Mitoslarını çağdaş uygarlığın verileri üzerine kuramayan bir dünyada Tarzan yaşayacaktır.

1964 Kıbrıs bunalımında bizim kamuoyunda adadaki soydaşlarımızı kurtarma isteği, Rumlara karşı öfkeye dönüşmüştü. O zamanın Başbakanı İsmet Paşa'ya gazetelerin manşetlerinde halk sesleniyordu:
"-İsmet Paşa çizmeni giy!"
Paşa yanıtladı:
"Çizmem yok, aklım var."

Bu üç kişiden biri Şeyhoğlu, biri Vurguncuoğlu biri Ekmekçioğlu imiş. Üçü de yollarını yordamların yitirmişler; üçünün de elleri böğründeymiş.
Birisi sormuş:
- Ne yapalım ki karnımız tok, sırtımız pek olsun? Şeyhoğlu:
- Yazgı her şeyden üstündür, demiş. Ekmekçioğlu:
- Çalışmak her şeyden üstündür, demiş.
Böyle konuşarak tartışarak yürürlerken karşılarına bir kent çıkmış. Üç arkaddş bu kentte ne yapacaklarını düşünürlerken Ekmekçioğlu:
- Ben çalışır sizi de doyururum, demiş. Geride kalan ikisi:
- Görelim seni, demişler.
Ekmekçioğlu kente girmiş, sokaklarda dolaşmış, iş ararken, bir aşçı kendisine seslenmiş:
- Gel birikmiş bulaşıkları yıka, sana bir akçe vereyim, karnını doyur.
Ekmekçioğlu hiç duraksamadan kollarını sıvamış, akşama dek çalıştıktan sonra kazandığı bir akçeyle ekmek peynir almış, kentten ayrılırken kapısına şöyle yazmış:
"-Bu kentte bir günlük yorucu bir çalışmanın karşılığı bir akçedir."
İki arkadaş Ekmekçioğlu'nu görünce pek sevinmişler; peyniri katık edip ekmeği yemişler, uykuya varmışlar.
Ertesi sabah uyanmışlar:
- Sıra sende, demişler Vurguncuoğlu'na haydi kendini göster, kurnazlığınla bizi doyur.
Vurguncuoğlu kente varmış, ortalıkta dolaşırken bakmış ki limana yüklü bir gemi giriyor; kentli tacirler rıhtımda gemiyi bekliyorlar. Vurguncuoğlu hemen bir kayığa atlayıp hepsinden önce gemiye çıkmış, malı yüksek fiyatta kapatmış, kısa süreli bir senetle işini bitirmiş. Gemi rıhtıma yanaştığında tüccarın karşısına çıkıp:
- Mal benim, demiş. Tüccar kaygılanmış:
- Kaça satarsın? Yüz akçe daha çok verirsek malı bize devreder misin?
Vurguncuoğlu az buçuk nazlandıktan sonra razı olmuş; yüz akçeyi cebine attıktan sonra kentin kapısına şöyle yazmış: "-Bu kentte birkaç dakikalık kurnazlığın karşılığı; yüz akçedir."
Üç arkadaş o gece kendilerine bir handa yer ayırtmışlar, gece bir de şölen vermişler.
Ertesi gün sıra Şeyhoğlu'na gelmiş. Arkadaşları:
- Görelim seni, demişler.
Şeyhoğlu kentin sokaklarında dolaşırken şaşkınlıkla söylenip dururmuş:
- Yazgının gözü bağlıdır, yazgının gözü bağlıdır, yazgının gözü bağlıdır.
Orada burada sallanıp dolanırken Şeyhoğlu bir meydanda kalabalığa rastlamış; adamlar toplanmış bir şeyler konuşuyorlar; meraklanıp sormuş:
- Ne oluyor?
- Bizim şeyhimiz bir oğul bırakmadan öldü, şaşkına döndük, şimdi yeni bir şeyh nereden bulacağız diye konuşuyoruz.
Şeyhoğlu bağırmış:
- Bre ahmaklar ben şeyhoğluyum.
Kalabalık mal bulmuş mağribi gibi Şeyhoğlu'nun ellerine sarılmış, götürüp koca bir konağa oturtmuşlar Şeyhoğlu'nu...
Tören bitince Şeyhoğlu koşup kentin kapısına şöyle yazmış:
"Bu kentte bir saniyelik yazgının karşılığı yüz binlerce akçedir."
Bir Doğu masalıdır bu, eski çağlara ilişkin...
Bir kente varırsanız kapısına bakınız; eğer kapıda şöyle yazılı ise:
"Burada çalışmanın karşılığı bin akçedir. Kurnazlığın bedeli on akçedir. Yazgının karşılığı bir akçedir." Çağımızın kentine ulaştığınızı anlarsınız.

Holding babaları gazete alıp satıyorlar; istedikleri köşeye oturttukları sözde yazarları "katip" gibi kullanıp istediklerini yazdırıyorlar; piyangoyla, totoyla, lotoyla okuru avutuyorlar.

Anadolu'nun kimi yörelerinde kasaba kahvelerinde eskiden çok oynanırmış.
Yan yana yirmi masa düşünün.
Yirmi masada yirmi tavla.
Ve her tavlanın başında karşılıklı oturmuş ikişer kişiden kırk oyuncu.
Tavla maçı başlıyor.
Ama nasıl?
Birinci masaya tavlacıların en kodaman çifti oturmuş. Zarlar bu çiftin elinde. Oyun başlayacak.
İlk oyuncu zarları üfleyip ısıtıyor, sallayıp atıyor: -Ciharı dü... İkincisi atıyor: -Pencü se...
Zarlar yalnız bu masadaki kodaman çiftin elinde.
Öteki masalarda zar yok; ama birinci masadaki birinci kodaman ciharı dü attı mı yirmi oyuncu ciharı dü oynuyor; ikinci kodaman pencü se attı mı yirmi oyuncu pencü se oynuyor. Herkes sarılı siyahlı tahta kutuların içindeki pulları zarı elinde tutan başoyuncunun eline bakarak yürütüyor.
Kırk kişinin seksen kulağı en baştaki masaya dönük. Çünkü zarları tutan eller en baştaki masada.
Herkesin yüreği tıp tıp atıyor:
- Aman ağam, zaman ağam; ne olur zarı iyi salla, bileğine güçlü ol, Allahsız kemiğe üflemeyi unutma!.
Ne var ki oyun ilerledikçe iş değişiyor.
Çünkü zarları atan iki oyuncu.
Ama pulları oynayan kırk kişi.
Başoyuncu sebayi dü attı mı, yirmi kişi kendine göre kapı alıp, pul kırıyor. Hepyeki ya da dubarayı her oyuncu kendine göre oynuyor. Yirmi tavlada yürüyen her oyun, zamanla biçim değiştiriyor. Zarları tutanlar maç kızıştığında kendilerine göre özlemlere isteklere kapılıyorlar:
- Ah, bir şeş beş gelse...
Öteki oyunculardan biri:
- Ağam kurban olayım bir düşeş...
Yanındaki:
- Dubara atamazsan yandım... Beriki:
- Kurban olduğum Allah, şefaatini ağamın bileğine dola ki bir hep yek atıversin.
Zar, tek kişinin elinde oldu mu kendisiyle birlikte oynayan yirmi oyuncuyu tümüyle nasıl sevindirsin? Oyun başlangıçta birlikte başlamış, ama sonuna doğru dağılmış, öyle bir noktaya varılmış ki ne gelirse gelsin oyuncuların hepsine yaramıyor.
Bu kez homurdanmalar başlıyor:
- Senin gibi zar atanın saygıdeğer ceddine, rahmeti rahmana kavuşmuş büyüklerine ve cümle akraba ve taallükatına sevgilerimi sunarım...
- Ulan! Seni adam sandık, eline zar verdik...
- Bre namussuz! Ben burada mars oluyorum, sen orada gele atıyorsun, Allah belanı vermesin e mi...
Eski bilgeler diyorlar ki:
- Zarını atamadığın tavlanın başına oturma ya da adamlarını zarsız tavlaya oturtma!..
Biliyorum, şimdi bu yazıdan siyasal ve ekonomik sonuçlar çıkarmaya çalışanlar olacaktır ve haklıdırlar. "Büyük dostumuz ve müttefikimiz Amerika" ne diyor:
"-Amerika için iyi olan herkes için iyidir."
Olur mu?
Piyasa ekonomisinde bir büyük holding için iyi olan her firma için iyi midir?
Kimi Anadolu kasabasında tek kişinin zar attığı, ama çok kişinin bu zara göre oynadığı oyunların sonu hiç belli olmuyormuş; yenenlerle yenilenlerin hesaplaşmasında iş adamakıllı karışıyormuş. Bana da sorarsanız ne başkasının zarını elinde tutmalı ne de başkasının zarına bakmalı...

Günlük yaşamda kimi zaman bir görüntü, esinti, renk, koku, davranış, ses, gürültü belleğin gizemli kapısını vurur; çağrışımla zamanın gerisine kayan düşünce, eski bir kitabın unutulmuş sanılan yapraklarını çeviriverir.
Yaşadığını yeniden yaşamak için yıllarca öncesine dönersin.
Ne var ki yaşanan artık anılaşmış, bellekteki iz ağacından kopan bir yaprak gibi solmuştur. Onu eski kitabın sayfaları arasından çıkarıp baktığında ağaçtaki yaprak olmadığını anlarsın; canlılığını yitirip sarardığını görürsün.
Bir coşkuyu, sevgiyi, korkuyu, sevinci, acıyı geçmişteki eşit duyguyla yaşamak olanaksızdır. Çünkü anı, duygudan soyutlanarak bilgileşmiştir.
İnsan yapısında duyguların değil bilgilerin arşivi güçlüdür. Yaşanmışı yeniden yaşamak istediğinde şaşırırsın: Çektiğin acı ballanmıştır; eski burukluk kekremsiliğini yitirmiştir; geçmişteki coşku, yüreğini artık küt küt attırmaz.
Belleğin ne denli güçlü olursa olsun, beş gün önce yediğin biberin acısını damağında yeniden duymazsın; beş ay önce doğradığın soğan gözlerini yaşartmaz; beş yıl önce yitirdiğin sevgilinin yokluğu ölüm günündeki kadar yüreğini dağlamaz.
Çünkü artık onlar anılaşmıştır.
Anılaşmak bir anlamda ölmek demektir.
Ölüler anılır; ölülerle yaşanmaz.
Belleğiyle yaşamaya çalışanlar kimi zaman iç çekip geçmişe dönmek isterler:
- Ah o güzel günler...
Oysa insan belleğiyle yaşayamaz: Belleğindeki bilgi birikimini ve deneyim istifini gelecekteki yaşamını güzelleştirmek için kullanabilir.
Geçmişteki duygulu yaşantın seni daha duyarlı bir kişi yapabilir; aşılmış aşkların sevecenliğini yoğunlaştırır, eski korkuların korkusuzluk için paha biçilmez deneylerdir.
Anılarımız geleceği yönlendirmekte eşsiz birer öğretmen olabilirler.
Ve insan 'anı'laşmamış anılarında yaşamasını sürdürür;

"Saatin akrebine baktığımız zaman, akrep hareketsiz gibi gelir bize. Fakat bir iki saat sonra akrebin yer değiştirdiğini görürüz. İnsanların hayatında da böyle olur. Çevremizdeki, hatta kendimizdeki değişikliğin çoğu zaman farkında olmayız. Tarihin akrebi bize hareketsiz gibi görünür."

"Avrupalılar Avustralya'yı bulduklarında başlı başına bir kıtayı ele geçirmek onlar için büyük başarıydı. Avustralyalılar içinse bu gerçek bir talihsizlikti. Çünkü insan emeğinin devirlerini gösteren takvime göre hesaplanırsa, bunlar daha geri bir zamanda yaşıyorlardı. Avrupalıların göreneklerinden bir şey anlamıyor ve düzenlerine boyun eğmek istemedikleri için kendilerine yabanıl hayvanlar gibi davranılıyordu. (...) Avustralyalı için yasa olan, Avrupalı için cürümdü. (...) Hayvancılıkla uğraşan Avrupalı için koyun mal olduğu halde ilkel şartlarda yaşayan Avustralyalı avcı için bir avdı."
"Amerika'yı bulan Avrupalılar yeni bir dünya bulduklarını sanıyorlardı. Kristof Kolomb'a üzerinde 'Kolomb, Kastilya ve Leon için yeni bir dünya buldu' sözleri yazılı bir nişan verilmişti. Ne var ki 'yeni dünya' gerçekte eski bir dünyaydı. Avrupalılar çoktan unutmuş oldukları geçmişlerini bir rastlantıyla Amerika'da bulmuşlardı."
"Kızılderililer ve beyazlar ayrı ayrı çağın insanlarıydı."
Ayrı ayrı çağın insanları olmak...
İşte bütün tarihin ve yaşadığımız günlerin acılarını bu eşitsiz gelişme yaratmıştır; ama dünya değişiyor; insanlar gün geçtikçe eşitleniyor. Yeryüzünde binlerce yıl süren kölelik kurumu hiç değişmeyecek sanılıyordu.

Eğer bugün "Batı" ile Türkiye arasında kimi konularda ve alanlarda çatışma varsa nedenlerini anlamaya çalışmalıyız. "Doğu" ile çelişkilerimiz varsa, onları da bilim ve akıl yoluyla çözümlemeye bakmalıyız. Bize yabancı ve ters gelen her konuya Amerika'nın ya da Avustralya'nın keşfi sırasında yaşayan yerliler gibi anlamaz gözlerle bakmayalım.
İnsanın insanlaşması uzun ve acılı bir süreçtir. Bugün bile dünyada çeşitli toplumlar "ayrı zamanlarda" yaşıyorlar.
Eşitleme kolay değil...

1961 yılında İran'a gitmiştim. Tahran'ın büyük bir lokantasında yemek yiyecektik. Bizi ağırlayan Azeri Türkü, garsonu çağırdıktan sonra sordu:
- Ne yiyelim?
- Siz seçin!
Azeri, garsona döndü:
- Beye bir bukalemun...
Şaşmıştım:
- Aman ben bukalemun yemem.
- Bizim burada hindiye bukalemun denir.
- Peki, bukalemuna ne denir?
- Makyevelsıfat. Vaktiyle bir politikacı varmış, zamanına,
yerine göre renk değiştirirmiş; bakarsın sabah liberal, akşam sosyalist, ertesi gün kapitalist, sonra faşist... Bu adamın adı Makyavel'miş. Bukalemun da yerine ve zamanına göre renk değiştirdiğinden biz bu hayvana Makyavelsıfat adını vermişiz.
Açıklamanın biçimi Makyavel'i tanımlama bakımından doğru olmasa bile niteliği ilginçti.

Leonardo "Sevgi bilgiden doğar" demiş. Bilgisiz sevgi, kimi zaman insanı boşluğa düşürebilir.

Bizim üç vatanımız var:
Biri ana-vatan:
Orta Asya.
İkincisi vatan:
Türkiye.
Üçüncüsü yavru-vatan: Kıbrıs.
Hepimiz çok vatansever olduğumuzdan üç vatanımızın olmasına şaşılmaz.
Ne var ki bizim vatan sevgimiz de bir başka türlüdür.
Sözgelimi bir kadına abayı yaktık mı sevgimiz başımıza vurur, aşkımız ciğerimize işler, tutkumuzdan kafamız dumanlanır; bıçağı çekip yirmi-yerinden bıçaklar, kadıncağızı öldürürüz.
Polis, adliye, savcı, yargıç:
- Niçin öldürdün oğlum?
- Çok seviyordum.
Sevdiğimizi öldüresiye severiz biz...
Yurdumuzu da öldüresiye seviyoruz.

Ölüm haberi sana ulaşıncaya dek ölüler yaşarlar. Oysa haberle sana yansıyan bilgideki gcrçek kafana dank etmeden önce ölmüştür ölen...
Hekim, ölenin ölüm saatini raporuna yazar; gerçeğin doğru göstergesidir bu...
Benim için Şerif Tekben'in ve Murat Sarıca'nın ölümleri, öldüklerini öğrendiğimde başladı.

Fransız filozofu Bergson:
"-İnsan" demiş, "zamanın içinde değil, zaman insanın içinde yaşar."
Acaba?
İnsandan önce doğanın var oluşu gerçekse, Bergson'un sözü saçma değil midir?
Fransız toplumbilimcisi Durkheim de Bergson'dan aşağı kalmıyor:
"-Zaman kavramının kaynağı toplumdur" diyor.Önce yaşadığımız olaylar, sonra yaşayacağımız olayların önceden algılanmasına yol açar. Takvimin saptanması, dinsel bayramların belirli aralıklarla kutlanması, ortak törelerin her yıl düzenlenmesi kafamızda zaman kavramını biçimlendirmiştir. "Öyleyse zaman insana bağımlıdır", diyor Durkheim.

- Biz gençliğimizde büyük küçük, edep erkan bilirdik; şimdiki gençlerin ne sağı var ne solu; ne yaşlılara hürmet kaldı ne çocuklara şefkat...
- Neden dün öyleydi de bugün böyle Mahinur Hanım, ne oldu da dünya kötüledi?
- Evladım zamane...
Mahinur Hanım "zaman"ın karşısına "zamane" sözcüğünü koyarak kendine göre bir çözüm bulmuştur. Bir zamanlar her şeyin çok güzel olduğu, ama artık bozulduğu böylece saptanmış oluverir; ama bu duygu yalnız Mahinur Hanım'da mı vardır? Nice kitaplar devirmiş, toplum yaşamında kilit noktalara oturmuş, üniversitelerden diplomalar almış ünlü kişilerin geçmişe özlemlerini tutuculuk ve gericilik düzeylerine tırmandıran itici güç nereden geliyor?
İnsan yaşlanıp da ihtiyarlığa doğru yol aldıkça "zaman" niçin "zamane"ye dönüşüyor?
Neden gelmiş geçmiş en yaman futbolcu Bekir ve en güçlü pehlivan Koca Yusuf oluyor? Yeni atletler eski rekorları kronometre ile kırdıklarından, yeni yüzücüler eski şampiyonları sayıyla geride bıraktıklarından bu spor dallarında palavraya yer yoktur. Ne var ki geçmişte yaşanan her olayı matematiğe vurmak olanaksızlığından kaynaklanan zamane edebiyatının önüne geçilemez.

Kişinin hayatında zamanın değişip dönüşerek zamane oluşu acı bir yaşam serüveninin son sayfalarıdır.

Ama çağımızın bilinçli insanı, bencilliğini insanlığın meydan saati yerine koymaya kalkıştı mı zamanın yelkovanıyla akrebine dolanır, işin içinden çıkamaz. Beyinsel yeteneklerini yaşamının sonuna dek koruyabilen ve çağdaş mantığı özümseyebilen kişinin zamanı da hiçbir zaman zamaneleşmez.
Zamanı zamaneleştirmeden yaşamaya bakmalı.

Eskiden dilenciler evlerin kapısını çaldıkları zaman para değil ekmek isterlerdi:
- Allah rızası için bir dilim ekmek...
Varlıklı aile, dilenciye bayatlamış ekmek dilimlerini vererek iyilik yapmanın tadını çıkarırdı. Zenginlerin iyilik duygularını doyurmak için yoksulların yaratıldığına inanan bir dünyada yaşanıyordu.

Bu oğlan büyümüş, kazık kadar herif olmuş; ama eve bir lokma ekmek getireceğine anasına zulmetmeye başlamış; her gün olmadık rezilliği yapar, kadıncağıza el aman dedirtirmiş. El kadarcıkken emzirdiği, geceler boyu beşiğini salladığı, ninnisini söylediği, şımartıp semirttiği bu herife kadıncağız öylesine bağlıymış ki sesi çıkmazmış.
Ne var ki sonunda canına tak demiş:
- Kadıya varayım, halimi anlatayım.
Ve kalkıp yola düşmüş.
Mahkemeye vardıkta ne görsün? Ortalıkta tozdan dumandan ferman okunmuyor; birisini falakaya yatırmışlar; beriki sırasını titreyerek bekliyor; bir başkasını kucakta dışarıya taşıyorlar. Durumu gören kadıncağız ürkmüş; başında bir akılcağızı varsa onu da yitirmiş; gelip geleceğine bin pişman olmuş; ama iş işten geçmiş kadı hışımla sormuş:
- Ne istiyorsun kadın?
Yoksulun eli ayağı ve dili çözülmüş:
- Kadı Efendi Hazretleri, benim bir oğlum var; edepsizliğiyle başa çıkamıyorum; her gün bir olay çıkarıyor; eve bir dilim ekmek bile getirmiyor; varayım halimi anlatayım, belki bir çare bulunur diye geldim.
Kadı gözlerini devirerek sormuş:
- Kimmiş bakayım o nankör?
Kadın o sırada sokaktan geçen tanımadığı bir genci
göstererek oğlunu kurtarmayı düşünmüş: -İşte bu!
Kadı emretmiş, yabancı delikanlıyı yaka paça huzura çıkarmışlar.
- Bre nabekar, demiş Kadı, sende hiç vicdan yok mu ki ananı bunca üzersin?
Delikanlı şaşırmış:
- Hangi anamı?
Kadı küplere binmiş:
- Bre hain! Kaç anan var senin? Karşısında duran ananı tanımıyor musun nankör!..
- Af buyurun, bu benim anam değil.
Kadı tümden öfkelenmiş:
Gence on değnek vurup aklı başına gelmiştir diye kaldırmışlar; yine sormuş Kadı:
- Söyle ulan bu senin anan mı?
Delikanlı direnmiş.
- Değil, bu kadın benim anam değil.
- Yatırın.
Yatırın kaldırın, yatırın kaldırın derken tabanları kan içinde kalan genç:
- Durun, diye bağırmış.
- Şimdi tanıdım, demiş, bu benim anam, hem vallahi billahi benim öz anam.
Kadı'nın yüzü gülmüş:
- Hah şöyle yola gel! Önce öp ananın elini; sonra ananı sırtına al; doğru eve
götür; ona iyi bak! Bir daha karşıma gelirsen ne olacağını unutma!
Delikanlı kadını sırtlamış, yola koyulmuş, çarşıdan geçerken kardeşine rastlamış. Küçük kardeş yabancı bir kadını yüklenmiş ağabeyini görünce şaşırmış:
- Ağabey, kim bu sırtındaki kadın?
- Bu bizim anamız.
- Kim söylüyor bunu?
- Kendisi.
Küçük kardeş düşünmüş:
- Sen benim büyüğümsün; ama olmaz böyle şey. En iyisi sen Kadı'ya var, durumu anlat, bir çaresini bulsun.
Delikanlı:
- Ulan, demiş, senin dünyadan haberin yok! Zaten benim anamı belleyip bu kadını bizim anamız yapan Kadı.

Hayat "normal-anormal" ikileminin gel-git'lerinde yaşanıyor; kime rastlasanız ülkenin ve dünyanın olağanüstü dönemler geçirdiğini yineliyor.
Soruyorsunuz:
- Neden?
- Dünyanın durumuna baksana!.. Ortadoğu kan ve ateş içinde çalkalanıyor. Lübnan parçalandı. İran-Irak savaşı sürüyor. Karayiplerde neler oluyor? Afganistan'da çarpışmalar sürüyor. Her ülkede kaynaşma durmuyor.
- Anormal gelişmeler mi söz konusu?
- Evet.
Acaba doğru mu?
Dünyanın her yeri dingin ve güllük gülistanlık olsa "normal"dir diyebilecek miydik? 20'nci yüzyıldan önce dünyada eşitsizlik, kölelik, zulüm gırla giderken nice ülke üzerinde hiçbir rüzgar esmeyen bataklık gibi kımıldamazken her şey normal miydi?
Soralım kendi kendimize:
- Sakın bizim kafamızda anormal olanı normal, normal olanı anormal sayan bir bozukluk, ya da koşullanma olmasın?

Normalin anormalleşmesi, anormalin normalleşmesi toplumsal yaşamda bir süreç sorunudur. Herkesin fes giydiği toplumda açık başla gezmek anormaldir; herkesin fesi yaşamadığı bir toplumda kırmızı kalıplı, siyah püsküllü fesle dolaşmak normal midir?

Normal dönemlerde anormal davranışlar normal sayılmaz da anormal dönemlerde anormal davranışlar normal sayılmaya başlar. İşte o zaman toplum çivisinden ya da şirazesinden çıkmış gibi olur; neyin nesi, kimin fesi olduğunu anlayamadığınız kişiler ortaya çıkıp şaşırtıcı eylemlere girişirler.
Toplumu normalleştirmek için anormal davranışları normal sayanların, anormalleşen toplumların normal tepkiler karşısında şaşırmaları da bundandır.

Evet, bu dünya pis bir dünyadır.
Dünya pis olmasa insan sabunu icat etmek zorunda kalmazdı. Bunca çamaşır sabunu, tuvalet sabunu, cilt sabunu, yüz sabunu, yeşil sabun, beyaz sabun, kokulu sabun, killi sabun, katranlı sabun, arap sabunu neyi temizlemek için yapılıyor? Koskoca fabrikaların durup dinlenmeden leke tozu üretmeleri neden? Dünyanın pisliğini temizlemek için yetiyor mu bunlar?
Yetmiyor.
Bu kez insanoğlu deterjanları buluyor. Habire deterjan tüketiyor, şampuanmış, fayans tozuymuş, halı temizleyicisiymiş, bulaşık kremiymiş...
Sonuç?
İnsan, pisliğin elinde oyuncak.

İnsan ayakyolu temizleyicisi gibidir; ister kral olsun, ister cumhurbaşkanı, ister başbakan, ister kraliçe, pisliğini temizlemek zordur.
Dünya pis olmasa kişi cennet düşler miydi? Ölünce bedenini yıkatıp temiz bir kefene niçin sardırıyor insanoğlu? Dünyanın pisliğinden kurtulmak için bu son çabalamadır.

Sanat ile egemenliğin tarihte sarmallaşan bağıntıları vardır. Egemenliğin somut dışavurumu siyasal iktidar biçiminde olur. Her siyasal iktidar sanatı denetlemek ister. Kimi devrim atılımlarında siyasallaşma sanatın bile önüne geçebilir; kimi tutucu iktidarlar sanata pranga vurup köleleştirmek için çabalarlar.
İnsanlığın uzun geçmişine baktığımızda sanatçıyı uşak sayan egemenlik anlayışının binlerce yıl sürdüğünü görüyoruz. Ama hümanizmanın halkçılığa dönüşümünü ve halkın egemenliğine yol açan gelişimini çok eskiden beri sezip söyleyen sanatçılar da vardır.
Çağımızda ise sanatçının bilinci yaşadığı dünyanın gerisindeki kör karanlıkta kaldığı zaman ortalıkta sanat da kalmaz.

Aydın olmak ne demektir? Devrimci ve demokrat olmak demektir; ilerici olmak, çağdaş olmak demektir. Dünyamızın bütün katı ve kötü gerçeklerini öğrenmek; onları küçümsemeden, azımsamadan, gizlemeye çalışmadan ortaya koymak; sonra her çeşit çıkarcı rüzgara, baskı fırtınasına karşı; binlerce yıllık geleneklere, yüzlerce yıllık göreneklere karşı; insanı ezen bilgisizliğe, soysuzlaştıran para gücüne karşı...
Ve umutsuzluğa karşı...
Ve yazgıcılığa karşı...
Bu olumsuz koşullarda bile boyun eğmeyi yadsıyarak özgürlükleri savunmak demektir.
Dünyaya gelen her dört çocuktan üçünün yeteneklerini geliştirmelerine engel olan sosyal adaletsizliği yok etmek; ülkelerin yönetimlerini para gücünün eline bırakan düzenleri değiştirmek; adaletin soysuzlaştırılmasını engellemek; gökten inme sanılan ayrıcalıkları tanımamak; ırkçılığı, yoksulluğu ve sömürüyü ortadan kaldırmak için elinden gelen ne varsa yapmak ilericiliğin kuralıdır. Yerel yenilgilere karşın insanlığın gittikçe daha aydınlık olacağına inanmak; geçici gerilemelerin aldatıcı görüntüsüne kapılmamak ve kişiliğinden ödün vermemek.
İşte ilericilik budur. Çağdaşlık da budur.

Daha 1900 yılında ancak 200 milyon beyaz ırktan insan yeryüzüne egemendi ve kendi içinde hoşgörüyü benimseyen Avrupa'daki demokratik rejimlerin bile sömürgeci kolları yeryüzünü kaplıyordu. Aradan geçen sürede, ilericiliğin yadsınamaz adımları, özgürlük ve bağımsızlığın adını dünyanın en uzak köşelerine değin duyurdu.
Diktacılık hevesleri ve özgürlükleri çiğnemek isteyen bütün eğilimler, bir süre için eylemde güçlü görünseler de geçici olmaları kaçınılmazdır. Tarihin bu çarpıcı güzellikle gelişimini görerek insanlığın özgürlük yörüngesinde kendi yerini saptayabilen kişiye ilerici derler.

Çağımızın insanı, mutluluğa giden yolun bireycilikten geçmediğini ve gezegenimizin en uzak köşesinde bile çağdaş uygarlığa yakışır bir yaşam biçimi geçerli olmadıkça en uygar sayılan toplumlarda huzur sağlanamayacağını bilmektedir.

Kimi değerleri tanımak, bilmek, öğrenmek çoğu zaman bize nasip olmuyor. Çünkü yeryüzündeki iletişim kesik, kopuk, sınırlı, yasaklı, sansürlü, engellidir; dünyayı ancak Batı'nın iletişim organlarından izliyoruz; örümcek ağına benzer bu haberleşme düzeninde bize kimi tanıtıyorlarsa, ona değer verip yüceltiyoruz.

Türkünün özelliği, ayrıcalığı vardır. Bir müzik parçası bestelemek ayrı şey, türkü yakmak ayrı şey.
Türkü bestelenmez; yakılır.
Türkünün yakılması için insanoğlunun yanması gerek. Sen yanmasan; ben yanmasam, o yanmasa, biz yanmasak, nasıl yakılırdı türküler? Seferberlik olmasa, insanlar savaşa sürülmese, Pir Sultanlara darağaçları kurulmasa, Karacaoğlanların gözünü sevdalar bürümese, emekçiler el kapılarında gurbetçilik yapmasa, analar oğullarına, kızlarına yanmasa, nasıl yakılır türküler? Halkın vicdanından yansıyan ve bilincine kazınan olayların tütsüleri insanın genzini yakmasa nasıl yakılır türküler?

Eh, bir bakıma yaşamın sert yasalarını anımsatıyordu Kemal Tahir: "Arkadaş, kimse yiyemeyeceği pilavın önüne oturmasın" diyordu. Ne var ki söyleyiş biçimi karşısındakileri de buruyor, iğneliyordu.

1960'ların sonuna doğru Kemal Tahir'in evi tekkeye dönmüştü. Rahmetli yazar, postunun üstüne bağdaş kurmuş şeyh gibiydi. Artık düşlemlerini tarihsel kuramlara dönüştürmüş; tutarsız ve sisli fikirlerini benimsemeyenlere yaman bir savaş açmıştı. Yalın kılıç kavgaya giriyor, kişileri yerin dibine batırıyor, tarih gerçeklerini işine geldiği gibi tersine çeviriyordu. Değil bilim adamının, romancının da olamayacağı kadar geçmişe karşı kaygısız ve sorumsuzdu.
Kemal Tahir romanlarında önyargılı bir tarih görüşünü işlemiştir. (Roman sanatı açısından yazarın değerini tartışmak bir başka konu.) Bana sorarsanız Kemal Tahir'in tarihsel yaklaşımı özgün de değildir; Osmanlıya (ve Abdülhamitçiliğe) dönük akımların başka biçimde tezgahlanmasıdır.
Ne var ki Kemal Tahir'in bu dönüşümü sağ kanadın pek hoşuna gitmiştir. Yazarı alıp baştacı yapmışlar; tarihsel gerçekleri saptıran yapıtlarını da göklere çıkarmışlardır. Kemal Tahir, sağ kanadın gözünde öylesine "meşrulaşmış" ve benimsenmiştir ki birkaç gün önce televizyonda anılmıştır.

Ne var ki çok partili demokrasinin geçerli olduğu (ve olmadığı) bütün ülkelerde sağ ve sol deyimleri kullanılmaktadır. Bu sözcükler tarihsel yüklemlerle zenginleşmiş, siyasal kavramlar olarak gelişmiştir; üniversitelerin siyaset bilimi kürsülerinde sağ ya da sol deyimleri kullanılmadan bilim yapılamaz. Uzak ya da yakın yabancı ülkelerdeki siyasal gelişmeleri, sağ ve sol akımları ve partileri değerlendirmeden anlayamayız.
Ülkemizde de ancak sağın ve solun bir arada yaşamasıyla çok partili demokrasinin yaşayabileceği algılanmalıdır.
Bir insanın sağcı ya da solcu olmasının iki yanı vardır. Bir işadamı, solcu olabilir. Ama nasıl? Eğer sermaye sahibi solculuğa inanıyorsa, bu onun öznel (subjektif) sorunudur. Ya da bir emekçi sağcı olabilir ki emekçinin toplumsal konumuna ayrı düşen bu inanç, öznellik kapsamına kalır. Eğer bir politikacı ya da parti yöneticisi "ben ne sağcığım ne de solcuyum" diyorsa bu sözler kişisel bilinç düzeyinin ya da inancının göstergesidir.
Ancak sağcılık ya da solculuk, yalnız öznel (sübjektif) bir şey değildir.
Olayın bir de nesnel (objektif) yanı vardır. Sözgelişi bir siyasal partinin solcu mu sağcı mı olduğu, ilkelerinden ve programından anlaşılır. Siyaset bilimcileri partinin ilkelerini, programını, yöneticilerin toplumsal konumlarını, seçmen tabanını inceleyerek örgütün solcu mu, sağcı mı olduğunu saptarlar; siyasal yelpazenin neresine oturduğunu belirlerler.
İsmet Paşa, 1960'ların ikinci yarısında Türkiye'de demokratik bilinç gelişirken demişti ki:
"-Ben kırk yıllık solcuyum."
Herkes şaşmıştı.
Böyle durumlarda önemli kişilerin söylediklerinin de kuşkusuz çok önemi vardır; ama yukarıda belirttiğim gibi öznel bir durumu vurgular. İnönü'nün yarım yüzyıllık siyasal yaşamında sağcı mı, solcu mu olduğu nesnel koşulların yanıtlayacağı bir sorudur.

Ünlü romancı Ernest Hemingway, amansız bir sarılığa yakalandığını anlayınca av tüfekIerinden birini çenesinin altına dayayıp tetiği çekti. Arthur Koestler'in sonu daha karmaşık biçimde noktalandı. Koestler, Londra'daki evinde eşi Cynthia ile birlikte ölü bulundu. Karı-koca "acısız ölüm"ü yeğleyen bir görüşü savunuyorlardı.
Genel kanı, birlikte canlarına kıydıkları yolundaydı.
Ancak Koestler'in iyileşmesi olanaksız durumuna karşın, eşinin hiç bir şeyi yoktu. Bu sağlıklı kadın da sevdiğiyle beraber ölümü göze almış,

Barney Clark ise ne bir Hemingway'di ne de bir Koestler.
Dişçi Clark'ı 112 gün öncesine kadar akrabaları dostları, müşterileri, sütçüsü ve bakkalından gayri kimse tanımıyordu. Sıradan bir diş hekimiydi Clark; bu köşeye konu olmadan öteki dünyaya gidecekti; ne sizleri ilgilendirecekti ne de beni; hepimiz Seattle'daki dişçinin varlığından habersiz kalacaktık. Ne var ki 112 gün önce Utah eyaletindeki Salt Lake Hastanesi'nde Barney'ye dünyada ilk kez yapay kalp takılınca adı tüm dünyada duyuldu. Yeryüzü iletişiminin teleksleri flaş haber olarak olayı veriyorlardı. Barney Clark öylesine ünlenmişti ki yapay kalbi oluşturup hastaya takan doktorların ve uzmanların adları geride kalmıştı. Çoğu kişinin aklında şu soru çengelleniyordu:
- Dişçi Barney Clark niçin böyle bir deneyimi benimsemiş, çileli bir yolculuğa çıkmayı göze almıştı? Artık Dr. Barney, laboratuvar kobayı oluyordu. Her dakikası hekimlerin ve uzmanların denetimi altındaydı. Yaşamak mı denirdi buna? Günleri zaten sayılıydı.
Ve saya saya 112'nci güne gelindi.
Clark gözlerini kapadı.
112 gün daha yaşamak, kimi zaman bir anlam taşır; kimi zaman hiçbir anlam taşımaz. Eğer Barney Clark, yaptığı işin gerçekten bilincindeyse, hayatının en anlamlı günlerini yaşamış, en büyük işlevini görmüş demektir. Çünkü kendisini insanlığın geleceğine bilinçle adayabilen insan, kobay değildir.

"-Türkiye (sömürgeleşme, tehlikesine karşı koyabilmek için Batı usullerini benimseme ihtiyacını 18'inci yüzyıl ortalarından başlayarak duymuştur. Japonya o tarihlerde tam bir ortaçağ kapalılığı içindeydi. Türkiye ise bozulan eski düzeni geri getirmenin olanaksızlığını anlamış, yeni bir düzen kurma çabasına girmişti."
Nasıl bir karanlıktı Japonya'daki düzen?
Avcıoğlu'nun kitabından bir örnek: ülkeyi Şogun'lar yönetiyordu. Bir Şogun'un erkek çocuğu olmuyordu. Niçin? Çünkü Şogun bir köpek öldürmüş, rahiplerin yorumuna göre büyük günah işlemişti. 1687 yılında köpek öldürme yasağı çıkarıldı. Yasak gittikçe yoğunlaştı, köpek öldürmenin cezası idam, hayvanlara kötü davranmanın cezası sürgün ve hapisti. Bu yüzden Samuraylar ata binemiyorlardı. 1692 ve 1708 tarihli emirlerle atların tırnak ve yelelerinin kesilmesi yasaklanmış, yasağa uymayan 25 kişi bir çıplak adaya sürülmüştü.
İşte bugün dünyayı şaşırtan, elektronik aygıtla Batı piyasalarını allak bullak eden Japonya'nın 18'inci yüzyılından birkaç çizgi...
Sözü televizyondaki çekici ve çarpıcı Şogun dizisine getirmek istiyorum. Benim de merakla izlediğim bu ustalık dizi bir Tarzan filminin gergefinde işlenmiş. (Tarzan filmlerinde zencilerin yaşadığı geri bir ülkede iyi ve kötü beyazlar çarpışır.) Japonya ve Japonlar Şogun dizisinde salt dekor niteliğinde kalıyor. Tüm izleyiciler "İngiliz seyir subayı Anjin San ya da Blackthorn"a gönül bağlamışlar. Portekiz ve İspanyol sömürgecileriyle İngiliz ve Hollanda sömürgecilerinin hangisini yeğlersiniz? Karanlık Cizvit papazlarına öfkeleniyoruz, yakışıklı İngilizi ayran budalası gibi izliyoruz, güzel Japon kadınlarına kesiliyoruz, ustalıklı serüven dizisinin mantığında yitip gidiyoruz.
Hep böyle oluyor.
Hindistan'dan başlayarak Güney Asya'daki İngiliz subaylarının "kahramanlıklarını, yiğitliklerini" beyaz perdelerde çok uzun yıllar alkışlamadık mı?
"Aslan Tarzan"lar tüm beğenilerimizi kişiliklerinde topladılar, "yerli halklar", kuru kalabalıklar yarattılar. Oysa ister zenci olsun, ister Hintli, ister Japon, ister Çinli o "yerli halklar" insanlardan oluşuyordu. Onları ancak "Batı efendi" ile ilışki kurabildiği ölçüde insanlaştıran senaryolardan bıkmadık, usanmadık.
Şogun'un bir yanı bu...
Öteki yanı 17 ve 18'inci yüzyıllarda bile Osmanlı toplumundan "geri, karanlık ve barbar" bir Japonya'nın bugünkü üstün endüstri düzeyinde belirginleşiyor. Türkiye'nin bugünkü geri kalmışlığını "geçmişimizdeki barbarlığımız"a bağlamak isteyen Batılı ve yerli aydın fantezisinin kolaycılığını bir yana bırakmalıyız. Geçmişimize yansız bakmayan Batılı tarihçilerin içimizde kompradorluğunu yapmak ayıp şeydir.
Yeryüzü tarihi sınırlar ötesi bir hoşgörünün her halkı ve her insanı kapsayan çağdaş yaklaşımı içinde değerlendirmesini öğrenemeyen kişi geri kafalıdır. Türk köyünün ve köylüsünün de bir romanı olduğunu ancak yazıldığı zaman anlamadık mı?

İnsan, doğacak, yaşayacak, ölecek. Geriye ne kalacak? Kimi ağaç diker, kimi duvar örer, kimi bir şey yapmadan çeker gider. Geçen gün yaman bir marangoz ustasıyla konuşuyorduk; sağlık sorunları açıldı; eliyle göğsünü tuttu:
- Şuralarımda ağrılar var; dedi.
- Sigara içiyor musun?
- İçiyorum.
- İçme. Ustabaşı
- Vız gelir, dedi, ben ölünce dünya bir şey yitirmez. Büyük bir bilgin olsam iş değişirdi.
- Sen, dedim, yaman bir ustasın, üretiyorsun.
Daha kaç yaşındasın? Bu dünyada yaşamaya layık olmayan nice alçak var ki yüz yaşına merdiven dayıyor da bana mısın demiyor.

Sağcı aydın olur mu?
Bu soruyu aydınlatmak için önce "sağcı ne demektir?" sorusuna yanıt vermek gerekir. İsmet Paşa bile ömrünün sonbaharında ne demişti:
- Ben kırk yıllık solcuyum...
Solculuğun karşıtı olan sağcılığı, el altında bulunması gereken bir felsefe ansiklopedisi şöyle yanıtlar;
"SAĞCI, eski olandan, kurulu düzenden yana olandır. Eskiden yana olan siyasal tutumu dile getiren sağcılık, gerici ve tutucu deyimleriyle anlamdaş, solcu deyimiyle karşıt anlamlıdır. Sağcılık hiçbir yenileşmeyi istemeyerek kurulu düzenin olduğu gibi korunmasını savunan ve bu bakımdan evrimsel değişikliği yeğleyen solculuğun karşısında yer alan tutumdur.
Siyasal eğilimleri sağcılık ve solculuk olarak nitelemek 1789 Fransız devrimiyle başlamıştır. Ulusal Meclis'te yeni düşüncelerin savunucuları solda, eski düzenden yana kralcılar sağda oturmuşlardır. Bu olaydan sonra sağ ve sol siyasal alanda terimleşmiştir: Sağcılık; bütün varlıkları durağan, değişmez, sonsuz, kesin ve saltık sayan metafizik dünya görüşünün ürünüdür. Gerçekte sağcılık düşünsel değil, çıkarsal bir tutumdur; egemen sınıfın çıkarlarını savunmakla eşanlamlıdır."
Sağcılığı böylece tanımladıktan sonra, yine felsefe sözlüklerine bakalım; aydın kavramının karşılığında ne yazıyor:
"AYDIN, çağının bilgisiyle tutarlılaşmış kişidir. Klasik felsefede belli bir öğrenimi, bilgisi, görgüsü olana aydın denirdi; ama belli bir öğrenim, bilgi, görgü aydın olmaya yetmez. Aydın olan kişi, çağdaş bilgi düzeyinde düşünceleri ve davranışları tutarlı olandır. Buysa çağdaş ve bilimsel bir dünya görüşüne varmakla gerçekleşebilir. Belli bilgilerde olağanüstü uzmanlaşma bile kişiyi böylesine tutarlılığa ulaştırmaz. Tutarlılık, ancak, çağdaş, bilimsel ve bütünsel bir bilgiyle elde edilmiş bir dünya görüşüyle sağlanabilir."
Demek ki aydın, çağdaş bilimsel dünya görüşünü özümsemiş kişidir. Bunun anlamı açıktır; tutuculuğa, gericiliğe karşıdır. Hem sağcı hem de aydın olmak olası görünmüyor. Bir kimse çok yetenekli bir mühendis, deneyimli bir avukat, yaman bir maliyeci olabilir; çok kitap devirmiş, üniversiteler bitirmiş bulunabilir; ama aydın olamaz. Buna karşılık bir köylünün, işçinin, küçük memurun ya da esnafın çağdaş ve tutarlı dünya görüşünün mantığında aydınlanması ve aydınlaşması olasıdır.
Çağımız dünyasında sağcılık sermayeden, solculuk emekten yana olmak anlamına gelir. Batılı demokrasi, Türkiye'de aydın olmak emekten yana dünya görüşünün tutarlılığı içinde düşünmek anlamına geldiğinden aydınlar sola kayıyorlar. Bu akımı doğal saymak gerekir; çünkü bilimsel yasadır.

Hayatta az çok insan tanımış herkes gevezelerin hep aynı şeyleri yinelediklerini bilir. Ama konuyu temcit pilavı gibi kırk kez sofraya süren geveze, çevresindekilere illallah dedirtir. Adamı susturup iki üç laf söylemek isteyen bir başkası çıktı mı geveze çevresine boş gözlerle bakınarak otuz-kırk saniye sustuktan sonra en küçük aralıktan yararlanarak yine lafa dalar.

Piero Calamenderi'nin şu sözlerini aktarmıştı:
"-Hukuk, kimse tarafından saldırıya uğramadığı ve bulandırılmadığı sürece, soluk aldığımız hava gibi, görünmez ve tutulmaz bir biçimde yöremizi kaplar. O, ancak yitirdiğimiz zaman değerini anladığımız, sağlık gibi sezilmez bir şeydir."
Ben bu sözlerin yalnız hukuk için geçerli olmadığına ve yaşamın çok değişik kesimlerinde kurallaştığına inanıyorum.
Kimi insan vardır, tüy gibi hafiftir; ağırlığını duymazsınız; yaşayıp yaşamadığını bile unutursunuz. Çünkü bu tipler sorun yaratmazlar, iş üretirler.
Bu türden kimselerin değerleri, ancak yitirildikleri zaman ortaya çıkar.

Kimi sanatçı sanatının cılızlığına karşın sürekli tepinme içindedir. Yapıtlarıyla değil kişiliğiyle olaylar yaratarak çevresindeki ilgileri canlı tutmaya çabalar. Yaşamının gerilimlerini sanatçılığın kanıtları sayar. Ama ruhundaki gerilimlere karşın pörsümüş ürünler verdiği için dengeyi bir türlü tutturamaz.
Kimi sanatçı da sağlam kişiliğinin tutarlı ürünlerini verdikçe dengelenir, bilgeleşir.

Okulların tarih kitaplarında bitmez tükenmez savaşların öyküleri öğrencilere belletilir. Önce mızrakla, kılıçla, kalkanla; sonra topla, tüfekle, tankla insanlar durmadan savaşmışlardır. Kimi zaman bu savaşlar soykırıma dönüşmüştür. Tarihin ilkçağlarında dağlar gibi kelle yığan zalimler görürüz; uygar Avrupalı Amerika'ya ayak bastıktan sonra bu büyük kara parçasında yaşayan soyları yok etmiştir.
İnsanın insanla kavgası bugüne dek durmamıştır.
Ancak insanın doğayla savaşımı da tarihin ilkçağlarından bu yana kesintisiz sürmüştür.
Okullarda işin bu yanına yeterince önem verilmez; bilim tarihinin "insanın doğaya karşı savaşımı" içeriğini taşıdığı gereğince anlatılmaz; insanlığın en onurlu yanını bu savaşımın oluşturduğu vurgulanmaz.
İnsanın kendini doğaya karşı savunması ya da doğaya egemen olma çabası yolunda verdiği uğraş, uygarlığımızın ta kendisini oluşturur.
Düşünme zamanıdır:
İngiltere'de, Amerika'da çoktan önüne geçilen bir hastalık Anadolu'da çoluğu çocuğu niçin kırıp geçirebiliyor? Almanya'da, Fransa'da maden ocaklarındaki ölümler neden bizimkilerden çok daha az? Niçin Japonya'da can alamayacak güçte bir deprem Erzurum yörelerinde yüzlerce kişiyi öldürüyor?
Ölenlere ağıt yakmasını iyi biliriz biz; ama böyle soruları gündeme getirenlere de öfkeleniriz.
Ne var ki böyle sorular sorula sorula yaygınlaşır, yanıtları aranmaya başlanır.

Açılsın kapılar, yıkılsın gümrük duvarları, ithalatçı alsın özgürlük bayrağını eline, yürüsün parayı vura vura iş dünyasında... Tüccar assın dövizlerini gökdelenin burçlarına boydan boya...
Bırak vatandaş geçsin...
Bırak vatandaş yapsın.
Halk seyretsin.
Aç kapıları...
Aç şişeleri...
Aç...
Ne dedin? Aç mı dedin? Kim aç lan?
Sarhoş musun sen lan? Aç dedikse gümrük kapılarını aç dedik...
Ağzını aç demedik...
Mahpushane kapılarını aç demedik, gözünü aç demedik; şişeyi aç dedik.
Açacağın şişeyi, açacağın paketi, açacağın kapıyı, açacağın lafı bilsene lan...
Liberal ol lan...

- Durun be! Bu rezalet nedir? Rahmetli Başbakan Refik Saydam doğru söylemiş: A'dan Z'ye kadar bu ülkede her şey bozuk…

Galileo; şakacı, afacan, tensever, boğazına düşkün bir kişiydi. Tatlı ve güvenceli yaşamını 1632'ye değin sürdürdü. Ölümüne on yıl kala bağışlanması zor bir suç işledi; zamanın egemenlerini tedirgin etti; sapık fikirleri savunan "Galileo'nun Diyalogları" adlı bir kitap yazdı.
Ne diyordu bu adam:
- Dünya evrenin merkezi değildir; gezegenimiz güneşin çevresinde döner.
O dönemde toprak sahipliğine dayanan soyluların egemenliği siyasal iktidarı oluşturuyor, kilisenin ideolojisi geçerli bulunuyordu. Galileo, ideolojik bir suç işlemiş; otoriteye karşı çıkmıştı. Çünkü papazların kilisede halka öğrettiklerinin tersine bir fikir ortaya sürülemezdi. Sanık Engizisyon mahkemesine çıkarıldı.
Yargıç kürsüsünde oturanlar dediler ki:
- Sakıncalı ve sapık fikirlerinden vazgeçersen seni bağışlarız; yoksa cezalandırılacaksın.
Galileo zoru görünce döndü.
O sırada sokaktaki veya tarladaki adam kiliseyle bütünleşmişti. Galilei'nin kitabını kim okurdu? Bilim kimin umurundaydı? Zavallı Galileo'yu halk savunur muydu?
Aydın bilim adamı, halktan kopuktu.

Galileo Galilei'yi kimse kınayamaz; bir seçim yapmıştır;
"Dünya güneşin çevresinde dönüyor" dediği için
halktan kopmuştu, savından vazgeçince halkla bütünleşmiştir.
Bu gibi olaylar her çağda, her dönemde görülebilir. Günümüzde dünyanın çoğu yerinde ve Türkiye'de de yaşanıyor.
Ama olayın özü nedir?
Aydınların halktan kopukluğu, ya da halkla bütünleşmesi tarihin gelgitlerinde açılıp kapanan makas gibidir. Voltaireler, Diderotlar, Jean Jacques Rousseaular yaşadıkları dönemde halktan kopuktular.
Halktan kopuk olmak ya da halkla bütünleşmek tarihsel zamanın mantığında düşünülmesi gereken bir olaydır.

Türk halkı nasıl bir halk?
Yeryüzündeki bütün halklar gibi geçmişten geleceğe doğru değer yargıları değişen bir halk; dün "padişahım çok yaşa" diye bağırıyordu, bugün "yaşasın cumhuriyet" diye bağırıyor; dün dünyanın öküzün boynuzunda durduğuna inanıyordu, bugün Galileo Galilei gibi düşünüyor.
0 Responses