Murat Çetin
Devrim de İki kişilik ilişkilerde başlar!

"Balkonlarınız çok yüksek sizin baş döndürüyor. Dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor."
Birhan Keskin

Bir soru'n olmalı mutlaka. O soruyu sormalısın, kimsenin anlamadığı bir dilde konuşan ve hep aynı cümleyi tekrar eden bir derviş gibi döne döne aynı soruyu sormalısın. Cevap, başlangıçta tahmin ettiğinden ne kadar uzakta ise gerçeğe o kadar yakındır. Sarsılmamışsan, soru'nu kaybetmekten korkmuşsan, hiçbir yere gitmemişsindir aslında.

Düzenin bozulmak. Evden çıkmak budur aslında. Yolculuk, bir düşmek ve kalkmak meselesidir. Eve yaralarla dönülmüyorsa biç gidilmemiştir...
Sadece uzaklardan gelenler bilirler evlerinin kokusunu. Yollara, evlerimizi anlamak için çıkılır. Fakat yolda bulduğun cevaplar eve geldiğinde, yakalanmış kelebeğin renklerinin sönmesi gibi parça parça dağılır. Yola ait cümleler, yazıktır ki hep yolda kalır. Onlar, yolun cevaplarıdır. Döndüğünde anlatacağın hep biraz renksiz bir hikâyedir. Cevaplar, suyun altında çok renkli görünen ama sudan çıkarıp kuruduğunda renkleri sönen çakıl taşları gibidir. Bu, sana böyle gelir. Oysa yeni çocukların yerli yollara çıkması için o çakıl taşlarım getirmek, sözün büyülü suyuyla yemden ıslatmak, renklerini yeniden canlandırmak gerekir.'

İnsan nasıl sevmeli ülkesini?

Düğünlerde sıkılan kurşunlarla çocuklar öldüğünde mesela... Bir grup insan toplanıp üçbeş genci düşüncelerini açıkladıkları için linç etmeye kalktığında...

Gecekondu yıkımlarında yoksul bir adam, çocuğunu pencereden tek kolundan sarkıttığında...Yalınayak gezen çocukları hastayken, kapıcı gidip kendine son model bir cep telefonu aldığında...
Kızlarını sokağa çıktığı için kafasına kurşun sıkarak öldüren babalar, erkek kardeşler, taşra şehirlerinin hemen dışındaki otellerde başkalarının kızlarıyla para verip seviştiğinde...
Bir öğretmen öğrencisini döverek Öldürdüğünde...
Bilmedikleri bir dilde ezberledikleri dualarla adamlar, yaktıklarında çocukları...
Askerler, cezaevlerinde açlık grevi yapan kendi yaşlarındaki gençleri yakmaya, yıkmaya gönderildiklerinde ve yanık kızlar kameralara bağırdığında ertesi gün kimsenin sesi çıkmadığında...
Kadınlar sokaklarda sezonu açılmış av hayvanları gibi ürkek yürüdüklerinde, tecavüze uğradıklarında, katledildiklerinde...
Entelektüel görünümlü bir çift şehrin en havalı cafe'sinde kahvaltı ederken küçücük çocuklarını pataklayıp sonra kahvaltıya sessizce devanı ettiğinde...
Uzak Anadolu şehirlerinde, bir tüccar daha fazla para kazanacak diye çürük yapılıp depremde yıkılan yatılı okullarda çocuklar bir gecede onlarca sayıyla öldüğünde...
Bir cümleyi doğru kurmaktan aciz olacak kadar dilini bilmeyen cahiller söylediğiniz sözlerden dolayı sizi vatan haini olmakla suçlayıp ardından ölüm tehditleri savurduğunda...
İnsan nasıl sevmeli ülkesini, o ülkeyi sevmek zorlaştığında?..

Kederli bir mecburiyettir bir insanın ülkesini sevmesi. Belki bunca haksızlık edilmiş bir halka, "Bir de ben haksızlık etmeyeyim," diyedir. Ya da çok dayak yediği için arsızlaşmış, hissizleşmiş bir çocuğa duyduğumuz merhametle seviyoruz bu ülkeyi.

Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış insanlar zenginliğe saldırmazlar! İnsanlar yeterince haksızlığa uğradığında, yeterince dövüldüğünde çocuklar, insanlığa saldırırlar. Acı, adaletsizlik ve vicdansızlıkla yeterince hırpalandığında kendi kendini imha etlen bir organizmadır insanlık. Bu yüzden yoksulluğun öfkesi dövmeye başlamadan insanlığı, biz "okumuş çocuklar" onlara yeni cümleler vermeyi dert edinmeliyiz.

Bu ülkenin derhal ve hızla sevilmeye ihtiyacı var. Bu halkın, derhal ve hızla kendi kendini sevmesi, kendini bilmesi gerekir. Çünkü bu ülke, evde bulgur kaynatırken dolar kuru kovalayan adamlardan, televizyonda yaratılan mafya tiplerine benzemeye çalışan genç çocuklardan, işyerlerinde, koydukları seccadelerle vicdanlı olduğunu gösterip kurnaz tüccarlık yapan "Müslüman işadamlarından''', ülkesini sevdiğini söyleyip genç çocukların üzerine çullanan milliyetçilerden, kadınlarını çok sevdiğini söyleyip öldüren adamlardan ibaret değildir. Bütün bu boz bulanık kalabalık içinde bir şeyin uykuya yatmış olması, uyandırılmayı bekliyor olması gerekir.

Sadece uzaklardan gelenler bilirler evlerinin kokusunu. Yollara belki de evlerimizin gizini ve evlerdeki hallerimizi anlayabilmek için çıkılır.

Sorularını değiştirmiyorsa yol, yol değildir aslında. Benim de sorularımı değiştirdi çıktığım yol.

Çünkü bu ülkede bir isyan olamayacağına, bir isyanın örgütlenemeyeceğine, Türkiye'de yoksulluğun insanları yeni bir hayat icat etmeye, kurmaya yöneltmeyeceğine inanıyorken gittim oraya. Fakat sonra yola çıkarken sorduğum soru, "Onlar nasıl yapmış?"tan, "Biz nasıl yapabiliriz?"e dönüştü.

Zarif İspanyolcası ile anlattığı onca şeyden sonra, "Peki yoksullar için bütün bu yaptıklarınız suç oranını düşürdü mü?" diye soruyorum. Yüzbaşı Rangel, sert mizacında alaycı bir parantez gibi duran ince dudaklarının bir ucunu yukarı doğru kıvırıyor:
"Bakın sinyorita, biz bu ülkede sizin bu soruyu sormanıza neden olan düşünce sistemini değiştirmeye çalışıyoruz. Biz, dünyanın geri kalanı gibi insanları masumlar ve suçlular diye ikiye ayırmıyoruz. Washington'dan, IMF'den söz ediyorsunuz... Bizim bunlara öfkelenmeye vaktimiz yok. Biz burada devrim yapıyoruz Sinyorita!"

Devlet petrol tekeli konumundaki Petrole as de Venezuela'da (PDVSA) sosyal fonların dağıtılmasından sorumlu. Dünyanın beşinci büyük petrol rezervine sahip Venezüella'da ülke kaynaklarından, zenginlerin ve uluslararası şirketlerin değil de yoksulların yararlanması bir devlet politikası olarak uygulanmaya başladığından beri ülkenin en kritik koltuklarından birinde oturuyor. Şöyle demeli: Yüzbaşı Rangcl, devrimi besleyen damarların başında duruyor. Kendisi de çok yoksul bir ailenin çocuğu. Bu yüzden, kendi mesafeli, nezaketli üslubunun dışına çıkıp bir ara, "Ne kadar para aktardığımızı fazla merak ediyorsunuz. Herkes bunu merak ediyor. Ben de şunu merak ediyorum, bunca yıldır yolsuzluklarla her yıl eriyip giden 40 milyar doların nereye gittiğini kimse niye hiç merak etmiyordu?"
Sorusunun cevapsız olduğunu bildiği için küçük bir ara verip devam ediyor:
"Evet çok para veriyoruz. Çok! Çünkü öyle gerekiyor. Çünkü yıllardır bu insanlar bu ülkenin kaynaklarından hiç yararlanamadıkları için şimdi biraz daha fazla almaları gerekiyor. Ben o yoksul mahallelerde doğdum ve yıllarca sıranın o insanlara gelmesini bekledim sinyorita. Ve evet, bu kez sıra bizde!"

Yüzbaşı Romel Rangel, konuşmamız boyunca ben ne zaman "Chavez" diye söze başlasam düzeltiyor:
"Başkan Chavez!"
Bundan hiç bıkmıyor, ben kaç kere "Chavez" diyorsam o da o kadar kez "Başkan Chavez" diye tekrar ediyor, üzerine basa basa. Liderine tapan bir adamın iktidara biat etme gösterisi değil bu. İlerleyen sayfalarda göreceğiniz üzere, yoksulları savunan "Başkan Chavez"in ülkenin zenginleri, uluslararası finans kuruluşları ve ABD tarafından hâlâ meşru sayılmaması Chavez'in şahsında devrimi savunanların içerlemesine neden oluyor. Siz sadece "Chavez" dediğinizde bu, sizin yaşanan devrime karşı olduğunuz, devrimin meşruiyetini tanımadığınız anlamına geliyor. Bu gayri meşruluk şüphesine onlar her seferinde Chavez’in başkan olduğunu tekrar ederek cevap vermeye çalışıyor. Chavez'in"Başkan Chavez'' olarak düzeltilmesi gibi ne zaman, "ülkenin yaşadığı değişim" diye başlasam söze, yine özel bir vurguyla belirtiliyor:
"Değişim değil sinyorita, devrim!''
Bu sözcükler için çok can verildiği, çok acı çekildiği için, ama en önemlisi, kullanılan kavramlar bu ülkede ayrım çizgileri giderek keskinleşen taraflardan hangisine ait olduğunuzu gösterdiği için Yüzbaşı Rangel, tıpkı devrimin diğer öncüleri ve destekçileri gibi sözcüklere şaşırtıcı düzeyde ihtimam gösteriyor.

Nucleo, topluluğun nüfusu ile aktive edilen potansiyelinin kesiştiği noktada doğuyor. Aktive edilen potansiyel genişledikçe Nucleo'lar da büyüyor:

"Yoksul halk, yirmi beş yaşma gelen ve hâlâ ebeveynleriyle yaşayan bir gence benziyor. Bu gencin artık hayatıyla ilgili e yapmak istediğine karar vermesi gerekiyor. Buna karar vermesi, ne yapmak istediğini anlayabilmesi için ona vardım etmelisiniz. Biz devlet olarak bu tür bir 'babalık' yapıyoruz."
Yüzbaşı Rangel, yoksul halkın "yetişkinliğe" nasıl adım attığını anlatıyor:
"Yoksul halk, kendini kooperatifler olarak örgütleyerek yaptıkları ve yapabilecekleri üzerinde denetim sahibi oluyor. Problemlerini ve amaçlarını kendileri tayin ediyor. Bütün bunları yaparken önemli olan, hiçbir hükümetin sorumluluğunu almadığı, hiç sahiplenilmeyen bn yoksul bölgelere, barrio'lara girip onların kendilerine inanmalarını sağlamaktı. Bu süreçte kimseyi dışarıda bırakmıyoruz. Suçlu masum ayrımını sormuştunuz. Belki sizin aradığınız göstergeler bizim size verdiklerimiz değil. Ama henüz bu göstergelerle uğraşacak vaktimiz yok. Biz sadece gerçek katılımın göstergeleriyle uğraşıyoruz. Gerçek katılım için de barrio'larda yaşayan insanları suçlu ve masum olarak ayırmamanız gerekiyor."

"Zenginler, yıllar boyunca sosyal çalışmalar hakkında herhangi bir fikre sahip değillerdi. Şimdi, biz yaptıklarımızı anlattığımız için bir fikirleri var ve petrol gelirinden aldıkları dev paylarının bu sosyal çalışmalar nedeniyle azalmasından çok rahatsızlar."

Barrio, İspanyolca "mahalle" demek. Ancak Caracas'ta "barrio" denince aklınıza gelmesi gereken yer, şehrin herhangi bir mahallesi değil. Barrio, Venezüella'da ve özellikle başkent Caracas'ta şehirlerin etrafını saran yüksek tepelerde birikmiş, kiremit renkli, binlerce küçük kulübenin oluşturduğu dev gettolara, varoşlara deniyor.

Barrio'lar, son derece ironik biçimde şehrin Batı yakasında yer alıyorlar. Şehrin Doğu yakası zenginlere ait. Bu da Venezüella halkının Chavez ile birlikte yaptığı devrimi, zaferle sonuçlanan bir "Batı Yakası Hikâyesi"ne dönüştürüyor.

Latin Amerika'daki hemen hemen bütün büyük kentlerin etrafında yaygın olan gettolar, kendi içlerinde kurdukları, acımasız, hukuksuz, çetelerle dolu hayatla ünlüdür. Venezüella İçin de bu geçerli. Barrio'lar, orta sınıf bir Caracaslı için "korkunç", üst sınıf için zaten hiç bilinmeyen, yakınından bile geçilmeyen yerler. Bu yüzden barrio'lar sadece bir yerleşim alanını değil aynı zamanda toplumsal sınıflar arasındaki keskin ayrımı ve giderek uzaklığı temsil eden bir yapılaşma. Öyle kî birçok Caracaslının neredeyse aynı sözcüklerle söylediği üzere, barrio'larda yaşayanlarla Caracas'ın zenginleri ömürleri boyunca birbirlerini hiç görmeden yaşayabilirler. Barrio'larla şehrin orta ve üst sınıfının birbirine ne kadar yakın olduğunu gördüğünüzde bu cümle daha da çarpıcı olabilir. Kimi noktalarda neredeyse sadece bir duvar ya da bir sokakla birbirinden ayrılan barrio'larla zengin mahallelerinin birbirine bu kadar yakın ve aynı anda bu kadar uzak olabilmeleri size inanılmaz gelebilir. Tepeler yoksulların, tepelerle çevrili bir çanağa benzeyen Caracas'ın merkezindeki dev gökdelenler, zenginlerindir. Bir şehrin fotoğrafının bu denli net ve keskin bir biçimde ikiye bölündüğünü başka çok az yerde görebilirsiniz. Bir de bütün Latin Amerika'nın en büyük, birinci, ikinci ve üçüncü alışveriş merkezlerinin bu şehirde bulunduğunu bilirseniz paylaşılmayan ne çok zenginlik olduğunu daha iyi anlayabilirsiniz. Birazdan, Fabricio Ojeda isimli nucle o'ya giderken yanından geçeceğimiz o alışveriş merkezlerinin, tıpkı barrio'lar gibi bir toplumsal kimlikle ilgili olduğunu, giderek net birer göstergeye, hatla bir toplumsal sınıfın emniyetli kalelerine dönüştüğünü göreceksiniz.

PDVSA' nın yönetim binasından çıkalım. Burası şehrin Doğu yakası, yani üst sınıfın yaşadığı bölge. Bu yüzden bütün binalar yüksek, metal parmaklıklarla çevrili. Orası tamam da, parmaklıkların üzerine sarılmış, parlak dikenli teller ne peki? Onlar sadece dikenli tel değil, elektrik verilmiş dikenli tel. İlk gördüğünüzde psikopat, güvenlik manyağı bir apartman yöneticisinin ibibik bir icadı sanabilirsiniz. Ama sokak boyunca yürüdüğünüzde göreceksiniz ki bu, bir tek delinin işi değil. Bütün apartmanlarda, hatta bazen ayrıca tek tek apartman katlarında bile bu dikenli tellerden var. Caracaslı üst ve üst orta sınıf mensupları, son on beş yıldır yaşadıkları yerleri böyle koruyorlar. Bu yüzden bu kadar tropik bir İklimde, taşlardan bile ağaç fışkıran böyle bir bitki örtüsünde hiç kuş sesi duymuyorsunuz. Çünkü Caracaslı apartman sakinleri evlerini hırsızlığa karşı korurken şehirdeki bütün kuşları elektrik verilmiş tellerle öldürmüşler…

Venezüella'da farklı olan şu ki diğer bütün Latin Amerika ülkelerinde bu duvar yazıları şehirlerdeki muhalefetin sesi olurken Caracas'ın bütün duvarları Chavez'i, mevcut hükümeti destekleyen sloganlarla, resimlerle dolu:

Yazılar, dünyanın başka yerlerindeki duvar yazılan gibi değil, düzenli ve nizami! Belli kî bu yazıları yazanlar, iktidarla aynı şeyi düşündükleri için yakalanacaklarından, durdurulacaklarından hiç korkmadan, özene bezene, ihtimamla yazmışlar.

Bu arada, arabalara kırmızı ışık yandığında, ışıkların yanında bekleyen çocukların koşturup ellerindeki toplan, lobutları havalara atarak yaptıkları jonglörlük numaralarını kaçırmayalım. Her kırmızı ışıkta göreceğiniz bu çocukların giderek yaşlarının küçülmesine, onlar yaklaştığı anda arabaların pencerelerinin hızla kapanmasına tanıdık bir kederle bakıp…

içeriden, alışveriş merkezinin tam ortasındaki alandan bangır bangır bir pop müzik sesi geliyor. Çünkü alışveriş merkezinin müdavimleri şu anda içeride kickbox'la karışık bir dansı öğrenmek, yani yeni bir kültürfizİk modasını takip etmek için ders alıyor. Yüz kişilik bir grup, tayflarını geçirmiş müzikle uyum içinde havalara tekmeler, yumruklar savuruyorlar. Muhtemelen sabahtan beri buradalar ve akşama kadar da kalacaklar. Çünkü onlar Chavez geldiğinden beri sokakları pek emniyetli bulmuyorlar. Tepelerden inen ve artık şehir merkezinde yaşamaya başlayan barrio halkı ile yan yana vakit geçirmek İstemiyorlar pek. Alışveriş merkezleri şehirdeki üst ve üstorta sınıfın kaleleri gibi. Sadece alışveriş etmek için değil, yemek yemek, eğlenmek gibi tüm sosyal etkinliklerini buralarda gerçekleştiriyorlar.

Ama taksi tutmadan önce bîr şeye karar vermeliyiz:
Biz hangi toplumsal sınıfa aitiz?
Caracas'ta üç tür taksi var. Birincisi havalandırmalı, camları siyah, lüks sayılabilecek taksiler. İkincisi orta halli arabalar. Ve üçüncüsü, bizim birazdan binecek olduğumuz berbat, eski model Amerikan arabalarının tanınmaz hale geldikten sonraki hali olan taksiler. Bazen kapılarını kaldırıp yerine koymanızı gerektirecek kadar eski arabalardan söz ediyorum. Ama yolculuk barrio'nun içine ise mecburen bu eski, horultulu taksiler...

Ve beraber çalışacağımız kurduğu o cümleyle kesinleşti:
"Bu soruların cevapları çok uzun!"
Türkiye'ye, mesela Danimarka'dan birinin gelip size türban meselesini, Kürt sorununu ya da Ermeni meselesini sorduğunu düşünün. Eğer tek cümlelik bir cevabınız varsa mutlaka taraflardan birini tutuyorsunuzdur ve soruyu soranı bîr şeye inandırmaya, İkna etmeye çalışıyorsunuzdur. Oysa içiniz titremeli halkınıza ve ülkenizin uzun, karmaşık tarihine haksızlık etme ihtimaliyle.

"Bu ülkeyi gerçekten anlamaya çalıştığın için sana teşekkür ederim!"
Böyle bir cümleyi, ancak haksızlığa uğramış halkların çocukları söyler, değil mi? Ve bunu en çok bizim gibiler anlar. Öyle değil mi?

Caracas'taki zenginlerin ve diğer tuzu kuru kesimin niye özel güvenlikli alışveriş merkezlerinde yaşadığını, evlerinin etrafını, şehrin tüm kuşlarını öldürmek pahasına niye elektrik verilmiş dikenli tellerle çevirdiklerini ve bu ülkede yoksullarla yoksul olmayanlar arasında neden bu kadar keskin bir çizgi ve öfke olduğunu anlamak İçin yakın tarihteki o günü akılda tutmak gerekiyor. Chavez'in bugün Venezüella'ya ne İfade ettiğini, yoksulları, toplumun diğer kesimleriyle biraz olsun eşitlemeye çalışan bu adamdan zenginlerin niye bu kadar çok nefret ettiğini kavrayabilmek için biraz geriye, 27 Şubat 1989'a dönmek gerekiyor. Ama 27 Şubat 1989 günü olanların anlamını çözmek için de yakın tarihin üzerinden çok kısaca geçmek gerekiyor.

1700'lerin ortalarında başlayan bölgedeki İspanyol sömürgesine karşı ilk isyan girişimleri Venezüella için 1810'da sonuç verir ve ülkedeki yurtseverler bağımsızlıklarını ilan ederler. 1830'da Venezüella, Büyük Kolombiya'dan ayrılır ve başkenti Caracas olan bağımsız bir cumhuriyet haline gelir. 1800'lerin sonunda ülke, yabancı yatırımlara açılırken altyapı modernizasyonu için adımlar atılır, tarım ve eğitim politikalarına öncelik verilir. Emperyalist dünyayla yapılan ticari anlaşmalar ülkeyi ağır bir borç yükü altında bırakınca 1902'de Venezüella'nın limanları İngiliz, İtalyan ve Alman savaş gemileri tarafından ablukaya alınır. 1908'de Diktatör Juan Vincente Gomez iktidarıyla başlayan ve 1935'e kadar süren dönemde petrol mucizesi ülkenin kaderini değiştirir, ülke dünyanın en büyük ihracatçısı konumuna gelir. Bütün ekonominin petrol üzerine kurulduğu, petrol zenginliği sebebiyle neredeyse bütün gıda gereksiniminin İthalata bağımlı kılınmaya başlandığı dönem de budur. 1947'de ilk demokratik seçimler yapılır; ama iktidara gelen ilk devlet başkanı Romulo Gallegos sekiz ay içinde Marcos Perez Jimenez önderliğindeki bir askeri darbeyle koltuğundan İndirilir. Jimenez, ABD'nin desteğini almaktadır. 1958'e dek süren diktatörlük Amiral Wolfgang Larrazabal'ın hükümeti devirmesi ve demokratik başkanlık seçimini sol eğilimli Demokratik Eylem Partisi (AD) kazanmasıyla son bulur. Artık devlet başkam Romulo Betancourt'dur.

Venezüella'da sonraki yıllarda sol partilerin yoksul kesimlere yönelik politika üretememesinin ve sol parti siyasetinin ülkedeki muhalif dinamiklere uzak kalmasının sebebi 1960'lara dayanır. Devrimci sol hareket, AD'den ayrılarak hükümet karşıtı bir siyaseti örgütler. 1960'lardan 1990'ların sonuna kadar sol muhalefet seçimlerde temsil edilmez. Zira solun liderleri destekçilerine oy kullanmama, seçimlere katılmama çağrısı yapmıştır. Bu çağrı, yıllar boyunca barrio'lara hiçbir parti siyasetinin girmemesine sebep olur. Yoksullar ve muhalif kesimler tamamen partinin dışına çıkmış, çıkarılmıştır.

1964'de Venezüella'da ilk defa bir sivil başkan koltuğunu bir başka sivile devreder. Bileşenlerindeki sol dinamiği kaybetmesine rağmen kendisini hâlâ sol bir parti olarak tarif eden AD, hükümet olur. 70'ler, petrol fiyatlarındaki patlama ve Venezüella para birimi Bolivar'ın ABD Doları karşısında değer kazanması nedeniyle ülke için refah yıllarıdır. Ancak 1983'ün başından itibaren yol yokuş aşağı inmeye başlar. Ülke ekonomisi nicedir petrol fiyatlarındaki oynamaya bağlıdır ve petrol fiyatlarının düşmesi ekonomik krizi başlatır. 70'ler boyunca gelir adaletsizliğinin etkilerini azaltan sosyal harcamalar, 80Fferin ortasına gelindiğinde neredeyse tamamen kesilmiştir. Sosyal devlet ortadan kalkmıştır. Yoksulların daha da yoksullaştığı, neredeyse toplumsal politikaların dışında bırakıldığı 80'lerin başında Venezüella o sinir bozucu sözcükle tanışır: IMF paketi!

Venezüella, 1980'lerin başından beri, Türkiye'nin de çok yakından tanıdığı, IMF'nin "kemer sıkma politikalarına" maruz kalmış bir ülke. Bu politikalar nedeniyle gidilen sosyal kesintilerin, büyüyen gelir adaletsizliğinin yol açtığı sıkıntı ve yoksullaşmanın neyle tedavi edildiğini bilirsiniz: Yeni IMF paketleriyle! Yoksulluğun ve gelir adaletsizliğinin artık dayanılamayacak boyutlara ulaştığı 80'lerin sonunda Devlet Başkanı Carlos Andres Perez de kendi hükümetinin ikinci dönemini yaşarken (19891993) bu sert neoliberal politikaları uygulamaya başlar. Üstelik seçim kampanyaları sırasında IMF paketlerini uygulamayacağına söz vermesine, oylarının büyük çoğunluğunu bu söze İnanan kesimlerden almasına rağmen. Perez, Türkiye'deki gibi "IMF paketi" olarak adlandırılan bu politikaları hükümete gelir gelmez yürürlüğe koyar. Paket, devlet işletmelerinin özelleştirilmesini, zenginler için vergi indirimini, devletin sosyal işlevinin azaltılmasını ve devletin ekonomik rolünün önemsizleştirilmesini içermektedir.80'lerin başından beri nefesini tutan, karnını içine çeken yoksul halk, bu yeni paketin de gelişiyle patlar.
Protesto ve gösteriler Caracas'ın yakınlarında Guarena Kasabası'nda 27 Şubat 1989 günü başlar. Çok geçmeden Caracas'a ulaşan gösteriler çevre şehirleri de ele geçirir. Aynı günün ikindisine gelindiğinde bütün şehirde dükkânlar gösteriler yüzünden kapanmış, tutulan yollar şehir İçi ulaşımı durdurmuştur. İlerleyen günlerde medya sadece zarar verilmiş dükkânları gösterir ve ekranlarda, gazetelerde nasıl olup da Venezüella'da bu kadar "vahşice" şeyler olabildiği tartışılmaktadır. Bu haberlerin de desteğiyle hükümet Caracas'ta olağanüstü hal ilan eder ve gösterileri ülke tarihinde daha önce görülmemiş bir merhametsizlikle bastırır. Göstericilerden kimileri kendilerini bu şiddetli bastırma operasyonuna karşı silahlarla korur. Ama sivillerin kurşunlarıyla ölen asker ve polis sayısı, polis kurşunuyla Ölen sivillere yaklaşmaz bile: Çoğunluğu yoksul mahallelerde olmak üzere öldürülen sivillerin sayısı 2000'dir!

Hükümet aynı gün anayasal hakları sınırlar. Birkaç hafta boyunca şehir kaosa yenik düşer, yiyecek sıkıntısı yaşanır, sokaklarda panzerler gezmeye başlar. Yiyecek dükkânları yağmalanır. Caddelerin ortasında kasap dükkânlarından çıkarılan hayvan gövdelerinin parçalanarak dağıtılması görüntüleri Venezüella'nın belleğine açlığın vahşeti olarak kazınacak, ülke o güne kadar görmemeyi tercih ettiği yoksullarla bu toplumsal patlama sonucu tanışacaktır. Bütün bunların olduğu 27 Şubat 1989 günü Venezüella tarihine "Caracazo" olarak geçer. Yani "Caracas Patlaması"!

Chavez ve destekçileri 1989'd "patlayan" o insanları, daha düzenli bir biçimde şehri ve toplums< hayatı ele geçirmek üzere örgütlerken, üst ve üstorta sınıfın korkuları tetikleniyordu. Bu korku hâlâ devam ediyor. Bugün Caracas'ta Doğu yakasında oturan zenginlerin alışveriş merkezlerinde çıkmaması bu yüzden. O alışveriş merkezlerinde barrio'lardaki yoksullar tarafından yağmalanma korkusu hâlâ sürüyor. Yoksullar i; aynı gün polis kurşunuyla öldürülen tanıdıklarının, arkadaşlarını hatıraları hâlâ taze olduğu İçin bir gün toplu bir kıyıma uğrayacaklarını veya Chavez'İn suikaste kurban gideceğinden korkuyor. Chavez taraftarları ABD'nin ülkenin üst sınıfıyla işbirliği yapıp bir da be tezgâhlamasından, abartmadan söylüyorum, her an korkuyor.

"Artık istediğini yapabilirsin. Nucleo'ya geldik!"
Nucleo çıkışında, bu resimli duvar bittiğinde, yine güvenliksiz bölgeye giriyoruz.
Duvarlardaki resimler iyi bir yere doğru gittiğimizin habercisiydi zaten. Zincirlerini kıran Kızılderili tasvirleri, Bolivar’ın portreleri, "Yaşasın Sosyalizm!" sloganları, sosyal kampanyalara dair cümleler bize Nucleo'ya kadar refakat ediyordu…

İki yüz kadar kadın, içlerinden birinin yaptığı bir konuşmayı dinliyor. Bir adam mikrofonu eline almış şunları söylüyor:
"Burada patron yok. Ustabaşmız yok. Bu yüzden kendi sorumluluğunuzu yerine getirmek için birinin gelip sizi uyarmasını beklemeyin. Çünkü burada kimse size emir vermeyecek. Burada yaptıklarınızın gelirini eşit olarak bölüşeceksiniz. O yüzden eşit emek harcamalısınız."

"Bir yıl kadar önce duydum kooperatifleri. Chavez o zaman insanlara örgütlenmeleri gerektiğini, yoksulların ancak kooperatiflerde örgütlenirlerse hayatta kalabileceklerini, kooperatiflerde örgütlenirsek sağlık, ucuz gıda, eğitim alanındaki diğer misyonlardan da yararlanabileceğimizi anlatıyordu. Biz bu mahallede bu fabrikayı kurduk kooperatif olarak. Daha önce tekstil sektöründe çalışanlar olduğu için, bu fabrika iflas ettiğinde onlar da işsiz kaldığından biz bu bölgedekiler ayakkabı ve giysi üretebileceğimize karar verdik. Ben bu işi bilmiyordum. O yüzden dokuz ay boyunca iş eğitimi aldım. Şimdi buradaki bütün makinelerle başa çıkabilirim. Bir kooperatifçi olarak yaptığım i,ş için adil bir ücret aldığıma inanıyorum. Şimdilik bizi PDVSA destekliyor; ama yakında kendi kendimize üretebilir, kazanabilir hale geleceğiz. Bütün bunları kooperatife girdikten sonra öğrendim."

Çoğulculuk, dakiklik, düzenlilik, arkadaşlık, hoşgörü, birlik, dürüstlük, alçakgönüllülük, eğitimde devamlılık, paylaşmak, çokseslilik, saygı, birlikte yaşamak, dayanışma, aile, sorumluluk, gönüllülük, kendini adama, özgürlük, barış, aşk, uyumluluk, birbirine güven. Dört kişilik gruplar halinde oynanan oyunda çocuklara bu erdemlerin eğlence yoluyla öğretilmesi amaçlanıyor. Neoliberal politikalarla birbirlerine rakip, giderek düşman edilmiş yoksulların kültürel ve psikolojik bir dönüşüm geçirmesini hedefleyen devrimin bu anlamda yaptığı çok sayıda girişimden sadece bir tanesi bu oyunlu kutular. Tam bu noktada PDVSA'dan Yüzbaşı Ronıel Rangcl'm, "Bizim için şu anda kooperatiflerin ekonomik yanından çok, İnsanları kültürel olarak dönüştürmesi önemli," dediğini hatırlamakta fayda var.

Nihayet anlıyoruz ki tiyatro öğretmeni çocuklara Venezüella sokak diline uyarlanmış Donı Kişot oyumum çalıştırıyor. Fakat Don Kişot ne zaman, "N'aber ahbap?" dese veya en fiyakalısından bir küfür savursa çocuklar kikirdemeve başlıyor. Kikirdedikçe daha da güzelleşiyor görüntü. Çünkü hu resimdeki çocuklar, bu barakaların içinde dünyayı değiştirebileceklerini, Don Kişot kadar delicesine cesur olabileceklerini, serüvenlere çıkarken hayalcilikle suçlanmanın onları durduramayacağını öğreniyorlar farkında olmadan. Üstelik onlara bu eğitim ve yaşam alanlarını sunan Chavez için "Don Kişot ama deli değil!" dendiğini bilirseniz devrimin bu çocuklar için yapmaya çalıştığı şeyler size daha anlamlı geliyor.

Futbol hocaları kaleye geçmiş, çocuklara şut attırıyor. Büyük bir olasılıkla şakadan yediği gollerle komik duruma düşünce, çocuklar zafer çığlıkları atıyorlar. Öyle görünüyor ki futbol sahasında futboldan ziyade çocuklara kendilerinden büyük görünen iktidarı yenebileceklerini öğretiyor hocaları.

Bunlar neyin hareketleri, capoeira ne peki?
Bu, Angolalı yerlilerin Portekizli efendiler ülkelerini sömürgeleştirdiği, kendilerini köleleştirdiği zaman kendi aralarında buldukları bir dövüş sanatı. Afrika'da daha mistik kökenleri olmasına ve daha şiddet içeren bîr biçimde yapılmasına rağmen Portekizlilerin Afrika'dan Brezilya'ya getirdiği siyah kölelerle birlikte Latin Amerika'da dansa dönüşmüş bir sanat ve spor. Sanatla sporun arasında durmasının bir sebebi var. Köleler, efendilerini devirmek için savunma ve saldırı talimi yaparken kavga antrenmanı yaptıkları belli olmasın diye bu dövüş hareketlerini dans figürleri olarak geliştirmişler. Fakat eski kölelik düzeni yıkıldıktan sonra bu kavga talimleri daha ziyade dans olarak yapılmaya başlanmış. İki kişilik, müthiş esneklik ve akrobasi yeteneği gerektiren bu kavga görünümlü dansı yaparken tarafların birbirlerine değmemeleri gerekiyor. Eğer biri diğerine dokunursa dans bitiyor, dokunan kişi kaybediyor. Şimdi Venezüella'daki yoksul ve siyah çocuklar, tıpkı üç yüzyıl önce köleleştirilmiş atalarının yaptıkları gibi bu dansı tekrar ediyorlar. Çocuklar isyan bilgisini nesilden nesile aktaran bu dansı öğrendikçe atalarının, zincirlerini kırarak İspanyol sömürgesine direnen Venezüella yerlilerinin masalsı direnç hikâyelerine ekleniyorlar. Çocukları bu gizli direniş dansını yaparken izlemek nucleo'ya gelirken duvarlarda görünen zincirlerini kıran Kızılderili tasvirlerini ve elbette şehrin Batı Yakası'nda alışveriş merkezlerinde yapılan kickboks'la karışık "zengin" dansını daha da anlamlı kılıyor. Şehrin iki yakası, dans figürlerinin arasına saklanmış dövüş talimleri yapıyor. Ama Batı yakasındakiler arkalarındaki İspanyolları ülkelerinden kovmayı başarmış atalarının hikâyesine dayanırken, Doğu yakasındaki er de bir gün ABD'li dostlarının gelip onları bu "yoksullara hayran deli diktatörden" kurtaracağını hayal ediyor…

Chavez ve taraftarları iktidara geldikten kısa bir süre sonra ülke çapında, kitlesel katılımı öngören çok sayıda sosyal adalet ve güvenlik programını yürürlüğe soktu. Bu programların her biri "misyon" olarak adlandırıldı. Nicedir yok sayılan yoksulların hayat koşullarının iyileştirilmesini, yoksullar aleyhine dehşet verici ölçülerde bozulan toplumsal eşitliğin yeniden sağlanmasını hedefleyen bu programların "misyon" olarak anılmasının nedeni, gerçekten de toplumsal adalet için bir tür misyoner çalışmasını özendirmesi.

Rekabet ve serbest piyasa odaklı neoliberal ekonomi ve hayat anlayışını, buna bağlı gelişen İlişki kültürünü yıkıp yerine dayanışma ve eşitlik odaklı yeni bir hayat kurmayı hedefleyen Bolivarcı Venezüella devrimi bu işi büyük oranda bu misyonlarla yapıyor.

Chavez ve Chavez taraftarları istatistiklerden nefret ediyor. İstatistiklerin insan hayatını anlamsızlaştırdığını, soğuk sayılara dönüştürdüğünü söylüyorlar her seferinde.

Bu misyon çerçevesinde sadece 2002 yılında 600 bin hektar arazi topraksız köylülere dağıtıldı. Köylüler bu topraklarda Brezilya ve Çin'den getirilip kendilerine bedava dağıtılan traktörler ve bedava dağıtılan tohumlarla tarım yapmaya başladılar. Hedef, çok uzun yıllardır petrol gelirleriyle gıdasını yüzde 90'a varan düzeyde İthal eden Venezüella'yı kendi kendini besleyebilen bir ülke haline getirmek.
Misyon, Çevre ve Doğal Kaynaklar Bakanlığı'na bağlı olarak yürütülüyor ve bu projeyi öğrendikten sonra insanın aklına İster istemez Türkiye'de, 70'lerde yeri yerinden oynatmış "Su kullananın, toprak işleyenin" sloganı geliyor!

O güne kadar sabahçılar ve öğlenciler olarak ayrılan çocuklar, anneleri babaları çalıştığı için evlerinde yalnız kalmak zorunda kalıyordu. Eğitim saatleri 08:00 İle 16:00 arası olarak yeniden düzenlendi. Bu ayrıntılı bir bilgi gibi görülebilir, ama okulda kahvaltı, öğle yemeği ve akşamüstü beslenmesi programları başlatıldığı İçin yoksulluk sınırı altında yaşayan birçok çocuk okulda bedava beslenme imkânına kavuştu. Bu misyon sayesinde okula yaptırılan kayıtlarda rekor düzeyde yükselme kaydedildi. Okula kayıt olmayan çocukların yüzde 90'ı okula kaydoldu. Okula devamsızlık oranı yüzde 10'dan yüzde 3'e geriledi.

2005'in ortalarında çağrısı yapılmaya başlanan misyon bir tür "köye dönüş projesi". Büyük kentlerde yaşayan işsizlerin kendi istekleriyle kırsal alana, yeni açılan tarım bölgelerine dönmesini ve tarımla uğraşmalarını hedefliyor.

Kooperatifler kurulması gibi maddi sonuçları bir yana, bu misyon ülkede bir "ruh hali", bir tür bilinç yaratılması İçin çalışıyor. Bütün yaşananları "processo", yani "süreç" olarak adlandıran Chavez hükümetinin hedefi, ülkede şu anda yaşananları, yapılanları kendi kendini üreten, besleyen, hiç bitmeyen bir devrime dönüştürmek. Her ne kadar ülkenin zenginleri Chavez çok kullanıyor diye artık "süreç" sözcüğünü kullanmayacak kadar yapılanlara karşı olsa da ülkenin yüzde 60'lık kesimi yapılanlara net ve kesin destek veriyor. Destek vermekle kalmayıp bu sürece katılıyor.

Venezüella diyoruz ama Chavez'in, halkın katılımıyla yazılan yeni anayasayı 1999 yılının Aralık ayında yürürlüğe koymasından sonra Venezüella'nın resmi adı "Bolivarcı Venezüella Cumhuriyeti" olarak değiştirildi. Venezüella halkı yaşadığı "süreci", "Bolivarcı Devrim" olarak adlandırdı. Peki Bolivar kim? Caracas'ın bütün duvarlarında adı yazan, muhteşem tasvirleri yapılan, Chavez'in dilinden düşürmediği bu adam kim? Chavez'in ikide bir söz ettiği "birleşmiş Latin Amerika" rüyası, ABD'nin iç politikalara müdahalesine karşı yaptığı konuşmalarda İspanyol sömürgesine karşı Bolivar'ın verdiği mücadeleden söz etmesi boşuna değil. Bolivar, Venezüella doğumlu olmasına rağmen bütün Latin Amerika'nın sömürgelikten bağımsızlığa geçiş yolunda, neredeyse bir aziz olarak "taptığı" (abartı değil, sonraki bölümde anlayacaksınız niye böyle dediğimi!) bir kahraman, bir "kurucu baba". Bunları anlamak için Latin Amerika'nın tarihiyle birlikte anılan Bolivar'ın hayatına bir göz atmamız gerekiyor.

Tam adıyla, Simön José Antonio de la Santisima Trinidad Bolivar. Ama Latin Amerika'da bilinen ismiyle "Lİbertador", yani "Özgürleştirici". 1800'lerin başında Latin Amerika'da ki İspanyol sömürgesine karşı yurtsever güçleri, Aydınlanma felsefesinden etkilenerek örgütleyen, şu anda Panama, Kolombiya, Ekvador, Peru, Bolivya ve Venezüella ülkelerinin bulunduğu bölgeyi bağımsızlığına kavuşturan Venezüellalı kahraman.

Aristokrat bir ailenin çocuğu olarak 1783'te doğdu. Çocukken kaybettiği ailesinden kalan mirasla devam ettiği askeri eğitimini İspanya'da tamamladı. 1810'da döndüğü Venezüella'da sömürge karşıtı güçlerle birlikte Caracas şehrinde ülkenin bağımsızlığını ilan etti. İngiltere'ye destek çağrısı için giden Bolivar, İngilizlerden sadece tarafsızlık sözü alarak geri döndü. Venezüella'ya döndüğünde milis olarak örgütlenmiş yurtsever kuvvetlerin başına geçip 1813'te Caracas'ı, Napoleon'un kardeşi Joseph'in kral olarak başlarında bulunduğu sömürgeci İspanyol ordusunun elinden aldı. Bu isyanın cezası olarak İspanyollar tarafından yakalanıp New Granada'ya (şimdiki Kolombiya) sürgün edildi. Burada Kolombiya ordusunun başına geçip şu anda Kolombiya'nın başkenti olan Bogota'yı 1814'te ele geçirdi. Fakat yiyecek ve asker yetersizliği yüzünden yeni yenilgiler alan Bolivar, Jamaika'ya kaçmak zorunda kaldı. Haiti'de yeni güçler toplayarak 1816'da Venezüella'ya saldırdı. Şimdi Ciudad Bolivar olan şehri ele geçirdi ve burayı tek başına yönetmeye başladı. İspanyol güçlerine karşı yıllar boyunca saldırılarını devam ettiren Bolivar, 1821'de şu anda Venezüella, Ekvador, Kolombiya, Panama ve Peru'nun içinde bulunduğu, o zamanlar Büyük Kolombiya olarak adlandırılan bölgeyi İspanyol sömürgesinden kurtardı ve bu büyük devletin ilk başkanı oldu. Daha sonra Peru'nun kuzeyi ayrı bir ülke olarak bölündü ve Bolivar'ın onuruna burası Bolivya olarak adlandırıldı. Bu ülkenin anayasası bizzat Bolivar tarafından yazılmasına ve yüzyılın en önemli siyasi belgelerinden biri olmasına rağmen hiç uygulanamadı. Kısa bir süre sonra direnişi örgütleyen ve sürdüren generaller arasında başlayan kişisel çatışmalar 1827'de bir iç savaşa yol açtı. Büyük Kolombiya ülkesi bölünmeye başladı. Bolivar, hayatını adadığı birleşmiş Latin Amerika hayalinin dağılmasının verdiği acıya ve tüberküloz hastalığının gövdesinde yarattığı hasara dayanamayarak 1830'da öldü.

Bugün Chavez' in ülkesinin ismini, halk tarafından yazılan ve 1999'da yürürlüğe giren yeni anayasa ile "Bolivarcı Venezüella Cumhuriyeti" olarak değiştirmesinin nedeni bu. Chavez de tıpkı Bolivar gibi, bu kez ABD sömürgesine karşı birleşmiş bir Latin Amerika'nın hayalini kuruyor. Latin Amerika ülkeleri arasında yeni ticari ve idari anlaşmalar yapması, ABD'nİn "arka bahçesinde" ABD'ye ve neoliberalizme karşı bir cephe oluşturmaya çalışması, bunu yaparken sık sık bütün Latin Amerika'nın ortak belleğinde kutsal bir yeri olan Bolivar'a atıfta bulunması bundan. Fakat Chavez'in Bolivar'dan bir adım ileri giderek kurduğu bir başka hayal daha var: İmparatorluğa karşı bir Güney Bloğu! Venezüella ile ilgili merak edilecek ve önümüzdeki yıllarda İzleyecek olduğumuz şey bu: Acaba Venezüella devrimi dünyanın tüm yoksullarının birleştiği, yeni bir "kutup" oluşturacak küresel bir güç dengesi yaratabilir mi?

Ucuz gıdaların satıldığı, Mercal Misyonu'na bağlı marketlerden biri. Fakat bu küçük marketin sadece bir market olmadığı, aynı zamanda bir propaganda merkezi görevini de yürüttüğü, Leo eline mercimek, pirinç, un, şeker paketlerini alınca çıkıyor ortaya. Chavez hükümeti ve Bolivarcı Venezüella Cumhuriyeti yiyecek paketlerinden bildiriyor! Hükümet, üretiminde, dağıtımında ve satışında sübvanse ettiği gıdaların paketlerinin üzerinden insanlara devrimi, yeni anayasayı, yapılanları ve devrimin dayandığı sloganları karikatürlerle, resimlerle bildiriyor. Un paketinin üzerinde bir kız, bir erkek çocuk, yeşil renkli ve boğazında ABD Doları amblemli bir kravat olan yolsuzluk canavarının önünde durmuş bağırıyorlar:
"Yolsuzluğa hayır! Artık ülke kaynaklan halkımızın hizmetinde!"
Karikatürün yanında da Bolivarcı yeni anayasanın 62. Maddesi:
"Bütün yurttaşların, doğrudan veya seçtikleri temsilciler aracılığıyla toplumsal kararlara katılma hakkı vardır.

Medya devrimden bahsetmediği İçin yiyecek paketleri bile iletişim kanal, olarak kullanılıyor.

Haber ve propaganda bakımından da besleyici olan bu organik yiyecekler, bu halkın iletişim konusunda yaşadıklarını, yakın siyasi tarihinde sırf iletişim kanallarının kapalı olması nedeniyle ne acılar çektiklerini bilmeyenler için tuhaf, hatta komik gelebilir. Dışarıdan gelenler için Chavez'in yiyecek paketlerini iletişim aracı olarak kullanması, "mercimekli bir medya" yaratmaya kadar varan bu kendini anlatma gayreti biraz anlaşılmaz bulunabilir. Ama marketin kasasında duran kasiyere bile sorsanız size şunu anlatabilir:
"Caracas'ın dışındaki İnsanlar, kırsal bölgede yaşayanlar hâlâ bu ülkede olup bitenlerden haberdar değil."
"Chavez'in devlet başkanlığına seçilmesinden beş yıl sonra bile mir
"Evet beş yıl sonra bile. Mesela bazı İnsanlar hâlâ Chavez'e karşı yapılan darbe girişiminde neler olduğunu bilmiyorlar. Özel TV kanalları, radyolar ve gazeteler o kadar çok yalan söyledi ve biz de insanlara gerçekleri anlatmakta o kadar İmkânsızlıklar yaşadık ki, hâlâ televizyonların o gün yaşananlar hakkında söylediği yalanları gerçek sananlar var. Birçok insan bu yiyecek paketleri sayesinde yeni bir anayasaları olduğunu, yeni haklara kavuştuklarını, bu ülkede bir devrim yapıldığını öğreniyorlar."

Ama Leo beş dakika sonra "Bi' dakka!" deyip dalıyor bir dükkândan içeri.
Camekânda biblolar, küçük heykelcikler, hediyelik eşyalar Bu kadar yoksul bir semtte bu kadar hediyelik eşya ve süslü püslü, işporta işi heykelcik satan bir dükkânın nasıl İş yaptığını merak ederken, Leo sırrı veriyor ve girdiğimiz dükkânın bir "kutsal emanetler mekânı" olduğunun altını çiziyor.

Örneğin öğrencileri koruyan aziz, ders çalışırken yılan sokması sonucu ölen bir kız ve eğer onun ruhu için dua edip sınavdan geçtiyseniz teşekkür etmek için gidip mezarına dersinizin notlarını bırakıyorsunuz. 1989'da Caracas'ta yaşanan toplumsal patlama sırasında öldürülen bir gazeteci ise gazetecilerin azizi ve gazeteciler onun ruhuna dua ederken gidip mezarına kendi çektikleri haber fotoğraflarını bırakıyorlar. Camekânların içinde Hıristiyan azizleri, azizeleri de var ama Leo önemle belirtiyor:
"Onlar Hıristiyan değil, yerli azizler!"
Herhangi bir kilisede görebileceğiniz, yerlere kadar uzanan parlak giysileri, başlarında taçları ile beyaz insanlar olarak tasvir edilen yerli tanrıları, Venezüella Katolik inancı tarafından ele geçirildikten sonra beyaz adamın azizleri ve azizeleri gibi giydirilmeye başlanmış. Kızılderili tanrıları Vatikan'ın pirüpak kostümlerine büründürülmüş. Üstelik Hıristiyan İnancı içinde onlara da bîr yer bulunmuş. Bu toprakların eski tanrıları Hıristiyan azizlerinin altında, bir yerli azizler kastı oluşturmuşlar. Leo, İnsanların halâ yerli tanrılarına davullar, danslar eşliğinde tapınıp ardından gidip kiliselerde günah çıkarttıklarını, bunun kurumsallaşmış bir çelişkili inanç ve ibadet biçimi olduğunu anlatıyor.

Çıkıyoruz. Leo'ya, tamamen Öylesine, "Kızlar güzeldi, di mi?" diyorum. Leo, son derece ciddi bir biçimde "Hayır!" diyor. Sırım gibi incecik kızları niye beğenmediğini derhal açıklıyor:
"Eminim senin ülkende de şu Venezüellalı dünya güzellik kraliçeleri miti vardır. Gittiğinde onlara anlat, bu ülkede kimse o kızları beğenmez. Biz, kadınları balık eti hatta tombul severiz. Sen de dikkat et, bu ülkede dolaştığın sürece o tahta bacaklılardan bir tane bile göremeyeceksin."İlerleyen günlerde Leo'nun doğruyu söylediğini, sokaktaki kadınların genellikle göbekli ve bol memeli olduğunu göreceğim.

Latin Amerika ile ilgili mühim bir ayrıntıyı da söylemek gerekiyor bu arada: Latin Amerika için Doğu da kalan her yer Türklerden oluşuyor. Uzaklardan gelenler eğer Uzakdoğulu, çekik gözlü insanlar değillerse bir Latin Amerikalı için onlar Türk'tür. "El Turco" illa Türkiye'den gelenlere değil, Rusya'dan, Suudi Arabistan'dan gelmiş olanlara da verilen genel isimdir.

Üstelik bu kartlar sadece odada değil, değerli eşyaları ve parayı saklamak için odaya konulmuş küçük kasanın içinde bile var. Yani, "pasaporta bir şey olmasın" diye içiniz rahat kasayı açtığında karşınıza o yazı çıkıyor:
"Bu kasaya koyacağınız değerli eşyalardan biz sorumlu değiliz!"
Peki kim sorumlu? Yani bu beş yıldızlı, allı güllü, cilalı m ikili otel güvenli değil mi?
Resepsiyonist son derece Amerikan aksanlı İngilizcesi İle cevap veriyor:
"Lobide ve her koridorun başında gördüğünüz bu silahlı güvenlik görevlileri varken hiçbir şey olmaz. Merak etmeyin."
Oysa ne kadar çok güvenlik görevlisi varsa o kadar güvensiz bir yerde bulunuyorsunuz demektir. Hiç değilse bu dünyanın geri kalanında böyledir. Ama Caracas'ta, birilerinin durmadan etrafınızda kol gezdiğini söyleyip durdukları korku ve bunun sonucu olan abartılı güvenlik, kısmen yoksulların şehrin merkezindeki hayata katılmasını sağlayan devrimden, kısmen de paranoyadan kaynaklanıyor. Bir de elbette bu ülkenin ABD'ye bu kadar yakın olmasından! Şöyle ki...
Genellikle Meksika'da söylenen, ama bütün Latin Amerika'nın darbeler, suikastler, vahşileştirilmiş paramiliter cinayetlerle dolu makus talihini ve tarihini açıklayan bir cümle vardır:
"Amerika'ya çok yakın, tanrıya çok uzak!"
Venezüella, bilhassa son yıllarda, bu sözün en geçerli olduğu Latin Amerika ülkesi. Çünkü ülke Güney Amerika'nın ABD'ye en yakın kıyısında duruyor. Zaten bu kadar yakın olduğu için gündelik, sıradan bir şeymiş gibi Caracas sokaklarında hemen her gün ABD'nin Venezüella'yı işgal etmesi tehlikesinden bahsedilebiliyor. Daha doğrusu bunu tehlike olarak gören genellikle Chavez taraftarları. "Chavistas" olarak anılan Chavez destekçileri devrimci hareketin Washington'in asabını iyice bozacağını ve bir gün Rambo kılıklı ABD askerlerinin güneş gözlükleriyle Caracas'ın etrafım saracağını düşünüyor. Bu korku, küçük bir topluluğun ortalığı ayağa kaldırmak için diline doladığı milliyetçi bir hezeyan değil. Ülkede ve bilhassa Caracas'ta son derece yaygın bir biçimde bu olasılıktan söz ediliyor, Chavez'in kendisinin de atlattığı bir suikast girişiminin ardından sürekli olarak suikast tehlikesinden söz etmesi bu korkuyu destekliyor.

Büyük, güçlü ve son yüzyılda uluslararası hukuku pek kafasına takmayan bir ülkenin burnunun dibinde olsak sanırım hepimiz korkardık. Üstelik bîr de o ülkenin hava ve su kadar ihtiyaç duyduğu petrolü sağlayan kaynaklar sizin elinizdeyse. ABD petrol ve güç gösterisi söz konusu olunca dünyanın öteki tarafına asker göndermekten çekinmiyorsa yanı başındaki Latin Amerika ülkesine niye göndermesin, değil mi?

Elimizde tek bir kart kaldı. Kartın tam ortasında İsa'nın çarmıha gerilmiş, yanan bedeni, etrafında da Avrupalı azizler ve azizeler gibi giyinmiş olan yedi kutsal kişinin tasviri var. Bu küçük kart üzerinden tüm ülkenin inanç sistemini okuyabilirsiniz. Çünkü İsa'nın etrafındaki Avrupalı gibi görünen beyaz tenli azizler aslında Venezüella yerlilerinin çok tanrılı inançlarına ait tanrılar ve tanrıçalar. Yani ne beyazlar ne de Avrupalı. Ama Katolik inancı Venezüella'da kabul edildik ten sonra yerli tanrılar ve tanrıçalar Katolik sistem içine, giydirilip süslenerek ve ten renkleri beyazlatılarak azizler ve azizeler olarak sokulmuşlar.

O zamana kadar, gecenin geri kalanında biraz televizyon izleyelim. Çünkü dinler nasıl bir halkın tutunduğu eski masalları anlatıyorsa insana, televizyon da o halkın içinde yuvarlanıp gittiği yeni masalları anlatır. Yani bu kartları elimizde tutup televizyon karşısına geçmemiz tesadüf değil. Elimizdekiler Venezüella'nın eski mitleri, ekranda İse yenileri. Yani bol miktarda Hollywood dizileri!Venezüella'da altı özel televizyon kanalı var. Bütün kanallar birleştiğinde tıpkı Türkiye'deki gibi bir vur patlasın çal oynasın ortam oluşturuyor. Televizyon haberciliği ise İspanyolca'yı hiç anlamasanız bile anlayabileceğiniz bir acemilikle yapılıyor. Bu haberlerin arasına giren "bol boİ sür, bol bol ye" reklamları ise medya dünyasının, bize çok tanıdık gelecek bir biçimde, ülkenin yoksulların yaşadıklarından büyük oranda kopuk olduğunu gösteriyor. Bu tür bîr yayın akışı ve bakış açısı, Chavez taraftarlarının yakındığı "yoksulluğun ve yoksulların görünmez kılınması" savım güçlendirdiği gibi, bu ülkede yoksullarının devrim yaptığı ve iktidarda olduğu düşünülürse televizyonlarda bunun hiç gösterilmemesi medyanın hâlâ Chavez'e karşı olduğunu gösteriyor. Yani "Chavista"lann iktidarda olmasına rağmen hâlâ muhalif olmanın dinamizmini taşımalarının ve muhalefetin diliyle konuşuyor olmalarının hakiki bir gerekçesi var. Hâlâ gösterilmiyor, konuşturulmuyor ve reklamlar arasında kendilerine bir yayın saati bulamıyorlar. Durmadan gösterilip duran yerli pembe dizilerde ise beyaz Venezüellalılar oynuyor. Tıpkı kendi yerli tanrılarını ve tanrıçalarını beyazlaştırdığı gibi Venezüella, televizyonda da kendilerine benzemeyen, beyaz Venezüellalı televizyon mitlerini izliyor. Yani Venezüella’daki devrim, biraz da bu kafa karışıklığına, bu kimlik karmaşasına karşı yapılıyor. Eski ve yeni masallardaki beyaz figürlerin yerini ülkenin gerçekliği yani Venezüella'nın esmerliği alıyor.

Kartlar elimizde, ekrana bakarken bilmemiz gereken bir şey daha var. Katolik inancıyla yerli inancını karmaşık bir biçimde bir araya getiren Venezüella'da son yirmi yıldır Evangelistler, televizyonun gösterdiği yeni masallara karşı harekete geçmiş durumdalar. Evangelist misyonerler yoksul semtlerde yoğun bir biçimde çalışma yapıyorlar. Yoksullara yardım ederek çok sayıda taraftar toplayan Evangelistler yoksul semtlerde kendi mezheplerini güçlendirmekle kalmıyor, aynı zamanda yoksullara vardım etmenin dini bir gereklilik olduğu fikrini de yaygınlaştırıyorlar. Kullandıkları yoksulluk merkezli dil Chavez'in kullandığı dille benzerlikler gösteriyor. Chavez'in neredeyse dini bir idealizmle savunduğu yoksulluğun yok edilmesi fikri ile Evangelistlerin yıllardır barrio'larda sürdürdükleri çalışmalar ört üşüyor. Diğer yandan söylenmesi gereken bir gerçeklik daha var:
Chavez'in kullandığı yoksulluk üzerinden kurulan dayanışma söylemi aslında barrio'larda Evangelistler tarafından yaygınlaştırılıyor. Yani devrimin yardımlaşma, dayanışma üzerine kurduğu ahlaki arka plan ve söylem aslında Evangelist söylemden de besleniyor.

İşte benim "Evangelist etek" de bu noktada devrimle ilişki kuruyor. Zira son yirmi yıldır devletten hiçbir yarar sağlayamayan yoksullar tıpkı Chavez gibi Evangelistleri de kendi taraflarındaki insanlar olarak görüyor. Leo'nun "Evangelist kızlarınkine benzeyen bu eteği giymen iyi olmuş" demesi bundan; barriolardaki yoksullar Evangelistleri kendi taraflarındaki insanlar olarak varsayıyor ve Leo'nun dediği gibi onlara pek "bulaşmıyorlar".

Bu otelin kapısından girip üzerlerine bu üniformaları geçirmeden önce bu insanlar hangi evlerden çıkıp geliyorlar? Şehrin hangi mahallesinden? Dünyanın hiçbir otelinde anlayamazsınız bunu, o üniformalı insanların bu otel dışında nasıl ve nerede yaşadıklarını. Çünkü yoksullar, zenginlerle karşılaşmadan Önce kılık değiştirirler. Zenginlere hizmet etmek üzere girdikleri mekânlarda yoksullara giydirilen üniformalar, insanlar arasındaki eşitsizliği este tize ederken yoksulluğun "kirini" örter.

Bu arada otelin kapısında lüks arabalar duruyor ve tenis kıyafetleriyle sarışın, açık kumral kız çocukları iniyor. Tenis derslerine geç kalmamak için lobinin içinden raketleriyle seke seke koşuyorlar. Venezüella'da anlatılanlar doğruysa bu çocuklar, büyürken üniformalılar dışında bir tek yoksul insan bile görmeden, bütün bu üniformalı insanların nerelerden geldiklerini bilmeden büyüyebiliyor. Yoksullar, zenginlerin arasına üniformalarını giyip karışırken, zenginler o barrio'lardan içeri bir adım bile atmıyor. Son yirmi yıldır bu düzen hiç olmadığı kadar keskin bir biçimde yürüyor.

lobide otel görevlilerinin bizimle birlikte basın merkezinin yerini dert edinip "Acaba başka bir otelde mi?" diye uzun uzun konuşmaları, bu konuşmadan sıkılıp basın merkezini kendi başımıza bulmaya karar vermemiz, nihayet kendimizi latin Amerikalı bu keşmekeşe teslim edip basın merkezinin kendiliğinden ortaya çıkmasını beklemekten başka çaremiz olmadığını anlamamız gerekiyor. Ve bu küçük örnekte yeniden öğreniyorsunuz ki Latin Amerika budur: Gideceğiniz yere gidemezken başınızdan geçenler! Bu yüzden çok geçmeden şunu kabullenmek gerekiyor: Dakiklik konusunu kafaya fazla takmamak lazım. Çünkü o zaman geçtiğiniz dolambaçlı yollarda gördüklerinizi, Öğrendiklerinizi, tanıştığınız insanları ıskalar, sadece sinir sistemi iflas etmiş bir Avrupalıya dönüşürsünüz. Üstelik kendinizi bu kaosa teslim ederseniz çok geçmeden basın merkezinin başından beri tam arkanızda durduğunu ve yirmilerinin başındaki şu kızın Livîa Suarez "hanım" olduğunu da fark edebilirsiniz....

Tıpkı Arjantin'de yollara barikatlar kurarak Buenos Aires'i abluka altına alan "piqueteros" (barikatçılar) eylemcilerinin liderleri gibi burada da işlerin ve hareketin başında hep yirmili yaşlarında insanlar var. Tıpkı onlar gibi Livia ve arkadaşları da sevimli çocuklar gibi değil, genç ve ciddi insanlar olarak davranıyorlar. Yaş ortalaması yirmi beş olan Venezüella'nın hem çoğunluğunu onlar oluşturuyorlar hem de Chavez'in onlara verdiği "devrimin dinamik misyonerliği" görevi sayesinde edindikleri yeni ve "havalı" kimlikle bu sürecin başrolünü oynuyorlar. Üstelik bu rollerinin her an farkındalar ve fark ettiriyorlar.

Altı günlük programın yarısı, latin Amerika'da hayatın belki de en önemli dinamiği o!an "kervan yolda dizilir" mantığıyla belirsiz bırakıldığı için bilhassa Avrupa'dan gelen gazeteciler sinirleri şimdiden bozulmuş olarak açıklama bekliyorlar. Latin Amerika ülkelerinden gelen gazeteciler ise tam da burada yapılması gerektiği gibi birbirleriyle tanışıp sohbet edip gülüyorlar. Ana dilleri İspanyolca'nın, dünyadaki antikapitalist hareketin giderek "resmi" dili olmasının keyfini çıkarıyorlar.

"Burada, buna Me Guevera deniyor. Mc Donald's ile Clıe Guevara'nın karışımı yeni bir kültür. Mallar muhalif, ama kapitalist pazar ekonomisini çok iyi besliyor."
Kendi ülkesinin dışına henüz çıkmamış olan Leo, aslında sadece Venezüella ile sınırlı olmayan, küresel bir tespiti dile getirmiş oluyor. Brezilya'dan Hindistan'a sosyal forumlarla taşınan bir kültür bu. Bu tür her uluslararası muhalif etkinliğin etrafını inanılmaz bir hızda Che tişörtleri, bandanaları, bileklikleri satan seyyar satıcılar çeviriyor. Ama bu ülkede en az Che kadar hatta belki ondan daha çok "satan" bir idol daha var: Chavez!

Asker aracımızı durdurmuş, otobüse doğru ağır adımlarla ilerliyor. Refleks olarak ne yaparsınız? Ben söyleyeyim. Öncelikle tedirginlik hissedersiniz. Sonra siz hiç farkında olmadan eliniz kimliğinizi, pasaportunuzu aramaya başlar. Otobüsten indirilip sorgu suale tabi tutulacağınızı düşündüğünüz için biraz toparlanırsınız. Giderek gerginleşirsiniz. Üstelik bunları yaparken size acayip bir şey yapıyor muşsunuz gibi de gelmez. Ama size acayip gelmeyen bu refleks Leo tarafından yadırganır. O şaşırmış bakarken birden kendinizi, Türkiye'deki darbeyi, Kürt sorununu, ordu ve asker sözcüklerinin ülkenizde ne ifade ettiğini anlatırken bulursunuz. Yetinmeyip sorarsınız:
"Askerler arabayı durdurdu diye hiç tedirgin olmadın mı?"
Olunmayacağım, kimsenin olmayacağını söylüyor Leo ve devam ediyor:
"Otobüs şoförü sevinmiştir bile. Askerin, yolu kısaltan, işini kolaylaştıran bir şey söyleyeceğini düşünüyordur. Ona yardım edeceğini düşünüyordur mutlaka. Chavez'den sonra böyle oldu. Şimdi halka göre onları koruyan, onların iyiliğini İsteyen sadece askerler."
Bır asker sizi yolda durdurursa tedirgin olursunuz. Ya Venezüellalılar ne hisseder?

En kalabalık delegasyona sahip Kübalıların Chavez taraftarı Venezüellalılar için özel bir önemi var. Onlar, Chavez'in birleşmiş bir Latin Amerika havalinde Venezüella'ya eklenen ilk ve en sıkı halka. Sokaklarda satılan "muhalif hediyelik eşyalar" arasında Fidel Castro'nun yüzüne sık sık rastlamanız da bu yüzden. İki lider arasındaki yakınlık hem ABD'ye kafa tutan Latin Amerika fikrini yansıtıyor hem de Chavez'in ülkede uyguladığı rejimin en büyük destekçisinin Castro olduğunu gösteriyor. Bu iki surete bir de Simon Bolivar'ı eklerseniz ortaya Latin Amerika için çok önemli bir imge çıkıyor. O imge Venezüella ve Latin Amerika ülkelerinden gelenlere şu cümleyi kuruyor:
"Bu iki adam, tıpkı Bolivar gibi, sömürgecilere karşı direnen, birleşmiş, güçlü bir Latin Amerika'yı düşlüyorlar ve bu düş için çalışıyorlar."

Askerler bu kalabalık resimde giderek sivilleşiyorlar. Bilhassa Kübalı delegasyon gösteri bittikten sonra avlunun dışına çıkarken yolunu kaybeden Rus delegasyonunun mini şortlu kızları yol sorduğunda iyice bir sivil hale geliyorlar. Belki de devrim, sadece bu ülkenin sivillerini değil, Venezüella ordusunu, bu ülkedeki asker kimliğini, militarizmin içeriğini de değiştiriyor.

Devrim yapan, bu kadar özgürlükçü sloganlarla bir halkın kaderini değiştiren bir ordu, o ordunun askerleri muhakkak değişmiş olmalı bunları yaşarken. Ama ne kadar? Delegasyonları çaresizce düzene sokmaya, hiç değilse biraz olsun disiplin sağlamaya çalışan askerlere bakınca pek değil, ama Avusturya delegasyonundaki kızlarla konuşan ve flört eden askerlere bakınca o kadar da az değil.

1999 yılında yapılan referandumla anayasanın değiştirilmesine Venezüella halkı tarafından karar verildi. Anayasanın değiştirilmesi ve yeni anayasanın nasıl olması gerektiği toplumun çeşitli katmanlarında yıllardır tartışıldığı için Ulusal Asamble'nin yeni anayasayı yazması sadece altı ay sürdü. Yeni anayasa, Venezüella tarihinde "5. Cumhuriyetin kuruluşu" adıyla siyasi bir dönüm noktası olmasının yanı sıra ülkenin adını Bolivarcı Venezüella Cumhuriyeti olarak değiştirdi. Anayasanın ülkenin hedefi olarak belirlediği katılımcı demokrasi aynı zamanda bu kurucu toplumsal sözleşmenin nasıl oluşturulduğunu da açıklayan bir kavram olarak anayasa metninde yer aldı. Çünkü bu yasa metni, ülkedeki tüm toplumsal örgütler tarafından yapılan forumlar, atölye çalışmaları ve komitelerde sayısız toplantı sonucu ortaya çıktı. Örgütler sadece yazılan belgeyi oylamakla kalmayıp kendi öneri metinlerini de bu toplantılarda tartıştılar. Daha önce demokratik süreçlerde herhangi bir katılımı olmayan bu İnsanlar ve örgütlerin hazırladıkları toplam 624 öneri metni masaya yatırıldı ve uzun tartışmalarda değişti, üzerinde uzlaşılan metinlerden tek bir metin hazırlandı.

Halkın etkin ve geniş katılımıyla yapılan yeni anayasanın tam 111 maddesi sivil haklara ayrıldı. Kültür ve eğitim, yerli hakları, eşit konut hakkı, toprakların eşit paylaşımı, iş güvenliği, ailenin ve çocuğun korunması, çevre korunmasının önceliği gibi başlıklar altında sıralanabilecek bu haklar, anayasa yazımına katılan insanların çeşitliliğini yansıtıyordu. Halkın politik katılımıyla ilgili maddelerde halk referandumu bireylerin politik süreçlerde doğrudan söz sahibi olması için en önemli mekanizma olarak tanımlanırken herhangi bir düzeyde politik temsil yetkisi sahibi kişilerin yine halk oyuyla görevden alınabileceği anayasa maddesi olarak düzenlendi. Çoğunluğunu yoksul ailelerden gelen genç erkeklerin oluşturduğu ordu mensuplarına da "savundukları ülkenin politik karakterinin oluşmasına katılma hakkına sahip oldukları" gerekçesiyle her türlü siyasal seçimde oy verme ve aday olma hakkı tanındı.

Yeni Venezüella Anayasası sadece yurttaşların haklarını değil aynı zamanda anayasanın hedeflediklerini gerçekleştirme yolunda devletin ve toplumun görevlerini de düzenliyor. Toplumun görevlerini düzenleyen altı madde, her Venezüella yurttaşının politik ve sosyal süreçlere katılımını, insan haklarını koruma ve ilerletmeyi, barışı ve demokrasiyi korumayı bireylerin görevi olarak tanımlıyor.

Kortejlerin geçişi bitip de alan dolduğunda bütün bu insanların kafasından bu anın ne şahane olduğundan başka bir şey geçmiyor. O kadar coşkulu, o kadar genç ki kalabalık, onlarca dilde atılan sloganların sesi o kadar yüksek ki, şu anda düşünmek mümkün değil. Bütün bu gençlerin bu ülkede ne öğreneceklerini, ülkelerine buradan ne götüreceklerini, bu insanların dünyanın geleceğinde bir etkisi olup olmayacağını, devrim hayali kuran bu insanların Venezüella'dan ayrıldıktan, Latin Amerika'nın büyüsünden uzaklaştıktan sonra ne hissedeceklerini düşünmek için biraz sessizlik, biraz zaman gerekiyor.

İnsanlığın Müdafaası'nda gerçekleşen sanatçıların ve entelektüellerin toplantısında dostlarıma yüzyıl daha tartışamayacağımızı, tartışmakla bu kadar zaman kaybedemeyeceğimizi söyledim. Tartışma daim olmalıdır, ama eylem de daim olmalıdır. Eylem tartışmaya eşlik etmelidir ve diyalektiğe göre eylem daima tartışmayı beslemelidir.

Porto Alegre'dekİ Dünya Sosyal Forum'unda da bu konu üzerinde durdum, çünkü bu etkinliklerde tartışma, tartışma, tartışma olduğunu, ama bazen hiçbir sonuç olmadığını hissettim. Mutlu olduğumuz, toplantılar yaptığımız, birbirimizi kucakladığımız beş ya da sekiz gün geçiriyoruz, ama dünya yok oluyor! Bu şekilde elli yıl daha geçiremeyiz, gezegeni ve üzerindeki hayatı yok eden canavarı durduramazsak elli yıl sonra bir dünyamız olmayacak.

Bu kadar savunma yeter. En iyi savunma, saldırıdır! Bütün askeri stratejiler savaşların sadece savunmayla asla kazanılmayacağını gösterir. Savunma, zaman kazanmak içindir; bu, askeri savaşlar, siyasi savaşlar ve bunların içerdiği İlişkiler için geçerlidir.
Savaşı, mücadeleyi ancak saldırıyla kazanabilirsin. Gerekli olan anı nasıl kullanacağını bilmek, koşulları değerlendirip yaratabilmektir. Benim kriterlerime göre biz saldın anındayız ve bunu bütün dünyada açığa çıkarmamız gerekiyor.

"Son yıllarda Venezüella'da olan şevler son derece kendine özgü. Öncelikle şunu bilmek gerek: Venezüella ordusu diğer hiçbir Iatin Amerika ülkesinin ordusuna benzemez. Orduya katılan askerler, üst rütbeliler de dahil olmak üzere, alt sınıftan, yoksul ailelerden gelir. Yoksul aileler çocuklarını yukarı doğru sosyal bir hareket kazanmak, sınıf atlamak için orduya sokarlar. Sosyal olarak sınıf atlamanın, devlet okullarında alınabilecek en iyi eğitimi almanın tek yolu ordudan geçer. Diğer devlet okullarındaki eğitim kalitesi dehşet verici derecede düşüktür. Yani askerler, ordu mensupları, çok iyi eğitim almış yoksul aile çocuklarıdır. Son yirmi yıldır bu ordu mensupları, toplumsal elitin mahvoluşunu ve ülkeyi yolsuzluklarla mahvedişini izliyordu. Bazı durumlarda, istisnai olarak demokrasinin ve toplumun bu kötüleşme sürecine katılanlar da vardı elbette. Ama genel olarak yüksek rütbeli askerler ve bütün ordu, ülkenin içinden geçtiği mahvoluş sürecini belli bir mesafeden, kendi ailelerinin ve geldikleri yerlerin durumunu göz önünde bulundurarak gözlemliyorlardı. Ülkeleri ve kendi aileleri bu kadar kötü durumdayken zenginlerin Miami'ye tatile gidişini izliyorlardı."

"Evet. Son yirmi yıldır bu ülkenin dağılışını izliyor ve hafta sonları da barrio'lardaki evlerine donuyorlardı. Orada bir tür sosyal bilinç oluştu. Bu bilinç onları sosyal elite mesafeli tuttu hep. Bu, fikirlerden biri elbette. Ordu konusunda uzman olan bazı entelektüeller de zaten Venezüella ordusunun toplumun üst sınıfına uzak olmak gibi bîr geleneğe sahip olduğunu söylüyorlar. Diğer Latin Amerika ülkelerinde ise bu durum tam tersidir. Aristokratların çocukları asker olur. Venezüella'da askeri geleneğin farklı oluşu, orduya görece bağımsız bir kimlik kazandırdı. 19. yüzyılın sonuna kadar Venezüella ordusu da diğer Latin Amerika ordularına benziyordu, ama sömürge güçlerine karşı verilen mücadelenin ardından ordunun yapısı değişti. Kırsal kesimde yaşayan aileler Caracas'a geldiler ve çocuklarını askeri okullara yazdırdılar. Bu insanlar Caracas'taki elitler tarafından her zaman aşağılanan, ilkel, çirkin ve hatta pis oldukları söylenen "taşralılardı". Yani sadece ordu elite karşı değil, elit de orduya karşı mesafeli bir duruş benimsedi. Bir de tabi 1970'ler den başlayarak askeri öğrenciler üniversite düzeyindeki eğitimlerini sivil üniversitelerde almaya başladılar. Bu da askeri Öğrencilerin üniversitelerdeki sol görüşlü politikalara yakınlık duymasını sağladı. Asker öğrenciler sosyalist düşüncelerden etkilendiler. Dikkat edin, Chavez de sivil üniversitelerde eğitim alan subaylardan biridir. Yoksul ailelerden gelen bu asker çocuklar, sosyalist düşünce ile birlikte kendilerini rahatsız eden adaletsizliğe karşı düşünsel olarak donanım edindiler."

"Venezüella'daki devrimci dinamiğin ordu olduğuna inananlar var. Bu Chavez'i de aşan, orduya ilişkin bir tespit. 1980'lerde kriz yaşanmaya haşladığında, insanlar açlıktan sokaklara döküldüğünde siviller ayağa kalkmadı, olanlara seyirci kalmayı yeğlediler. Ordu da hemen ayağa kalktı denemez. Onlar da tepki vermek için yirmi yıl kadar bekledi. Ama nihayetinde halkın yaşadığı haksızlığa karşı çıkan onlar oldu. Bir de şu var: Chavez'in, iktidara geldikten sonra orduyu barrio'lara sokmasıyla birlikte enteresan gelişmeler yaşandı. Oralara giden, gettolarda sosyal çalışmalar yapan ordu mensuplarının, batta yüksek rütbeli olanların bile çok ilginç günlükleri, ifadeleri ve röportajları yayımlandı. Çok etkilenmişler, sarsılmışlardı. Evet, barrio'larda gördükleri yoksulluk, askerleri ve Özellikle subayları değiştirdi. Ülke parçalanmak üzereydi, toplumsal adaletsizliğin patlaması sonucu iç savaş çıkabilirdi. Bilhassa son yirmi yıldır sosyal kurumlar hiç işlemiyordu. Ordu mensupları oradaki insanları ve durumu görünce çok sarsıldılar. 1999'da Chavez, hükümete geldikten hemen sonra, askerleri her hafta sonu barrio'lara soktu. Bu bir acil durum planıydı: Plan Bolivar. Askerler insanları sağlık kontrolünden geçirdiler, yiyecek dağıttılar, eğitime başladılar. Ordu, bu süreçte psikolojik olarak sarsıldı. Bu kadar çok petrole sahip olan bir ülke nasıl bu kadar derin bir yoksulluk yaşayabilirdi? Çok büyük bir zenginlikle çok büyük bir yoksulluk nasıl bu kadar birbirine yakın olurdu ve kimse nasıl bunu daha Önce görmemiş olabilirdi? Barrio'larda yaşayan insanların kimlik kartları bile yoktu. Yani resmi olarak bu insanlar yoklardı. Kimlik kartınız yoksa devletin herhangi bir yardımından yararlanamazsınız; oy kullanamazsınız, eğitim alamazsınız ve doktora gidemezsiniz. Bu durum önce askerleri sarstı. Ama sonra bütün bunların ortaya çıkışıyla ve ilk kez bu denli yakından ve gerçek bir biçimde gösterilmesiyle bütün toplum sarsıldı. Daha önce onları hiç görmemişlerdi."

"Görmemek daha iyiydi belki de. Çünkü görünce öfkelendiler. Sanının orta ve üst sınıf Chavez V bu yüzden de öfkeleniyor. Sadece kendi ayrıcalıklarını ortadan kaldırmaya çalıştığı için değil, görmek istemedikleri bu yoksulluk ve adaletsizlik resmini gösterdiği için."

"Kesinlikle böyle bir yanı var olanların. Ama aynı zamanda korkuyorlar. Üst sınıfın korkusunu anlamak için 1989’u hatırlamak lazım. O yıl, tam tersini söyleyerek oy almasına, iktidara gelmesine rağmen Başkan Carlos Andres Perez, birdenbire IMF paketlerinin yeniden uygulanacağını ve sosyal devlet anlamında kısıntılara gidileceğini açıkladı. Petrol fiyatlarının da düşüşüyle birlikte yoksullar inanılmaz bir hızda daha da yoksullaştı. Bütün dünyanın İzlediği 1989 ayaklanması o yüzden oldu. İnsanlar hiçbir lidere gerek duymadan, bir günde, bütün her şeyi yağmalamaya başladılar. Çünkü artık umutları ve kaybedecek bir şeyleri kalmamıştı. Tıpkı dünyanın geri kalanında olduğu gibi, Venezüella da demokrasinin ancak liberal ekonomiyle birlikte var olabileceği ideolojisiyle yönetiliyordu ve liberal ekonomi yoksullara hiçbir şey vaat etmiyordu. Bu canlarına tak edince bario'lardan aşağıya inmeye başladılar. Fakat enteresandır, o güne kadar daha fazla demokrasi ve sosyal devlet diyen sivil toplum Örgütleri bile o günden sonra bir daha demokrasi lafı etmediler. Yani o sivil toplum örgütleri bile devletin yoksullara karşı daha sert polisiye tedbirler uygulamasını istediler. Artık demokrasinin değil, mallarının korunmasını istiyorlardı. Yoksullara, 'Yoksulluk sizin sorununuz, dediler. İşte sosyal kutuplaşma o gün başladı. Korku, o günden sonra Venezüella'nın orta ve üst sınıfının bilinçaltına kazındı. Bu, yoksullara karşı bir korkuydu. O güne kadar hiç bir araya gelmemiş toplumsal sınıflar ilk kez o patlama gününde karşılaştılar. Çünkü yoksullarla zenginler Venezüella'da öyle bir biçimde ayrılıyorlar ki, bir İnsan zenginse hayatının sonuna kadar hiç yoksul görmeyebilir. Başka okullara, başka hastanelere, başka dükkânlara giderler ve birbirlerine hiç değmeden yaşayabilirler."

Anladığını kadarıyla zenginler ve yoksullar son derece elle tutulur bir biçimde, bir tarafın bir diğerinin canına kastedeceği hissiyle yaşıyor."
"Evet paranoyaya dönüşüyor iki tarafta da. İnsanlar giderek daha fazla radikalleşiyorlar. Bunun bir sonucu olarak da Venezüella tarihinde daha önce olmamış çok kötü bir şey de oluyor ve ülke tarihinde var olmamış ırkçılık çıkıyor ortaya. Bu, sosyal kutuplaşmanın bir sonucu. Chavez'i ve taraftarlarını 'kıllı maymunlara benzeten bir muhalefet var artık.

"Bu ülke Miami değil. Bu ülke beyaz değil. Ama bu ülke yıllarca böyle zannedenler tarafından yönetildi. Şimdi ilk kez barriolar için bir şey yapmaya çalışan bîr adam var. Ama şu andaki sorun bir "tek adam" rejiminin sürdürülüyor olması. Bazen nucle o'ların çok iyi çalıştığını duyuyorsunuz, ama bazen onların da yolsuzluğa bulaştığı geliyor kulağınıza. Demokrasinin derinleştirilmesi ve kaliteli liderlerin çıkarılması gerekir. Yoksa bütün ülkenin kaderini Chavez'e bağladıkları sürece bir yere varılamaz. Sözü edilen kültürel ve sosyal dönüşümün hızla uygulanmaya başlaması gerekiyor. Tek başına Chavez in yapacağı bir şey de değil bu, Yani ülkenin kaderini Chavez e bağlamanın anlamı yok."

Birazdan karşınıza çıkacak olan bahçe içindeki büyük bina, bundan birkaç yıl önce PDVSA'ya ait bir yönetim binasıydı. Fa kar devlet kontrolündeki şirketin yöneticileri Başkan Chavez'e karşı darbe örgütleyenlere destek vermek, ülkeyi genel greve götürmek gibi olaylara bulaşınca, uzun uzlaşma çabaları da bir işe yaramayınca, hep birlikte işten çıkarıldılar. 1700 yöneticinin işine bir günde son verildi. İşte Chavez de ülkenin üst sınıfına karşı kazandığı zaferin, bu çatışmada sınır tanımayacağının göstergesi olarak bu binayı alıp Bolivar Üniversitesine verdi. Bina, devrim sürecinde kazanılan mevziye dikilen bir bayrak gibi duruyor şimdi şehrin merkezinde.

Venezüella, "anne merkezli erkek egemen bir toplum". Ve yine onların söyleyeceği gibi Chavez, Venezüella toplumunu "anaerkil bir topluma" dönüştürmeye, daha doğrusu İspanyol sömürgesi öncesi "kadın egemen" toplumsal ilişkileri yeniden canlandırmaya çalışıyor. Bolivar Üniversitesinde kadın öğrencilerin, erkek öğrencilerin iki katı olmasının bir nedeni de bu.

Chavez, yoksullara bu ülkenin ve devrimin asıl sahipleri olduklarına dair yeni bir kimlik kazandırıyor. Gençlerin bu denli özgüvenli ve gururlu olmalarının nedeni bu.

"İşte en çok duyacağın cümle: 'Chavez harika, ama meclisteki diğer partiler onu engelliyor! Ülkenin yarısından çoğu aynı cümleyi söyleyebilir sana. Wilsor söze devam ediyor:
"Korkaklar! Adamcağızın hiçbir şey yapmasına izin vermiyorlar. Eğer tek başına olsa çok daha iyi şeyler yapabilirdi. Çünkü yoksulların yanında olan tek adam o Venezüella'da!"

"1998 seçimleri öncesinde bu binayı evsizler işgal etmişti. Hepsi Chavez'i destekliyordu. Seçimler boyunca binanın üzerinde Chavez posterleri, onu destekleyen pankartlar asılıydı. Ama seçimler bitip de Chavez iktidara geldikten sonra Caracas belediye başkanı, işgal edilmiş binanın boşaltılmasını İstedi. Evsizler 'Biz Chavez'e destek verdik. Nasıl bizi evlerimizden atarsınız! Hani her şey yoksulların olacaktı?' diyerek direnmeye başladılar. En sonunda belediye başkanı belediyeye ait olan binayı silah zoruyla boşalttı. Birkaç gün boyunca çatışma yaşandı bu sokakta,"
Yani her şey sadece yoksulların istediği gibi olmuyor. Merdivenlerde oturup Chavez'in etrafındaki "korkakları" suçlayan Wilsor ve Leo'nun dediğine bakılırsa birçok Chavez taraftarı da bundan şikâyet ediyor.

Chavez taraftarları beğenmedikleri, onaylamadıkları her şey için meclisteki diğer partileri ve Chavez'in etrafında onu "engelleyen" adamları suçluyor. Oysa Merkez Üniversitesi'ndeki gençlere sorarsanız tek suçlu Chavez!

"Chavez'i sevmiyorum. Çünkü her istediğini yapıyor. Kimseye de fikrini sormuyor."
"Peki daha önceki devlet başkanı soruyor muydu?"

"Chavez'in önceliği yoksullar. Siz öğretim üyeleri olarak orta sınıfı oluşturuyorsunuz. Bu konuya nasıl bakıyorsunuz?"
"Yoksullar üzerinden politika yapmak onun popülaritesini yükseltiyor. Yüzde 80'i yoksul olan bir ülkede yaşıyoruz. Misyonlar kurdu, yoksullar için işler üretti. Ama Chavez'in politikaları orta sınıfı bitirdi. Artık kimse bizden bahsetmiyor. Zaten biz de giderek alt sınıf olmaya, yoksullaşmaya başlıyoruz. Üst sınılın çok umurunda değil. Çünkü bütün bunlar olurken onlar paralarıyla birlikte ya İsviçre'ye ya da Miami'ye gidiyorlar,"

1998'de Chavez iktidara gelir gelmez, onun ve yandaşlarının savunduğu sosyalist fikirlerden hiç hazzetmeyen yabancı sermaye, neredeyse bir günde ülkeden kaçtı. Chavez daha başkanlık koltuğuna oturmadan, yabancı ve yerli sermayeye ait milyonlarca dolar ülke dışına çıkmıştı bile. Bu, Chavez hükümetinin ve Venezüella halkının ileriki yıllarda karşılaşacağı ekonomik baskıların henüz başlangıcıydı.

Ekonomik ve siyasi baskılar, doğal felaketler arasında, 2000 yılında Dışişleri Bakanı Jose Vincente Rangel, Chavez'e yönelik bir suikast planını ortaya çıkarır. Aynı yıl muhalif dinamiklerin ABD'nin desteğiyle tetiklediği erken seçimin sonuçları Chavez'i güçlendirecektir. "Presidente", altı yıl daha koltuğunda kalacaktır. ABD'yi kızdıran sadece seçim zaferi değildir; Chavez 2000 yılında Irak'a resmi bir ziyaret düzenleyerek Washington'in asabını iyice bozar. Elbette Chavez'in tek meşgalesi Pentagonla inatlaşmak değildir. Bir yıl İçinde hazırlanan 49 reform yasasını 2001'in Kasım ayında televizyonlardan halka açıklamaya başlar. Bunlar arasında ülkenin üst sınıfını, Venezüella'da toprakları bulunan çokuluslu şirketleri ve elbette özel mülkiyetin yılmaz bekçisi ABD’nin en dikkat kesildiği reformlar, topraksızlara toprak dağıtılmasına ilişkin olanlarla ülkenin petrol varlığının kısmen kamulaştırılmasına ilişkin yeni düzenlemelerdir. Venezüella'nın Güney ve Kuzey Amerika'daki en büyük rezerve sahip olduğunu, bunun dünyanın beşinci büyük petrol rezervi olduğunu ve ABD'nin en büyük altıncı olarak bu petrollerde doğal olarak gözü olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Kasım ayı sadece açıklanan reformların şokuyla geçmez. Bir ay içinde ulusa! ve uluslararası güçler devreye girer ve Venezüella İş Adamları Örgütü {Fedecamaras) bir günlük genel grev ilan eder. Amaç, toprak ve petrol reformlarını protesto etmektir. O günlerde değil, ama bir yıl sonra ortaya çıkacaktır ki bu genel grev ve sonraki bütün girişimler, CIA ve ABD İçişleri Bakanlığı tarafından sevinç ve coşkuyla desteklenmiş, aynı günlerde ABD'den açık ve örtülü yollardan Chavez karşıtı örgütlere büyük miktarlarda para akıtilmaya başlanmıştır. Chavez hükümete geldikten sonra ilişkileri iyice sıkılaşan ülkenin üst sınıfı ile ClA'nin Chavez'e karşı yaptıkları ortak girişimler Gazeteci Eva Golinger'in, Kod Chavez: Venezüella'daki ABD Müdahalesini Kırmak" (The Chavez Code: Cracking U.S Intervention in Venezuela) adlı kitabında açıklanan CIA belgeleriyle ispatlanmıştır. Bu sebeple olacak kitap, son bir yıldır ülkenin en çok satanlar listesinin başındadır.

Dönelim hikâyemize, iki ay İçinde ülkeyi ekonomik ve siyasal olarak sarsıntıya sürüklemek isteyen güçler başarılı olacak ve Şubat 2002'de ulusal para birimi Bolivar, ABD Doları karşısında yüzde 25'lik ani bir düşüş yaşayacaktır. Bu sırada devlet tekelindeki petrol şirketi PDVSA'daki yöneticiler de Chavez karşıtı grubun içindedir ve Chavez'in devlet başkanı olarak devletin tekelini yönetmesine izin vermezler. Chavez, uzlaşma girişimleri bir İşe yaramayınca her yıl 40 milyar dolarlık petrol gelirini yolsuzluklarla buharlaştıran PDVSA yöneticilerini İşten atar ve şirkete 25 Şubat 2002'de yeni bir yönetim kurulu atar. Bu hamle, ABD ile işbirliği yaptığı sonradan belgelenen üst sınıf temsilcileri ile Chavez arasındaki ipleri koparır. İşveren örgütleri 9 Nisan 2002'de kendileriyle işbirliği yapan İşçi sendikaları İle beraber genel grev İlan ederler. Bu, ülke ekonomisinin durması anlamına gelir. Öyle kî dünyanın beşinci büyük petrol rezervine sahip Venezüella, kısa bir süreliğine de olsa petrol ihraç etmek zorunda kalır. Chavez'in o günlerdeki sloganı şudur:
"Bu grevi ezeceğiz!"

Chavez ve karşıtlarının uzlaşmaz tavrı iki gün İçinde sokak gösterilerinin patlamasına yol açar. Takvimler 11 Nisan 2002'yİ gösterdiğinde Caracas sokaklarında 150 bin kişi yürümektedir. Chavez taraftarları ve muhalifler, şehrin merkezinde birbirine girer. 10 kişi ölür, 110 kişi ağır yaralanır. Ölenler kimin kurşunuyla ölmüştür? Yaralananlar kimin tabancasıyla vurulmuştur? Şehrin merkezinde, burunlarının dibinde şehir yerle bir olurken tek bir haber geçmeyen televizyonların olaylara İlişkin söyledikleri tek şey Chavez taraftarlarının 10 kişiyi şehir merkezinde katlettiği olur. Bu haberlerin yalan olduğu sonradan ortaya çıksa da birkaç gün için Chavez'e karşı bir kamuoyu yaratırlar. Karışıklıktan yararlanan muhalif güçler, kontrollerinde olan özel televizyonlardan Chavez'in istifa ettiğini açıklar. Birkaç ay sonra, bu haberin, haberde yapılan açıklamaların, şehirde olaylar çıkmadan önce hazırlandığı, basın açıklamasında olaylar olmadan önce çatışmalardan söz edildiği ortaya çıkar. Yani tezgâhın içinde basın da vardır!

Bütün bu tezgâhta, sonradan ortaya çıkacak, çok komik bir an yaşanır. Olay, 8 Nisan günü, yani Caracas'ta muhaliflerin ateşlediği çatışmalar yaşanmadan birkaç gün önce, Çin askeri ataşesinin uğurlama töreninde, Otel Melia'da yaşanır. ABD donanmasından David Cazares, General Roberto Gonzales'in kulağına eğilip sorar:
"Niye hâlâ bizimle bağlantı kurmadınız? Ne zaman yapacaksınız? Gemilerimiz bağlantı kurmanız İçin limanda bekliyorlar. Daha neyi bekliyorsunuz?"

Genera! Roberto Gonzales, bu Amerikalı subayın neden bahsettiğini anlamaz. Çünkü O, Amerikalı subayın zannettiği ve ABD ordusunun darbe için İşbirliği yaptığı "Gonzales" değildir. Amerikalı Subay David Cazares, Chavez taraftarı Gonzales'İ, Chavez karşıtı darbenin örgütleyicilerinden General Nestor Gonzales Gonzales ile karşıtımı ıştır. Generallerin ikisi de kısa boylu ve kel olduğu, ikisinin de yaka kartlarında kısaca "Gonzales" yazdığı için darbe fısıltısı yanlış adamın kulağına gitmiştir. Bizim general, o gece kulağına fısıldanan cümlelerin anlamını maalesef birkaç gün sonra, 10 Nisan'da Nestor Gonzales televizyona çıkıp Chavez'i İstifaya çağırdığı zaman anlayacaktır. Amerikalı subayların ve ataşelerin, biraz önce gezdiğimiz, festivalin açılış törenlerinin yapıldığı Fuerte Tiuna'da, darbeden birkaç gün önce çekilmiş fotoğrafları da gazetelerde yayınlanmaya başlayınca darbeye ABD'nin destek verdiği kesinleşecektir. Yanlış kulaklara yanlış bilgiler fısıldayan Cazares ise darbeden iki gün sonra bir daha dönmemek üzere Şili'ye, muhtemelen yeni görevler (!) için gönderilecektir.

Şimdi dönelim Chavez'in istifa ettiğinin açıklandığı 11 Nisan gününe. Bu açıklama Chavez tarafından derhal yalanlanır ve Chavez polis gözetimi altına alınır. Chavez'in istifa etmediğini, bunun bir darbe olduğunu açıklamasının ardından sokaklar yine siyaseti ele geçirir. Fakat bu sırada işadamları örgütü Fedecamaras'tan, aynı zamanda genel grevin organizatörü olan Pedro Carmona Estanga başkanlık koltuğuna oturtulur. Estanga, 16 saatlik başkanlık süresi boyunca hiç vakit kaybetmeden, jet hızıyla bir kararname çıkarır. Kararname ile halkın yaptığı 1999 Anayasası geçersiz sayılır, PDVSA'nın eski başkanı koltuğuna döndürülür ve kısaca her şeyin eskisi gibi olacağı ilan edilmiş olur.

Kararname televizyonda okunurken, yeni hükümet Miraflores'teki başkanlık sarayında koltuklarına yerleşirken, halk sokakları doldurmaya başlar. Medya ve televizyon kanalları halkın örgütlenmekte olduğundan, gösterilerin nerelerde yapıldığından hiç söz etmediği için bütün bu örgütlenme cep telefonları ve korsan radyo mesajlarıyla gerçekleştirilir. Daha sonra cep telefonlarının ve korsan radyo İstasyonlarının "devrimin yeni orak çekiçleri" olarak adlandırılmasının sebebi o günlerde Caracas'ta yaşananlardır. Yüz binlerce insan Chavez'e verdikleri destekle darbeci güçleri çaresiz bırakır ve dayandıkları Miraflores'in kapısında parmaklıkları devirirken halk ile askerler bir kez daha el ele tutuşur. O gün çekilmiş görüntüler, göstericilerle askerlerin nasıl selamlaştıklarını, Miraflores'ten çaresizlik ve korku içinde kaçan hükümet görevlilerini gösteriyor. Başkanlık Sarayı'nın altındaki gizli dehlizleri kullanan Pedro Carmona Estanga ise elbette bir daha ortalıklarda görünmez. Bütün bunlar olurken, Chavez aldığı inanılmaz halk desteğiyle yeniden başkanlık koltuğuna oturur. Takvim, 14 Nisan 2002'yi göstermektedir.
Chavez darbe sonrasında yaptığı konuşmada, "Sonu cehennemde yanmak olsa da Venezüella halkını koruyacağıma yemin ediyorum!" diyecektir.

Nisan 2002 darbesi böyle sona erdi, ama muhalefetin ABD ile işbirliği içinde yürüttüğü hükümeti sarsma girişimleri bitmedi. Aralık 2002'de gelen yeni bir grev petrol endüstrisini zorladı ve grev organizatörleri Chavez'in istifa etmesini yeniden istediler. Genel grevler dokuz hafta sürdü. Dükkânlar, üniversiteler ve fabrikalar ancak 2003 Şubat'ta yeniden açılabildi. 2003 yılı boyunca Chavez ve muhalifler arasında bir anlaşma sağlanamadı. Çünkü muhalifler Chavez'in görevden çekilmesi için referandum düzenlenmesini istiyorlardı. 2004 Mart ayına gelindiğinde muhaliflerle Chavez taraftarları arasında çatışmalar yeniden başladı. Aynı yılın haziran ayında muhalifler referandumun düzenlenmesi İçin yeterli imzayı toplamış olarak Chavez'in referanduma gitmesini sağladılar. 2004'ün Ağustos ayında yapılan referandumda Chavez oyların yüzde 59'unu alarak görevine devam etti. Seçim sonuçlarının geçerliliği uluslararası gözlemciler tarafından onaylandı.

İç politikada çılgın olan Chavez uluslararası düzeyde de 'sarmaş dolaşlıklara" hiç alışamadı. Chavez hiç de devlet başkanı gibi davra mıyordu. Örneğin bîr siyasi gösterinin tanı ortasında konuşmasını yarıda kesip kameramana seslenebiliyordu:
"Hey Gomez! Sabahtan beri çekiyorsun, yorulmadın mı? Susadıysan sana bir şey göndereyim. Kahve ister misin?"
Bu "protokolsüz" tavırlar ülke içinde kalsa yine iyiydi ama bir de bu İşin yurtdışı temsili vardı. Bazıları, Chavez'in yürüttüğü "samimi" diplomasiyi gördükçe delirecek gibi oluyordu. Çünkü Başkan Chavez, kimsenin dokunamadığı Japon İmparatoru'na sarılıyor, Margaret Thatcher'i kucaklıyor, Papa'ya sarılıp sırtını sıvazlıyordu. Kendi tarzında yürüttüğü bu "sarmaş dolaş diplomasi", uluslararası ilişkiler protokolünü darmadağın ederken üst sınıfın yönlendirdiği yerleşik, özel basın onu şöyle aşağılıyordu:
"Artık otobüs şoförlerine benzeyen bir başkanımız var!"

Antikapitalist küresel hareketin yıllık buluşma noktası olan Dünya Sosyal Forumu tutarlı bir süreç halini aldığından ve "Başka bir dünya mümkündür!" sloganı bütün dünyanın kafasını kurcalamaya, dilinde yer etmeye başladığından beri ilk "somut" girişim olan Venezüella, bütün dünya solu için hâlâ merak uyandıran ve heyecan dolu bir örnek.

Bu fıkralar kimi kez Chavez karşıdan tarafından anlatılsa da Chavez taraftarları da kendilerine ait alanlarda bu fıkraları, Chavez'e karşı büyüyen nefretle alay etmek için anlatıp gülüyorlar. Diğer yandan onlar, Chavez'in televizyonda haftada bir gün canlı olarak yaptığı ve saatlerce süren "Alo Prensidente!" programında telefonla sorular soran ve devrime inanan insanlar. "Adadan yeni kurtulmuş Robinson kadar çok konuşuyor," dedikleri bu adamın liderliğine güveniyorlar.

"Chavez taraftarlarında CIA ajanı paranoyası, zenginler arasında yoksullar tarafından izlenme paranoyası... Bu kadar korkuyla nasıl yaşanır?"
"Korkularının haklı bir gerekçesi var. En azından Chavez taraftarlarının iyi bir gerekçesi var. Chavez'e karşı yapılacak suikast planlarının ortaya çıkarılmasından sonra onları suçlayamazsınız."
"Peki medya da bu paranoyanın içinde mi? Yazdığınız makalelerde medyanın Hugo Chavez'e çok acımasız saldırdığını söylüyorsunuz. Chavez'in iktidara gelişinden beri medyada bir şey değişti mi?"
"Temel değişiklik daha sert bir kutuplaşmanın olması. Diğer yandan medya Chavez'in çok güçlü ve geniş bir biçimde desteklendiğini de anladı. Bu yüzden artık onu ve taraftarlarını ciddiye alıyorlar. Ama hâlâ muhalefetten yana net bir tutumları var. Hâlâ siyasi ve sosyal konular hakkında hükümetin bakış açısından çok az bahsediyorlar ya da hiç bahsetmiyorlar. Televizyonlar genellikle Chavez yanlılarının düşüncelerini hâlâ azınlığın fikirleri olarak yansıtıyor."

"Medya bütün dünyada bilgi akışını ve dolayısıyla bütün dünyadaki tepkileri kontrol ediyor. Ama Venezüella'da olup bitenler tam da medyanın yönlendirmeye çalıştığının tersi bir biçimde gelişiyor. Sizce Chavez ve bu süreç dünyada yaşananların bir anti tezi mi?"
"Chavez'in kendisi bir medya! Benim gördüğüm siyasi liderler arasında mesajını en iyi iletebilen lider. Kampanyalarını, kendini çok iyi anlatabilen bir lider. Çok karizmatik bir adam öncelikle. Onun en önemli hedeflerinden biri medyaya alternatif olmak, alternatif yaratmak."

"Orta sınıf ne kadar güçlü Venezüella'da? Ne kadar etkililer?"
"Bugüne kadar belirleyici olanlar onlardı. Çünkü oy vermeye onlar gidiyordu. Chavez'den önce böyleydi. Ama darbe girişiminden sonra yapılan referandumda Chavez için milyonlar sandık başına gitti. Bu insanlar Venezüella tarihinde daha önce hiç oy kullanmamış insanlardı. Bunlar seçmen listelerinde adı bile olmayan insanlardı. Siyasi sonucu onlar belirledi; ilk kez ov kullanan insanlar. Chavez ilk kez seçimlere katıldığında 6 milyon oy kullanıldı. 2004'deki yerel seçimlerde 10 milyon kişi seçimlere katıldı. Bu, oy kullanım oranında yüzde 60'lık bir yükselme demek. Venezüella tarihinde ilk kez seçimlerde yüzde 68'lik bir oranda oy kullanıldı. Daha önceleri seçimlere katılma
oranı yüzde 20'lerde bile kalabiliyordu. Burada, başka ülkelerde geçersiz sayılabilecek seçimlerle hükümetler belirlendi son yirmi yıldır.

"Şu anda medyanın toplumla ilişkisi, medyanın genel prestiji ne durumda?"
"Medya bütün güvenirliğini kaybetti. Chavez ve ülkede olan olaylarla ilgili o kadar çok yanlı ve yanlış haber yaptılar ki şimdi kitleler onlara karşı. Sanırını kendi mezarlarını kendileri kazdılar."

"Yayın saatinin yüzde 60'mı haber, kalan yüzde 40'nn uluslararası belgesel ve sinemaya ayırdık. Latin Amerika Hollywood etkisi altında olduğu için Latin Amerika'da yapılan çok iyi filmler Latin Amerika'da yeterince İzlenmiyor. Bu insanlar, yıllardır kendilerine 'çılgın Latinler' olarak bakan, kendilerinin öyle tasvir edildiği Hollywood filmlerini İzliyor.

Bu arada Botero hemen ayaküstü bana da Türkiye temsilciliğini teklif ediyor. Botero'nun beni hiç tanımamasına rağmen yaptığı bu teklif kişisel bîr şey değil, t,atin Amerika'da ya da hiç değilse bu devrim sürecinde her şey biraz insan insana ilişkiyle, insanlara güvenmekle yürüyor. Uluslararası ilişkiler bile böyle kuruluyor. Üstelik Botero ve alternatif medyada işe almada profesyonellikten çok devrime ve "başka bir dünyanın mümkün" olduğuna dair inanca bakılıyor. Sonrası zaten, her zamanki gibi, Latin Amerika'da çok yaygın olan "kervan yolda dizilir" prensibine göre ilerliyor.

"Venezüella kadınları yasal haklarının birçoğunu 20. yüzyılın ikinci yarısında elde etti. Örneğin 1982've kadar kadınlar çocuklarının velayet hakkını alamıyorlardı. Bolivarcı 1999 Anayasası ile yeryüzündeki kadınların en şanslısı haline geldik. Örneğin ev kadınlığı meslek olarak kabul edildi. Ev kadınlarına emeklilik hakkı verildi. Dünyanın başka neresinde var? En gelişmiş ülkelerde bile bulamazsınız bu hakları. Bu hakların anayasayla güvence altına alındığını da düşünürseniz niye kadın hareketinin 20. yüzyılda kurduğu bütün hayallerin anayasamızda bulunduğunu söylediğimi de anlarsınız. Bu Ülke anne merkezli erkek egemen bir ülke. Ama sanırını Chavez ile birlikte ve devrimden sonra yeniden, tıpkı eskisi gibi kadın egemen bir ülke olacak."

"Şimdi yeni bir kotamız var. Bütün siyasi partilerde ve bütün siyasi birimlerde kadın kotası yüzde 50! Fena değil, değil mi?"

"3 milyon Bolivar'a (1000 dolardan biraz fazla) kadar kredi veriliyor. Son dönemde daha da esnekleştiler, artık daha büyük miktarlar da verilebiliyor. Bu mikrokredi uygulamasıyla kadınlar iş hayatında da anaerkil bir yapı oluşturacaklar."
Banka, kredileri bireysel olarak verse de kredi alan kadınların kooperatif olarak çalışan bir grubun parçası olması gerekiyor. Kredilerin geri ödemesi dört yıl İçinde yapılıyor ve en fazla yüzde 1 faiz uygulanıyor. Eğer kredi tarımsal İşler için alınmışsa bu faiz oranı yüzde 0.5'le sınırlı tutuluyor. Kadın Bankası fikri, on yıl önceki Uluslararası Pekin Kadın Konferansı'nda ki toplantılar sırasında ortaya çıkmış olsa da Venezüella'da bu çalışma Chavez hükümetiyle birlikte başlamış. "Bana, problem değil, çözüm getirin," diyen Chavez'den etkilenen kadın hareketi öncülerinden Nora Castaneda, kadınlara yönelik mikro kredi önerisini 1999 Anayasası'nın yazılması sırasında yapılan toplantılar sırasında getirmiş.

Birçoğumuz yoksulluğu kesintisiz bir trajedi olarak tahayyül ederiz herhalde. Oysa yeryüzünün yoksulları kendi dünyaları içinde neşeli ve hatta mutludurlar bir bakıma. Latin Amerika'ya gelince, en canlı, en renkli fotoğrafları kesinlikle yoksullar verir burada. Hayatla boğuşmanın hareketli bir dansa dönüştüğü bir estetik üretilir yoksul mahallelerde. Kavganın kaosunda insan
yüzlerinin görüntüleri ateşten taşan kıvılcımlar gibi parlayıp dağılır ortalığa. Yalınayak çocuklar, koşan kadınlar, şarkı söyleyerek meyve satan adamlar, hiç İspanyolca bilmeseniz de anlayacağınız şakalaşmalar, şarkılar, şarkılar, şarkılar…

"Bize diyorlar ki, 'Siz bize anlatın yaptıklarınızı, biz de festivale gelenlere aktaralım'. İki kişi gelsinmiş! Yirmi kişi gelsin deselerdi belki düşünebilirdik ama... Bu iki günlük bir iş değil ki! Yaptıklarımızı ancak biz anlatırız. Politikacılar değil, barrio'lar da çalışan insanlar görünmeli. Biz bu yüzden alternatif medya toplantıları düzenliyoruz. İnsanları barrio'larda çalışmaya çağırıyoruz. Bizim, politikacılara değil, çorba evlerinde çalışacak, Mercal'de görev yapacak, klinikte doktorluk yapacak, misyonlarda etkin olacak insanlara ihtiyacımız var."

Alicia'ya bakıyorum. Chavez'in son zamanlarda sürekli söyleyip durduğu "devrim içinde devrim''' ve "devrimi derinleştirmek" kavramlarını belki de Alicia ve onun gibiler zaten biliyor. Öyle ki Alicia ve benzerleri Chavez istemese de bu kavramlara sahip çıkacaklar. Bu kadınların kararlılığına, nucleo'daki insanların yaşanan sürece sahip çıkışına bakınca anlaşılıyor. Chavez veya hükümeti, "Devrim bitti!" dese bir gün, görevlerinden alaşağı edilecekler. Bilhassa da kadınlar, hiç kimse istemese bile bu devrimi sürdürecekler. Maria Leon'un söyledikleri doğru: Kadınlar bu devrimi erkeklere oranla daha fazla seviyor! Devrim
için en çok onlar çalışıyor... Başta kadınlar olmak üzere bu barrio'larda yaşayanlar kendi dilleriyle yeniden ürettikleri devrim dilini, kendi sözcükleriyle tarif ederek kendilerine ait kıldıkları siyasi kuramları herhangi bir partiden daha çok ve daha kuvvetli savunabilirler. Devrimi belki de gerçekten kadınlar başlatacak dünyanın her yerinde. Ya da yüzyıllardır biriktirilmiş erkek dili yıkılmadan devrim olmuş sayılmayacak...

Upuzun şarkı sürerken arada bir ihtiyarın gözleri doluyor. Şarkı bittiğinde de ellerimi ellerinin arasına alıp şunları söylüyor bana:
"Bizim için çok Önemli. Anlıyor musun? Ben hayatım boyunca otobüslerin üzerindeki yazılan bile okuyamadım. Hayatım boyunca utandım. Ben yaşlıyım. Ama bir sürü genç insan var bu ülkede. Onlar benim gibi utanmayacaklar. Anlıyor musun? Bu yüzden önemli Chavez, Anlıyor musun?"
Sizin için çok önemli bir şeyi anlatamayacağınızdan endişelenirsiniz ya, karşınızdaki anlasın diye gözlerinin ta içine bakmak istersiniz, o da sizin kadar hissetsin isterseniz hissettiklerinizi... İhtiyar öyle. Öyle işte.

Hatta kısa bir süre sonra kendimizi devrimcilere mesaj verirken, Türkiye'deki gecekondu yıkımlarından söz ederken buluyoruz. Leo söylediklerimi İspanyolca'ya çeviriyor. Tam Türkiye'deki varoşlardan ve oralarda yapılan gecekondu yıkımlarından söz ederken ben, Leo duraklıyor. Anlamıyor. Tekrar ettiriyor. "Yıkım," diyorum. Leo'nun gözleri doluyor. Söylediklerimi çevirdikten sonra yayın birkaç saniyeliğine duruyor. Çünkü buradaki insanlar gecekonduların yıkılmasını, kendilerinkine benzer evlerin dünyanın öteki tarafında yıkılıyor olmasını anlayamıyor. Gecekonduda yaşayan insanların buna nasıl İzin verdiğini bir türlü tahayyül edemiyor. Hepsi, canlı yayının ortasında tuhaf bir sessizlik olmasına aldırmadan sus pus oluyor. Leo ve Fransisco, dünyanın öbür ucunda, nerede olduğunu bile bilmedikleri bir ülkenin yoksulları için üzülüyor, ikisinin de gözleri doluyor. O anda Türkiye geliyor aklıma. Yanı başımızda ki mahallelerde İnsanların evleri yıkılırken bize o kadar garip gelmiyor bu. Venezüellalıların şaşırdığı kadar şaşırmıyoruz buna…

Fransisco, "Peki o mahallelere nasıl girebiliyorlar?" diye soruyor. Çünkü kendi mahallelerine, eğer onlar istemezler ise ne polis ne de tanrı korusun! yıkımcılar girebiliyor. Bu yıkım meselesi uzuyor biraz, çünkü hakikaten uydurduğumu düşünüyorlar. Hatta araya Bueno Vista Social Club'tan bir şarkı koyup "Gerçekten mi?" diye soruyor Fransisco, Leo aracılığıyla. Bunu tahayyül edemiyorlar. Varoşların niye kendilerini yıkım yapanlara karşı korumadıklarını, nasıl koruyamadıklarını gerçekten anlamıyorlar.

"Biz, yani barrio'larda yaşayan çocuklar; bizi devrimden önce 'serseriler' olarak görüyorlardı. Şimdi sanat yapıyoruz. Keş zannettikleri adamlar hiphop yapıp sosyalizmden söz ediyorlar. Bundan birkaç yıl önce Chi Chi yaşındaki çocuklar ellerinde silahlarla bu sokaklarda koşturuyordu. Ama şimdi onun elinde fotoğraf makinesi var. Devrini, işte budur! Ve emin ol, her şev daha iyi olacak."

Dünya artık büyük sözlerle değil, küçük insanlarla değişiyor. Bütün bunlara işte Caracas'ın bir kenar mahallesinde, bir çocuğun, bir kadının, bir ihtiyarın hayal kurmasıyla ve konuşmasıyla başlıyor.

"Sonra tabi bütün kooperatifler yavaş yavaş kapanmış. Hükümettekiler, CIA'nin vc Bush kabinesinin baskılarına boyun eğmiş. Tabiî bu arada Chavez'İn ve hükümettekilerin milyonlarca dolarlık yolsuzlukları ortaya çıkmış. Barrio'lara ve oralarda kurulmuş radyo istasyonlarına, üniversitelere polis saldırmış. IMF paketleri yeniden uygulamaya konmuş. Özelleştirme programları yapılmış. Bütün bu değişime karşı gelenler siyasi mahkûmlar olarak hapishanelere atılmış. '
Böyle demem gerekiyordu belki, Anlattıklarımın Türkiye'de inandırıcı olması için "hikâyenin sonu" böyle olmalıydı.
Venezüella'dan döndükten sonra orada olup bitenleri anlatmam için çağırıldığım çoğu toplantıda insanlar, anlattıklarımı böyle dinliyordu. Sanki "gerçekçi" bir son arar gibi. Çünkü, belki de bu hikâye, onlara inanılmayacak kadar güzel geliyordu. Ya da bu ülkede hepimiz hikâyelerin kötü bitmesine alışıktık ve İyi biten hikâyeler bize artık sadece masalları hatırlatıyordu. Yapabileceklerimizi, yapılabilecekleri değil…

Kim bilir, belki de bu hikâyenin iyi bitmesini istemiyoruz. Çünkü o zaman bizim de bir şey yapabileceğimiz çıkacak ortaya. Yapabileceklerimiz ortaya çıkınca da sorumlu olacağız yapmadıklarımızdan. Sorumlu olmamak için bütün bunların uzaklarda, çok uzaklarda anlatılan bir masal olmasını istiyoruz. Kötü bir son için bekleyenler ya da farkında olmadan hikâye kötü biteceği için İçi titreyenler, bütün bunların gerçek olmayacak kadar güzel olduğunu düşünüyorlardı ben anlatırken. Kim bilir belki siz de öyle düşündünüz.

Bu hikâyenin ve zaferle sonuçlanmış benzeri isyan hikâyelerinin masal olmasını, hayaller gibi uzakta kalmasını isteyen başkaları da var. Onlar da bütün bunların eleştirilmeden, dokunulmaz kalmasını istiyorlar. Sonun kötü olmasını değil ama birer efsaneye dönüşmesini istiyorlar uzaklardaki halkların gerçekten yaşadıklarını.

Oysa gerçekler ne ulaşamayacağımız kadar kusursuz hayallerdir ne de sonu muhakkak hüsranla bitmesi gerekecek kadar kötücül. İsyan etmiş, kendi kaderini tayin etmek için ayaklanmış halklara, nasılsa çuvallayacak hayalperestler olarak bakmamak gerektiği gibi onları Eldorado'nun insan tanrıları olarak görmenin de lüzumu yoktur. Çünkü bütün bu olanlar yeryüzünün gerçekleri. Bize öyle değilmiş, gerçek değilmiş gibi gelmesinin bize söylenenlerle, duymak İnanmak istemesek, hatta karşı gelsek bile bize söylenip duranlarla ilgisi var bence.

İnsanlık, son yüz yılda, en az tanrı kadar iyi bir masal daha üretti: Neoliberalizmi» yeryüzünün yapabileceği en iyi şey olduğuna dair bir masal bu. Başka hangi yüzyılda krallar, daha az kişinin daha çok yiyeceği, daha çok kişinin aç kalarak öleceğini ve herkes için en iyisinin bu olduğunu söylese bu kadar geniş bir tebayı inandırabilirdi kendine? Hangi kral, "Gökyüzünün ve yeryüzünün tüm renkleri yok olana kadar sömüreceğiz maviyi ve yeşili. Doğanın kusmuklarından çiklet ve deodorant yapacağız, dese, hangi çılgın teba sevinçle koşardı çikletlerle deodorantları almaya? "Asyalı çocukları tuvalete bile gitmelerini yasaklayarak çalıştıracağız ve onların küçük elleriyle yaptıkları plastik oyuncakları hazır yemek zincirlerinde dünyanın dört bir yerinde hediye olarak, zehirli 'çocuk menüleriyle' birlikte başka çocuklara vereceğiz. Böylece Doğu’daki ve Batıldaki çocukların aynı anda canına okuyacağız," dese krallar, hangi cahil ortaçağ insanı inanırdı buna? Başka ne diyor krallar?

Bir kıtanın bütün güzel, küçük kızlarını alıp para karşılığı tecavüze uğramaları için gemilere bindirip başka memleketlere göndereceğiz!
Geri kalan erkeklere birbirlerini öldürmeleri için eski masalları hatırlatacağız. "Kimlik" ve "inanç" diye iki karışmış yumağı önlerine atacağız ve onlar bu yumakların olmayan ucunn bulmaya çalışırken gerek duydukları silahları, kurşunları biz onlara satacağız!
Güney'i öyle sömüreceğiz ve susturacağız ki iyice sersemleyip gövdelerine bombalar bağlayıp şehir merkezlerinde patlayacak İnsanlar. Biz bu arada fabrika gemilerimizle kendimize ucuz işçi aramak için ülke ülke dolaşacağız. Hangi ülkenin zenginleri bizi yerli açlardan korumak için daha çok silaha ve vicdansızlığa sahipse orada konaklayıp emeceğimiz zenginlikler bitince "Bay bay!" deyip çekip gideceğiz. Ha, belki geride bizden hatıra olsun diye ufak tefek toplumsal sorumluluk projeleri bırakacağız. Diyelim Nijerya'da toprağın canını emip, buna karşı çıkanları astırıp arkasından bir çocuk parkı yapacağız,,.
Ortadoğu'nun kalbini duvarlarla ikiye ayıracağız. Duvar işi tutarsa bu fikri Amerika kıtalarına taşıyacağız.
Batı'da insanların yapılanlardan vicdan azabı duymaması için yeni filmler üreteceğiz durmadan. Kötü adamları vampirlerden ve şeytanlardan tutacağız. Gençler artık dünyayı kurtarmak istemeyecekler çünkü kötülüğün, vampirler ve UFO'lardan geldiğine inanacaklar. Eski isyan hikâyelerini onlardan o kadar iyi saklayacağız ki yoksunluğun kaderleri olduğundan başka bir şey bilmeyecekler. Öfkelendikçe ellerindeki "play station" düğmelerine daha hızlı basıp hayali canavarları öldürecekler. Yetmezse internetten silah ısmarlayıp, kurşunlanın Wall Mart'tan alıp gidip okullarında asgari ücretle çalışan öğretmenlerini vuracaklar. Onlar öğretmenleri vurmazsa öğretmenler aklını oynatıp öğrencilerini kurşunlayacaklar. Bu arada hiçbir şey üretmeden sayılarla oynayanlar Wall Street'de, öğretmenler ve öğrenciler için onlar hiç bilmeden karar verecekler. Onlar karar vermeden önce sabahları gelip askerler, Ortadoğu'ya uzaktan attıkları bombaların çocukları öldürdüğünü saklayarak borsanın başlangıç çanını çalacaklar.

"Neoliberalizme karşı bir alternatif vardır. Ve biz burada, Venezüella'da bunu kanıtlıyoruz."

Bu kitap yeterince haksızlığa uğradığında, yeterince dövüldüğünde dönüp insanlığa saldıranların bu kez insanlığa saldırmadan önce bir an durup haksızlığa uğramanın ve dövülmenin önüne geçmeyi denemesinin öyküsüdür. Bu kitap, Latin Amerika’da yaşanan bir devrim deneyiminin sorgulanışı, tüm dünyada güçlenmeye başlayan antikapitalist oluşumun izinin sürülmesidir Yüzyılın ilk devriminin notlan…

Bundan böyle dünyayı büyük sözlerin değil küçük insanların değiştireceğine dair bir işaret
0 Responses