Murat Çetin
Sevimli Bir Aşk Hikayesi - Charles Bukowski

"Yapma," dedim. "Canım yandı."
"Ben burnuma iğne sokunca senin canın mı yanıyor?"
"Evet. Gerçekten."
"Peki, bir daha yapmam. Neşelen biraz."

Harikulade, ruhani, kutsal bir Schitzi'ydi. Deyyusun biri günün birinde sonsuza dek mahvedecekti onu. Ben olmam inşallah, diye geçirdim içimden.

"Orospu çocukları," dedi, "birkaç içki ısmarladıkları için donuma girebileceklerini sanıyorlar."
"Sana içki ısmarlamalarına izin verdiğin an başına belayı sarıyorsun."
"Sadece vücudumla değil, benimle de ilgilendiklerini sanıyorum."
"Ben seninle ve vücudunla ilgileniyorum. Vücudunu aşıp seni keşfedecek erkeklerin sayısının çok olduğunu sanmıyorum ama."

"Başkası var mı?"
"Hayır, sadece sen. Çalışıyorum ama. Ücretim on dolar. Sana bedava."

"Güzelliğinle neden uğraşıyorsun? Kabullensene?"
"Başka bir şey gördükleri yok da ondan. Bir bok değil güzellik. Uçar gider. Çirkin olduğun için talihlisin. Biri seninle ilgilendiğinde başka bir şey için olmadığını biliyorsun."
"Pekala," dedim. "Talihliyim."

Arabayı eve sürerken düşünüyordum. "Hayır," dediğinde üstelemeliydim. İstemişti beni, şüphe yoktu. Tembel, ilgisiz, bencilce davranmıştım. İkimizin de ölümünü hak etmiştim. Köpeğin tekiydim. Hayır, köpeklerin ne günahı vardı?

"keçi gibi inatçıyımdır, eskiden dövüşürdüm. En sıkı boksörlerle dövüştüm."
"öyle mi?"
"öyle."
"hımm, yüzünden belli, kötü yumruklar almışsın."
"boş ver yüzümü, ellerim çok seriydi, halen de öyledir, heyecan olsun diye arada birkaç yumruk alacaksın." "boksu takip ediyorum ama adını hatırlamıyorum." "başka adla dövüştüm. Altın Çocuk diye bilinirdim. "Altın Çocuk mu? Hiç duymadım."

"Pekala. Yarın sabah dokuz buçukta sağlık kontrolünden geç ve işe başla. Ağır iş istediğini söylemiştin değil mi?" "ee başka bir şey varsa"

"KAMYONA AS ONU!"
Kamyona doğru yürüdüm, bana Amerikan okul bahçelerinde aşılanmış kaybetme utancı ile danayı düşürmemem gerektiğini biliyordum, çünkü o zaman erkek değildim, korkaktım ve hiçbir şey hak etmiyordum; danalar, kahkahalar ve dayak sadece, kazanmak zorundaydın Amerika'da, yoktu başka yolu, bir hiç için savaşmayı göze almak zorundaydın, sorgulamadan, hem danayı yere düşürürsem yerden kaldırmak zorunda kalacaktım, kirlenecekti ayrıca. Kirlenmesini istemezdim. Daha doğrusu kirlenmesini istemezlerdi.

Çizmeleri, önlüğü ve çelik başlığı çıkartıp tahta barakaya yürüdüm. Her şeyi tezgahın üstüne fırlattım. İhtiyar bana baktı.
"aklını başına topla. Böyle iş bırakılır mı?"
"onlara iki saat karşılığı çekimi postalamalarını ya da kıçlarına sokmalarını söyle, umurumda değil!"
Dışarı çıktım. Caddenin karşı yakasındaki Meksika barına girip bir bira içtim, sonra otobüse atlayıp odama döndüm. Amerikan okul bahçesi bir kez daha alt etmişti beni.

"Baksana Harry, neden kimse Sarah'ya asılmıyor?" diye sordum.
"O bir cadıdır," dedi "aklın varsa ondan uzak durursun."
"Cadı diye bir şey yok, Harry. O iddia çürütüldü. Bir sürü kadını hunharca yok yere yaktılar. Cadı diye bir şey yok."
"Bir sürü kadını yok yere yakmış olabilirler, ama bu kaltak gerçek bir cadı. İnan bana."
"Sadece biraz şefkate ihtiyacı var, Harry."
"Sadece bir kurbana ihtiyacı var."

Kalorilerimi hesaplamaya başladı. Kızartma, ekmek, patates ve salata soslarını yasakladı, ama biramdan vazgeçemedim. Ailede kimin pantolon giydiğini bilmeliydi.
"Hayır, lanet olsun," dedim, "biramdan vazgeçmem. Seni çok seviyorum ama bira kalacak!"
"Peki," dedi, "yinede geliriz bu işin üstesinden."

Sokakta yürürken kendimi yumrukluyordum. Yanımdan geçenler tuhaf tuhaf bakıyorlardı ama umursamıyordum, çünkü bir amacım vardı, onlar ise sadece yürüyorlardı.

"Ah, miniğim benim." Diyordu bana, "Ne kadar küçük ve şekersin!"
Aşk hayatımız bile sona ermişti. Her şey orantılı olarak eriyordu. Üstüne çıktığımda beni havaya kaldırıp kahkahayı basıyordu.
"Yoruldun mu, minik ördeğim?"
"Ördek değilim ben. Erkeğim!"

Oradaydım işte; 15 santim, nüfus patlamasının çözümü, midemde kedi maması bir saksının içinde.

20 santimi bulmuştum o sıralar. Büyüyordum. Güvercinleri korkutabiliyordum artık. Güvercinleri korkutmaya başladın mı gelişiyorsun demektir.

"ay hakkında ne düşünüyorsun?" diye sordum Tony'ye.
"bok," dedi Tony.
"evet," dedi Kızılderili Mike, "dünyada g.tsen ayda da g.tsün." "Mars'da muhtemelen hayat olmadığını söylüyorlar," dedim. "kimin s.kinde?" dedi Tony. "bok," dedim, "iki bira daha."

Çıkarıp işemeye başladım.
"ne kadar küçük bir çükün varmış," dedi bana.
"işediğimde ve meditasyon yaptığımda, evet. Süper esnek tiplerdenim. Hazır olduğumda şu anda gördüğün her santim altıya katlanır."
"yalan söylemiyorsan fena sayılmaz. Çünkü şu anda dört santim görüyorum." "sadece başını gösteriyorum." "çükünü emmek için iki dolar veririm." "fazla sayılmaz."
"başından fazlasını gösteriyorsun. Hepsini gösteriyorsun."
"siktir git, Pete."
"paran bitince döneceksin."

"bak," dedi Tony, "nereden biliyorsun kaçık olduğumu? Yani bu işi nasıl kıvırıyoruz?"
"hepimiz kaçık olduğumuza göre bizi kontrol edecek çok az kişi var, dokunmuyorlar bize. Şimdilik bir şey yapamıyorlar. Bir ara uzayda yaşayabilecekleri bir gezegen bulup bizi mahvedeceklerini düşünmüştüm. Ama artık uzaya da kaçıkların hükmettiğini biliyorum." "nereden biliyorsun?"
"biliyorum, çünkü aya amerikan bayrağı diktiler." "Rusların aya Rus bayrağı diktiklerini farzet." "aynı şey." "tarafsızsın öyleyse."
"delilik söz konusu olduğunda taraf tutmam."

"s.kiş makinesi olan birini tanıyorum. Seks dergilerindeki aldatmacalardan sözetmiyorum. Hani şu ilanlarda gördüğün saçmalıklardan. Bu herif işi gerçekten çözmüş. Alman bir bilim adamı elimizde. Ruslar'dan önce davranıp adamı kapmışız. Ama aramızda kalacak." "elbette, Tony, elbette."
"Von Brashlitz, hükümet onu uzay çalışmalarında kullanmak istemiş, ama başaramamışlar.adam bu S.KİŞ MAKİNESİ'ni kafaya takmış.

"derken iyice kafayı buldu ve sırrını bana açtı. Bir erkeği hiçbir gerçek kadının düzemeyeceği gibi düzen mekanik bir kadın yapmıştı. Tampon kullanmıyordu, sıçmıyordu, üstüne üstlük tartışmıyordu." "hayatım boyunca böyle bir kadın düşledim," dedim.

"bir makineyi s.kmek için yirmi papel, öyle mi?" "adam bizi yaratanı atletmiş. Görürsün." "baykuş Pete bir dolara çükümü emmeye hazır."
"baykuş Pete iyidir, ama tanrıları utandıracak bir keşif olduğu söylenemez." Yirmiliği uzattım.

Tony tezgahın üstündeki kapağı kaldırıp, "böyle gelin," dedi. "arka merdivenden yukarı çıkın. Kapıyı çalıp, "bizi Tony gönderdi," demeniz yeterli." "odanın numarası yok mu?" "69 numara."
"elbette," dedim, "tahmin etmeliydim." "elbette," dedi Tony, "git ve hayatının s.kişini yaşa."

"biz Almanya'da savaşın bittiğini öğrenmeye başladığımızda ve çember iyice daraldığında -son Berlin muharebesine kadar- savaşın başka bir alana taşındığını biliyorduk- artık savaş kimin daha çok alman bilim adamı kapacağı üstüneydi. Amerikalılar mı? Ruslar mı? Alman bilim adamlarını kapan aya, marsaher şeye ilk ulaşan devlet olacaktı. Sayısal ya da beyin gücü olarak kimin karlı çıktığını bilmiyorum.

Yanıp sönen ışıklar ve saat gibi tıkırdayan şeyler vardıhayatımda tanıdığım en tuhaf pezevenkti bu Von B. Göstergeleri kurcaladıktan sonra Tanya'ya baktı:
"25 YIL! Ömrümü harcadım seni yapmak için! HİTLER'den bile gizledim seni! Ve şimdigözlerimin önünde sıradan bir kancığa dönüşüyorsun!" "25'ime basmadım henüz. 24 yaşındayım." "gördün mü? Sıradan bir kancıktan farkın kalmadı!"

"öff," dedi Tanya, "seni yaşlı osuruk! Sen ve şnapsın, sabaha kadar memelerimi emip durur, beni uyutmazsın! Çükünü kaldırabilsen yüreğim yanmaz! İğrençsin!" "VAS?"

69 dışında her şey gerçekleşmişti 69 numarada.

"lanet olsun! Salak herifler! Her kadın s.ktirici bir makinedir, farkında değimlisiniz? İhale en yüksek teklifi verene gider! AŞK DİYE BİR ŞEY YOKTUR! NOEL GİBİ BİR SERAPTIR AŞK DA!"

Öte yandan Amerika'nın nerdeyse herhangi bir kaldırımında on dakikalık bir yürüyüşe çıktığınızda yüz s.kiş makinesi geçiyordu yanınızdan -tek fark onların insan numarasına yatmalarıydı.

Herman. Hey, evlat!" "ne var, babalık?" "iyi bir işe ne dersin?" "Allah korusun!" "ne? İyi bir iş istemiyor musun?"
"dalga mı geçiyorsun? Benim ihtiyar Jersey'liydi, bütün lanet hayatı boyunca çalıştı ve onu kendi parasıyla gömdükten sonra geriye ne kaldı, biliyor musun?" "ne?"
"on beş sent ve sıkıcı bir hayatın sonu."
"iyi de, bir karın, ailen, evin, saygınlığın olsun istemez misin? Üç yılda bir yeni bir araba?"
"sıkıntıya gelemem ben, babalık. Kafese giremem. Tek istediğim aylak aylak gezinmek. S.kmişim."

"SUYUNU ÇIKAR PEZEVENGİN, SUYUNU! Duydun mu?" "tamam, tamam!" diye karşılık verdi Danfort. " lanet olsun! Bazen değneğin boklu ucundan ben tutuyormuşum gibi geliyor bana."

"pekala, pekala, sıktın mı orospu çocuğunu?" "hem de iki kere! Cesaretin zerresi kalmadı içinde, göreceksin." Danforth, Herman Telleman'ı geri getirdi. Biraz farklı görünüyordu Herman. Gözlerinin feri sönmüştü, dudaklarında tamamen yapay bir gülümseme vardı. Harikuladeydi. "Herman?" dedi Bagley. "evet, efendim?"
"ne hissediyorsun, ya da kendini nasıl hissediyorsun?" "hiçbir şey hissetmiyorum, efendim." "aynasızları sever misin?"
"Aynasız değil efendim, polis memurları. Bizi zaman zaman vurarak, hapse atarak, döverek ve ceza keserek korusalar da içimizdeki şiddetin kurbanlarıdırlar. Kötü aynasız yoktur. Polis memuru, özür dilerim. Polis memurları olmasaydı yasaları kafamıza göre uygulayacağımızın farkında mısınız?" "o zaman ne olurdu?" "bilmem, bunu hiç düşünmedim efendim." Mükemmel. Tanrı'ya inanır mısın?"
"elbette, efendim. Tanrı'ya, aileye, devlete, ülkeye ve emeğe."

"kusura bakma, peki mesai sever misin?"
"evet, tabii, efendim! Mümkünse haftanın yedi günü ve mümkünse iki işte birden çalışmayı severim." "neden?"
"para için, efendim. Renkli televizyon, araba, ev, ipek pijamalar, iki köpek, elektrikli tıraş makinesi, hayat sigortası, sağlık sigortası ve diğer sigortalar, çocukların eğitimi, otomatik garaj kapısı, pahalı giysiler ve Kırk beş dolarlık ayakkabılar, fotoğraf makinesi, yeni koltuklar, yeni yatak, duvardan duvara halı, kiliseye bağış, merkezi ısıtma" "pekala, pekala. Kes. Bu imkanlardan ne zaman istifade edeceksin?" "anlamadım efendim?"
"gece gündüz iki işte birden çalışırken bu lüks hayatı yaşayacak zamanı nereden bulacaksın?" "günü gelecektir, efendim, günü gelecektir!" "peki çocuklarının bir gün büyüyüp senin hıyarın teki olduğunu söyleyeceklerinden korkmuyor musun?" "hayatımı onlar için çalışarak geçirdikten sonra mı? Elbette, hayır!" "mükemmel, birkaç sorum daha var." "evet, efendim."
"bu koşuşturmaca beden ve ruh sağlığına zararlı değil mi sence?" "sürekli çalışıyor olmasam boş vaktimi içerek, yağlı boya tablolar yaparak, düzüşerek, sirke giderek ya da parktaki ördekleri seyrederek geçiriyor olurdum." "parktaki ördekleri seyretmek hoş bir şey değil mi sence?"
"hoş ama boş, efendim. Para getirmez."

Kahraman yok. Kazanan yok - yutturmacadan başka bir şey değil. Azizler yok. Dahiler yok- oyunun devamını sağlamak için uydurulmuş bir masal. Her insan hayata tutunmaya çalışır ve talihli olmayı umar. Gerisi hikaye."

"Barney, insan yeterince yaşlanmış ve kapana kısılmışsa, yeterince aç ve yılgınsa - çük emer, meme emer, bok yer hayatta kalabilmek için; ya da intihar eder. İnsan ırkı en aşağılık ırktır."

"şu yaşlı hatunlar -West ve Dietrich, hala meme ve bacak sallıyorlar, anlaşılır gibi değil, ben 6 yaşındayken de yapıyorlardı aynı şeyi, nedir bunların sırrı?"
"sır filan yok. Korse, pudra, makyaj, vatka binbir türlü numara var. Anneanneni bile on altı yaşında gösterebilirler." "anneannem öldü." "olsun, fark etmez."
"evet, haklısın galiba."

Angeles'daydılar, ölülerin ölüleri nedenini bile bilmeden hakir gördükleri 7. cadde ile Brodway kavşağında. İp atlamak, kurbağa parçalamak, posta kutusuna işemek ya da pet köpeğinize otuz bir çektirmek gibi öğrenilmiş bir oyundu.

Sonra GÖĞÜS röntgenini çekip kolunu alçıya aldılar. Düşünebiliyor musunuz? Kafasını kırmış olsaydı kıç röntgenini çekerlerdi herhalde.

Bu tartışmalara genellikle sarhoşken giriyorduk ve Vicki sarhoşluğumun çok pis olduğunu iddia ediyordu, ama aslında sarhoşluğu pis olan oydu. Neyse, bazen tartışmanın orta yerinde fırlar, kapıyı çarpıp bir bara giderdi. "canlı birini bulmaya," kızların deyimi ile.

Elimin tersiyle öyle bir tokat aşkettim ki tabureden devrildi. Yerde bir çığlık attı.
Barın bir ucundaydık. Dönüp bakmadım bile. Barı katedip çıkış kapısına yöneldim. Kapıya geldiğimde dönüp arkama baktım. Çıt çıkmıyordu.
"bakın," dedim onlara. "içinizde biraz önce yaptığımdan HOŞNUT kalmayan biri varsa bir şey SÖYLESİN"
Yere iğne düşse duyulurdu.
Dönüp dışarı çıktım. Sokağa çıkar çıkmaz vızıldamaya başladıklarını duydum, vız, vız, vız_
BOK HERİFLER! Tek erkek yoktu içlerinde!

"S.KTİR OLUP GİDECEĞİM BU DELİKTEN!" diye bağırdım Vicki'ye. "BIKTIM İTHAMLARINDAN!"
Kapının önüne fırladı.
"ölümü çiğneyerek, ancak öyle çıkabilirsin buradan!" "pekala, madem başka yolu yok."
Sıkı bir tokat çaktım, kapının önüne yığıldı. Onu kenara çekmek zorunda kaldım çıkabilmek için.

"orospu çocuğu, vurdun bana. BANA VURDUN!"
"hımm," dedim yeni bir şişe açarken, "kafamı s.kmeye devam edersen gene vururum."
"ÖYLE Mİ?" diye bağırdı. "BANA VURURSUN TABİİ, BİR ERKEĞE VURACAK CESARETİN VAR MI?"
"YOK TABİİ!" diye bağırdım, "BİR ERKEĞE VURMAM! DELİMİYİM BEN? HEM NE İLGİSİ VAR?"

Sonra yine başladı ithamlara. O uyurken otuzbir çektiğimi iddia ediyordu. Bu beni ilgilendiren bir meseleydi bence, değilse de GERÇEKTEN aklını kaçırmış demekti.

Bıraktım gitsin. Oturup şarabımı içtim. Porto.

Sonra yanımda modası geçmiş tilki kürkünün içinde biri olduğunu fark ettim.
"tilkinin bir içkiye ihtiyacı var gibi geldi bana, tatlım," dedim ona.
"o ölü. İçkiye ihtiyaç duyamaz. Ama benim acilen bir içkiye ihtiyacım var yoksa ölebilirim."
Benim gibi yufka yürekli biri ölüme sebebiyet vermemek için elinden geleni yapmaz mı? Bir içki söyledim.

"hay Allah, tavuklar." "s.kmişim tavukları."
jartiyerleri kirliydi. mükemmeldi. bir kez daha parmakladım.

ayakkabılarımı, çoraplarımı pantolonumu, gömleğimi çıkardım, sigaralarımdan bir tane yaktım. şort atlet oturdum karşısına. bunu hep yaparım, vakit kaybetmeden. rahat etmeyi severim. hatunun hoşuna gitmezse keyfi bilir. isterse gider. ama hep kalırlar. kendime has bir havam var. bazı hatunlar aslında kral doğmalıymışım diyorlar. başkaları başka şeyler söylüyorlar. s.ktirsinler.

iyice hızlandırdı o tilki kürkünü. güzeldi. kendime bir tane alırdım belki. ben kamışımı kırılabilecek ya da keskin bir şeye sokmaktan hoşlanmam. kanlı bir çükle doktora gidip su bardağını düzerken başınıza geldiğini söylediğinizi düşünsenize.

kapı açıldı ve başıma Vicki ile iki polis memuru dikildi. "ÇABUK BU KADINI EVİMDEN ÇIKAR!" diye bağırdı Vicki. POLİS! inanamıyordum. çarşafı mor ve devasa cinsel organımın üstüne örtüp uyuyormuş ayağına yattım. çarşafın altında bir langa hıyarı gizliydi sanki.

"SENİ AŞAĞILIK KALTAK. YEDİKLERİN LOS ANGELES'A KÖPRÜ OLUR SENİ…

"bu herif i.ne mi? tam bir i.neye benziyor," dedi.
"i.ne olduğunu SANMIYORUM," dedi Vicki, "olabilir de. ama kadınlara çok meraklı."

Ya zafer, ya ölüm." "Adolph." "Adolph."
"büyük oyna, büyük kaybet." "doğru, ya da sıradan insana uyarla." "s.ktir et." "evet."

"OTUZBİR ÇEKİYORUM, bunu yapmanın ne kadar zor olduğunu anlamıyor musun?"
"zor değil, Sanchez, ben sürekli çekiyorum."
"öküz gibi adamsın! Makineye ip bağlayarak çektim bu fotoğrafı. Odaklanmış olarak boşalırken aynı zamanda deklanşörü çalıştırmak kolay mı sanıyorsun?" "ben bir fotoğraf makinesi kullanmıyorum."

Besteci sarhoş, ben sarhoşum ve o kıçını sergileyerek dolanıyor, hem de ne kıç. Onu kullanmam gerektiğini düşünüyorum. Hizmetçiyi kemerimle kırbaçladıktan sonra bestecinin çükünü emerek öyküyü kurtarabileceğimi düşündüm bir ara. Ama ben hiç çük emmedim, hiç içimden gelmedi, bana göre değil, o yüzden öyküyü öyle bıraktım."
"her erkek i.nedir, çük emici; her kadın lezbiyendir. Neden kafanı böyle şeylere takıp duruyorsun?"
"çünkü mutlu değilsem işe yaramıyorum ve işe yaramaz biri olmak istemiyorum."

Kalkıp kapıyı açıyorum.
Üç kişiler. Hep erkek bu gelenler. Bir kadın balkonumdan aşağı işemiyor mesela, zilimi de çalmıyor. Gel de cinsellik üstüne yaz. Nasıl yapıldığını unuttum neredeyse. Bisiklete binmek gibiymiş ama, hiç unutulmazmış. Bisiklete binmeye beş çeker.

"biralarından bir tane içebilir miyim?"
"hayır. Buraya geliyorsunuz, içkimi bitirdikten sonra beni kupkuru bırakıp gidiyorsunuz."
"peki."
Yerinden fırlıyor, koşarak dışarı çıkıp balkon iskemlesinin minderinin altına gizlediği şarap şişesini alıyor. Sonra içeri giriyor, şişenin kapağını açıyor ve bir fırt alıyor.

"Geçen gün bir çıtırla Venice'deydim ve yanımızda yüz adet asit vardı. Narkotiklerin bizi takip ettiğini sanıp paranoya yaptım, kız ve yüz asitle kendimi Borst'un evine attım. Kapıyı çalıp ona, „çabuk beni içeri al! Üstümde 100 tane asit var ve narkotik peşimde!' dedim. Borst kapıyı yüzüme kapattı. Bir tekmede açtım ve kızla içeri daldık. Borst i.nesi yerde herifin birinin kamışını sıvazlıyordu.

"kendimi tekrar savaşmaya hazır hissediyorum. Kumsalda çürüyen insanlardan bahsedildiğini duymuşsundur. Benim de yaptığım bu: çürüyorum. Çıkmalıyım buradan. Kaygı duymuyorum.

Üçte bir skoça üçte iki su katıyorum. Allahın cezası postanede kalmalıydım. Ama burada bile, şu halinle bile, küçük bir şansın var. Yeter ki düzüştür şu maymunları.

"ne s.kim iş lan bu," diyorum. "içki var mı?" yanlış insanlarla birlikteyim. Kimsede içki yok.

Kusuyorum yine. "büyük yazar ne alemde?" diye soruyor aptal suratlı çocuk kayığın burnundan. "hangi büyük yazar?" diye soruyorum Rimbaud'dan söz ettiğini sanarak, her ne kadar Rimbaud'nun büyük yazar olduğunu düşünmesemde.

Cherry (Hyans'ın karısı): "Gitmeyi reddettin, bir şişe viski içtin ve beni kitaplığa yaslayıp düzeceğini söyledin." "Düzdüm mü?" "hayır."
"bir dahaki sefere öyleyse."

"şiirle düzyazı arasında ne fark var?"
"şiir kısa sürede çok şey söyler, düzyazı uzun sürede az."

Bir cep viskisi buldum evde, içtim, dört de bira götürdüm, oturup ilk sütunu yazdım. Bir keresinde Philadelphia'da düzdüğüm yüz elli kiloluk fahişeyi anlattım. İyi bir yazıydı. Daktilo hatalarını düzelttim, otuzbir çektim ve uyudum

Hatunlardan birini düzmeye bakıyordum ama hepsi birbirine benziyor, aynı şekilde davranıyorlardı - hepsi on dokuz yaşında, kirli sarışın, küçük kıçlı, küçük göğüslü, meşgul, uçuk ve bir şekilde nedenini bilmeksizin kibirliydi. Sarhoş ellerimi üstlerine koyduğumda hayli soğukkanlıydılar. Hayli. "bak, dede, senden kaldırmanı istediğimiz tek şey Kuzey Vietnam bayrağı!" "bahse girerim ki yarığın iğrenç kokuyordur!" "gerçekten pis bir moruksun sen! Gerçekten iğrençsin!"

"nesini düzeceğim? Kemik torbası. Kaburga kemikleri düzüşürken insanı kesebilir."
"Cüce Jimmy'yi düzdün ama, topu topu kırk bir kiloydu."
"onun ruhu vardı ama."
"öyle mi?"
"öyle."

Açık Yank'ın sonraki dört- beş sayısı "L.A FREE PRESS'İ SEVİYORUZ." "L.A. FREE PRESS'İ ÇOK SEVİYORUZ," "L.A. FREE PRESS'İ ÇOK ÇOK SEVİYORUZ," manşetlerinden geçilmiyordu. Severlerdi elbette. Abone listelerini çalmışlardı.

Deneyimli olduğum için önümden geçen kadınların nasıl sevişeceklerini tahmin ederek kendimi rahatlattım. Çok geçmeden kocaman bir şey vardı bacaklarımın arasında -bana göre kocaman- yere bakmak zorunda kaldım.

Ama siyasetim yoktu benim, düzenbazlıktan başka bir şey değildi siyaset: tarih hepimizi düzüyordu sonunda. Ben erken pişmiştim -haşlanmış, düzülmüş, bitmiş.

"Bu gazetedeki sütunlardan birini sizin yazdığınızı sanıyoruz -Pis Moruğun Notları." "evet."
"bu sütunlarla ilgili olarak ne söyleyeceksiniz?" "hiç."
"siz buna yazmak mı diyorsunuz?" "elimden bu kadarı geliyor."

Sonra Bay Washington konuştu: "Bay Bukowski?"
"evet?"
"Postane hakkında yazmaya devam edecek misiniz?"
Onlar hakkında alçaltıcı olmaktan ziyade mizahi bir sütun yazmıştım -ama benim beynim tuhaf çalışıyordu belki.
Bu sefer ben onları beklettim. Sonra cevabımı verdim: "siz beni yazmaya zorlamadıkça, hayır."

"on yıldan beri böyle bir vaka ile karşılaşmamıştık."
(On yıldan beri mi? Öbür dangalak kimdi acaba?)

Sonra Hyans aradı beni: "Bir fikrim var. Bildiğin ne kadar iyi şair ve yazar varsa bir araya getir, kitap eki çıkaracağım."
Ayarladım. Çıkardı. Ve polisler eki müstehcen bulup gazeteyi bastı.
Ama yufka yürekliydim. Aradım onu: "Hyans?"
"evet?"
"başına gelenlerden sonra sütunum için senden para almayacağım. Bana ödediğin on dolar gazetenin savunmasına katkım olsun."
"çok teşekkür ederim," dedi.
Amerikanın en iyi yazılarını bedava alıyordu

"sen olmayınca çok ölü geçiyor."
"Ben olunca da ölü."

Hyans bizzat yanıma gelip elime bir zımba tutuşturdu.
"Otur," dedi, "tirajımızı yükseltmeye çalışıyoruz. Her sayıya şu yeşil ilanlardan bir tane zımbala. Elimizde kalmış eski sayıları potansiyel abonelere yolluyoruz"

Kölelerden birine seslendi; avurtları çökük, kolları ince, hasis bir tip. Açlıktan ölmek üzereydi zavallı Eddie. Hepsi açlıktan ölüyordu. Amaç için. Hyans ve karısı ölmüyorlardı ama, iki katlı bir evde yaşıyor, çocuklarından birini özel okulda okutuyorlardı. Baba vardı bir de Cleveland'da. Plain Dealer'ın üst yöneticilerinden, para bok gibi.

ve üçümüz bir şişe ucuz şarabı aramızda paylaşarak arka kapıdan çıkarken Joe Hyans'ın sesini duyduk: "S.ktirin gidin ve hiçbiriniz bir daha buraya gelmeyin, seni kastetmiyorum Bukowski!"
Zavallı, biliyordu gazeteyi kimin ayakta tuttuğunu

"Bukowski delinin teki" diye bağırdı Joe Hyans.
"Sütununu basıyorsun ama?" dedi babişko.
"California'nın en iyi yazarı," dedi genç Hyans.
"California'nın en iyi deli yazarı," diye düzelttim.

"hayır, hayır, hayır!" diye bağırdı Joe Hyans. "Duymak bile istemiyorum!" sonra da evden kaçtı. Ne harikulade adamdı Joe Hyans. Evden kaçtı. Kendime bir içki daha koyup Cherry'ye onu kitaplığa yaslayıp düzeceğimi söyledim. Babişko ikinci olacağını söyledi. Joe Hyans caddede ruhu ile koşarken Cherry bize küfürü bastı

Savcını Joe Hyans'a sorusu: "Adliye Binasının basamaklarında oral seks yapılmasına itirazınız olur muydu?"
"Hayır," dedi Joe. "ama trafiğin kitlenmesine neden olacaktır muhtemelen."
Ah, Joe, diye geçirdim içimden, çuvalladın! "Oral seksin genellikle yapıldığı gibi Adliye Binasının içinde yapılmasını yeğlerdim," demeliydin.

"Hey, evlat. Bu orospu çocuğunu neden öldürmek istiyorsun?"
"Çünkü karımı düzüyor!"
"Oo."
Bir süre daha karşıya dikti gözlerini. Bir film gibiydi. Bir film kadar bile iyi değildi.
"Harikulade bir silah," dedi Joe. "Küçük bir şarjörü var. On el sıkıyor. Seri. Kalbura çevireceğim orospu çocuğunu."
Joe Hyans.
Kızıl sakallı harikulade adam.
Barış, yavrum.
Sormadan edemedim. "Ya gazetende bastığın bütün o savaş-karşıtı makaleler? Sevgi mesajları filan? Onlara ne oldu?"
"Allah aşkına, Bukowski, o pasifizm ayaklarını yemedin herhalde?"
"Ne bileyimyedim de denemez, yemedim de"
"Orospu çocuğuna karımdan uzak durmazsa onu öldüreceğimi söylediğim halde eve giriyorum ve kanepemde oturuyor, kendi evimde. Sen olsan ne yaparsın?"
"Bu işi mülkiyet davasına çevirdiğinin farkında mısın? S.ktir et. Unut gitsin. Çek git. Bırak onları orada."
"Sen öyle mi yapardın?"
"Otuz yaşından sonra -her zaman. Kırk yaşından sonra daha da kolaylaşıyor. Ama yirmili yaşlarımda delirirdim. İlk yanıklar fena acır."
"Neyse, ben öldüreceğim o orospu çocuğunu! Beynini dağıtacağım!"
Bütün bar bizi dinliyordu. Sevgi, yavrum, sevgi.

"Dinle," dedi Hyans, "buraya yakın oturan bir kız arkadaşım var. İki blok kuzeyde. Beni ona bırak. O beni anlar."
Kuzeye saptım.
"Orospu çocuğunu vurma," dedim.
"Neden?"
"Çünkü sütunumu basabilecek tek yayıncısın."
Bıraktım onu, evin kapısı açılıncaya kadar da bekledim. Sonra gazladım. İyi bir düzüşme onu rahatlatacaktı. Benim de ihtiyacım vardı.

Hyans'la bir sonraki konuşmamda evden ayrılmıştı.
"Daha fazla tahammül edemedim. Geçen gece bir duş yaptım, onunla sevişmeye, kemiklerine biraz hayat aşılamaya hazırlanıyordum, ama ne oldu tahmin et?"
"Ne?"
"Üstüne gittiğimde evden kaçtı kaltak!"
"Bak, Hyans, bu oyunu bilmiyorum. Cherry hakkında konuşamam çünkü çok geçmeden barışacaksınız ve onun hakkında ettiğim bütün boktan lafları hatırlayacaksın, ben kötü olacağım."
"Asla barışmam."
"Hı hım."

Sonlara her zaman hazırlıklı biri olarak hazırlıksız yakalanmıştım. Kalkıp duvardaki afişi yırttım, çöpe attım: "AÇIK YARIK. LOS ANGELES RÖNESANSININ HAFTALIK ELEŞTİRİSİ."

Ama kıza belki yatağa atarım düşüncesiyle telefon numaramı ve adresimi verdim. (Gelmedin, Harriet.)

"Hyans silahını ağzına dayadı ve tetiği çekti," dedi.
"Sonra?"
"Silah tutukluk yaptı. Silahı sattı."
"Bir kez daha çekebilirdi."
"Bir kez çekmek bile büyük cesaret ister."
"Haklısın. Bağışla. Korkunç akşamdan kalmayım."
"Ne olduğunu duymak istiyor musun?"
"Elbette. Benim de ölümüm bu."
"Perşembe akşamı gazeteyi hazırlamak için toplandık. Allahtan senin sütunun vardı ve oldukça uzundu, çünkü elimizde yeterince malzeme yoktu. Sonra Hyans geldi, gözleri şeffaflaşmış, şarap sarhoşu, Cherry ile yine ayrılmışlar."
"Ihh."
"Evet. Neyse, elimizdeki malzeme sayfaları tamamlamaya yetmiyordu ve Hyans herkesi rahatsız edip duruyordu. Sonunda yukarı çıkıp kanepede sızdı. Biz de çalışma imkanı bulduk. Gazeteyi hazırladık, matbaaya yetiştirmek için kırk beş dakikamız vardı. Ben kopyayı matbaaya götüreceğimi söyledim. Sonra ne oldu biliyor musun?"
"Hyans uyandı?"
"Nasıl bildin?"
"Ben bilirim."
"Kopyayı matbaaya kendisinin götüreceğini söyledi, ısrar etti. Arabasına atladı, gazladı ama matbaaya gitmedi. Ertesi gün geldiğimizde bıraktığı notu bulduk, ne var ne yok götürmüştü ayrıca -IBM, adres listesi, ne varsa"
"Duydum. Olanlara bir de şu açıdan bakmak lazım. Gazeteyi o başlattı, bitirmek de onun hakkı."
"IBM'i almasına ne demeli? Ona ait değil, bu yüzden başı belaya girebilir."
"Belaya alışıktır Hyans. Bela ile beslenir. Bir de çığlık atarken görmelisin onu."
"Olan küçük insanlara oldu, Buk, haftada 25 dolara çalışan, gazete için her şeylerini
veren insanlara. Ayakkabılarına mukavva yerleştiren, döşemede uyuyan insanlara." "Küçük adam düzülmeye mahkumdur, Palmer. Tarih bu." "Mongo gibi konuştun."
"Mongo orospu çocuğunun teki olmakla birlikte genellikle haklıdır."

Yakın zamanda bir şiir kitabım çıkmıştı: A.mcıkların En Büyüğüdür Gökyüzü. Karşılığında dört ay önce yüz dolar almıştım, şimdi sahaflarda yirmi dolara satılıyordu. Kendi kitabımın bir kopyası bile yoktu elimde. Dostlarımdan biri sarhoşluğumdan istifade edip çalmıştı. Dost mu?

Bir süreden beri Venice'de yaşayan bir Fransız şairin yanına sığınmak zorunda kalmıştım, ve şairimiz çift taraflı çalışıyordu -yani hem erkek ve kadın düzüyor, hem de erkekler ve kadınlar tarafından düzülüyordu.

"Aman üzülme, Bukowski," derdi gülümseyerek, "ben bakarım sana!"
Yirmi santimlik bir kamışı vardı, inik, ve Venice'e yeni geldiğinde

Pis Moruğun Notları'nın film haklarında da fena oyuna getirdiler beni. Sarhoştum, mini etekli, yüksek topuklu ayakkabı ve naylon çorap giymiş on sekiz yaşında bir a.cık getirdiler. İki yıldan beri siftahım yoktu. Hayatımı imzaladım. Ve bir tır sokabilirdiniz o a.cığa muhtemelen. Öğrenme fırsatım olmadı.

Ben o sırada banyoda kusuyor olurdum. Dışarı çıkardım.
"Yerleri berbat etmedin, değil mi, Bukowski?"
Ölüyor musun, diye sormazdı. Onu endişelendiren tek şey temiz banyosuydu.
"Hayır, André, kusmuğumun tamamını doğru kanallara boşalttım."
"Aferin!"

Genellikle erkekti gelenler, ama arada sırada genç kızlar da gelirdi, hayli çekici kızlar, ve gelen kız olduğunda gitmek zorunda olmaktan nefret ederdim. Ama onun inik yirmi santimlik bir kamışı artı ölümsüzlüğü vardı. Rolümü ezberlemiştim.
"Şey, André, başım çatlıyor sahilde biraz yürüyeceğim, temiz hava iyi gelir."
"Yok, hayır, Charles! Gerçekten, gerek yok."
Ve daha kapıdan çıkmadan arkama dönüp baktığımda kız André'nin fermuarını açmış olurdu. Ya da fermuarı yoksa bermuda şortu Fransız bileklerindeydi ve kız inik yirmi beş santimlik bir kamışın biraz tahrik edilince neler yapabileceğini görmek için çalışıyor olurdu.

Herkesin kendine özgü muhtelif cehennemleri vardı ama ben üç boy farkla öndeydim.

Bir kadını ayakta alabilmek için ölçülerinin sizin ölçülerinizle uyumlu olması gerekir. Bir gece bir Detroit Otel odasında ölmeme ramak kaldığını hatırlıyorum. Ayakta denedim ve hataydı. Demek istediğim, hatun iki bacağını da yerden kaldırıp belime dolamıştı. Bu da iki bacakla dört kişi taşımaktır. İyi değildir. Vazgeçmek istedim. Sadece iki şeyle taşıyordum hatunu: kıçının altına yerleştirdiğim ellerim ve kamışımla.
Ama hatun sürekli, "Tanrım, ne kadar güçlü bacakların var! Tanrım, bacakların çok güçlü ve harikulade!" deyip duruyordu.
Ki doğrudur. Geri kalanımı çöpe atabilirsiniz, buna beynim de dahil.

"Basamaklara dikkat edin," dedim, "yağmurda çok kaygan oluyorlar."
"Teşekkür ederim, Andre,"dedi oğlan.
"dikkat ederiz, Andre," dedi kız.
"Sevgi," dedim.
"Sevgi!" diye cevap verdi ikisi bir ağızdan.
Kapıyı kapattım. Tanrım, ne güzel şeydi ölümsüz bir Fransız şair olmak!
Mutfağa gittim, bir şişe kaliteli Fransız şarabı, ançüez ve doldurulmuş zeytin buldum. Her şeyi getirip dengesiz sehpanın üstüne koydum.

"Yahudi ya da i.ne ya da komünist ya da zenci olsaydım sorun kalmayacaktı değil mi? O zaman içerdeydim, değil mi?
"dün burada zenci bir yazar vardı, bana teni beyaz olsa milyoner olacağını söyledi." "pekala, i.nelere ne demeli?" "bazı i.neler çok iyi yazıyor." "Genet gibi mi?" "Genet gibi."
"çük emmeliyim, öyle mi? Çük emmek üstüne yazmalıyım, öyle mi?" "öyle bir şey söylemedim."

Henry Mason derin bir nefes alıp arkasına yaslandı. Tahammül edilemeyecek kadar sıkıcı insanlardı sanatçılar. Dar görüşlü. Başarılı olmuşlarsa ne kadar kötü olurlarsa olsunlar büyüklüklerine inanıyorlardı. Başarılı olamamışlarsa ne kadar kötü olurlarsa olsunlar yine inanıyorlardı büyüklüklerine. Başarılı olamamışlarsa suç başkasındaydı. Yeteneksiz olabilecekleri hiç gelmiyordu akıllarına; berbat bile olsalar dehalarına güvenleri tamdı. Ve her zaman küçük kıçları Şöhret'le verniklenmeden mezarı boylamış bir Van Gogh ya da Mozart ya da bir düzine başka örnekle çıkarlardı karşına. Ama her Mozart için berbat işler kusan 50.000 çekilmez geri zekalı vardı.

"ne istiyor öyleyse?"
"sizi şahsen görmek."
"başından savamıyor musun?"
"hayır, bacaklarıma bakıp gülümsüyor." "sen de eteğini aşağı indir öyleyse!" "çok kısa." "pekala, gönder." Ainsworth Hockley girdi odaya. "otur,"dedi Mason.

Hockley oturdu. Sonra yerinden fırladı, bir puro yaktı. Eşcinsel olduğundan endişe ediyordu. Yani eşcinsel olup olmadığından emin değildi, bu yüzden de puro içiyordu çünkü puro içmeyi erkeksi ve dinamik buluyordu. Ama yinede eşcinsel olup olmadığından emin olamıyordu. Kadınlardan hoşlandığını da düşünüyordu. Karmaşıktı durum.

"Sağol, yavrum," dedi Hockley, "birbirimizin çükünü emmek istemediğimizden emiz miyiz?" "ben eminim," dedi Mason.

Beş tane puro satın aldı Mason, devasa purolardan. Birini yakıp koca bir duman bulutu üfledi havaya. Yemek yiyecek bir yer bulmak için binadan çıktılar. "yemekten önce puro mu içersin genellikle?" diye sordu Francine. "önce, sonra ve arada."

Garson geldi ve elindeki mönü kartları ile dumanı dağıttı. Bir tane Francine'e uzattı, bir tane Mason'a. Ve bekledi. Ve sertleşti. Nasıl oluyordu da o otuzbir çekerken bazı herifler böyle bebekleri götürüyorlardı? Garson siparişi aldı, not etti, mutfak kapısından girip siparişi aşçıya iletti. "hey," dedi aşçı, "o önündeki ne?" "nasıl yani?"
"çadır kurmuşsun lan! Bana yaklaşma onunla!" "bir şey değil."
"bir şey değil mi? Yahu birini öldürebilirsin onunla! Git üstüne soğuk su serp biraz! Bu şekilde dolaşamazsın!"

"Çok güzel," dedi Tony. "Ölüsü bile harikulade."
"Evet, ama yaşıyor olsaydı senin gibi bir serseriye iki kez bakmazdı. Bunu biliyorsun değil mi?"

"Tanrım, Bill! Müthişti, müthiş!"
"Çıldırmışsın sen! Ölü bir kadını düzdün az önce!"
"Ve sen ömrün boyunca ölü kadınlar düzdün -ruhları ve yarıkları ölmüş ölü kadınlar- ama bunun farkında değildin! Kusura bakma, Bill, olağanüstüydü. Utanmıyorum."

"Adı neydi acaba?" diye sordu Tony. "Aşık oldum."
Bill güldü. "Sarhoş olduğuna eminim artık! Canlı bir kadına aşık olmak sadece ahmaklara mahsustur ve sen ölü bir kadına aşık oldun."

"Sonra senin arabaya koyup Venice kumsalına götüreceğiz ve okyanusa bırakacağız."
"Su soğuktur."
"Çükünü hissettiğinden daha fazla hissetmeyecek suyun soğukluğunu."
"Ya senin çükünü?" diye sordu Bill.
"Onu da hissetmedi," diye yanıtladı Tony.

"Sevgili Bay Bukowski:
Neden hiç siyaset veya dünya meseleleri üstüne yazmıyorsunuz? M.K.
"Sevgili M.K.:
"Ne diye? Yani, yeni bir şey mi var? -yemeğin altının yandığını herkes biliyor."

Demokrasi ile Diktatörlük arasındaki fark: Demokrasi'de önce oy kullanıp sonra emir alırsın, Diktatörlük'de seçimle filan zaman kaybedilmez.

neyse, bombayı bir türlü kancalayamıyorlardı, iradesi vardı sanki lanet şeyin. sonra denizde bir fırtına kopmuş ve güzelim bombamız denize yuvarlanmıştı. deniz çok derindir, devletimizden bile daha derin.

insanlar akıllarını çok iyi olmayan bir şeye taktıklarında ne yaparsın? kolay, akıllarını başka yere kanalize edersin. akıllarını aynı anda iki şeye takamazlar nasıl olsa. 23 Ocak 1968'deki gazete haberi örneğin: HİDROJEN BOMBASI YÜKLÜ B-52 İZLANDA AÇIKLARINDA DÜŞTÜ. DANİMARKA RAHATSIZ. Danimarka rahatsız mı? hay Allah!
neyse, birden, 24 Ocak tarihli bir haber: KUZEY KORE AMERİKAN DONANMASINA AİT GEMİYE EL KOYDU.
milliyetçilik tırmanır! vay, orospu çocukları! ben o savaşın bittiğini sanıyordum! ha, anladım -KIZILLAR! Koreli kuklalar!
AP kaynaklı haber: eskiden kargo gemisi olarak çalışan ve sonradan elektronik istihbarat ve oşinografi cihazları ile donatılıp casus gemisine çevrilen Amerikan istihbarat gemisi Pueblo, Kuzey Kore'nin Wonsan Körfezi'ne çektirildi.
Kızılların işi, rahat durmazlar!
ama Hidrojen bombası haberinin kendine ikinci sayfada küçük bir yer bulduğunu fark ediyorum: "B-52'nin Düştüğü Bölgede Radyasyon; Bombadan Sızıntı Olasılığı."
Başkan'ın sabahın ikisi ile iki buçuğu arasında uyandırıldığını ve Pueblo'ya el konduğunun kendisine bildirildiğini öğreniyoruz.
sonra da uykusuna dönmüştür tahmin ederim.
ABD'ye göre gemi uluslararası sulardaydı; Kore'ye göre kendi sularındaydı. ülkelerden biri yalan söylüyor, biri söylemiyor.
insan sormadan edemiyor, uluslararası sularda bir casus gemisi ne işe yarar? güneşli bir günde yağmurluk giymek gibi bir şey. ne kadar yakın, o kadar bilgi.
manşet: 26 Ocak 1968: ABD 14.700 İHTİYATİ HAVACIYI GÖREVE ÇAĞIRIYOR. İzlanda'ya düşen hidrojen bombaları ile ilgili tek haber yok, öyle bir şey hiç olmadı sanki.

iyi adamlar ve kötü adamlar var mı gerçekten? hep yalan söyleyenler ve hiç yalan söylemeyenler.

şimdi, sevgili okurlar, izninizle fahişelere ve atlara ve içkiye dönmek istiyorum henüz vakit varken. bu konular ölümü de içeriyorsa, kanımca, insanın kendi ölümünden sorumlu olması, ölümün Özgürlük, Demokrasi, İnsanlık, Milliyetçilik ve/veya diğer palavraların bir sonucu olarak gelmesinden çok daha az rahatsız edicidir.

(para ancak iki durumda sorun yaratabilir: çok fazla ya da çok az ise. ve ben yine o "çok az" durumundaydım.)

"şey,Marie," dedi blanchard, "Charley bir dahidir. ama köşeye sıkışmış durumda.
kendini toparlayacağından eminim, ama şimdilik...şimdilik kalacak bir yere ihtiyacı var."
Marie gözlerini bana dikti. "dahi misin sen?" diye sordu. uzun bir yudum aldım biradan. "emin olmak kolay değil aslında. kendimi genellikle geri zekalı gibi hissederim. daha çok beynimin içi hava doluymuş gibi." "kalabilir," dedi Marie.

"Neyse, Marty'yi andırıyorsun. Yıpranmış ama müşfik bir görünümün var. Bilirim senin gibileri. İyi bir erkeği görür görmez fark ederim. İyi bir yüzün var." Onun yüzüyle ilgili bir şey söyleyemediğim için, "Sigaran var mı, Marie?" dedim.

Sulu skoç koydu bardaklara. Görmüş geçirmiş bir kadın olduğu aşikardı. Benden on yıl daha görmüş geçirmiş muhtemelen. Neyse, yaşlılık suç değildi. Ama bazı insanlar kötü yaşlanıyorlardı.

Benim dahi ya da geri zekalı olduğumu düşünmelerinin önemi yoktu. Ben biliyordum ne olduğumu. İkisi de değildim.

Çantasında para bırakacak kadar aptal ya da cömert olabilir miydi? Açtım çantayı. On dolar duruyordu dibinde.
Marie beni sınıyordu, onu hayal kırıklığına uğratmayacaktım.
Onluğu alıp yatak odasına döndüm, giyindim. İyi hissediyordum kendimi. Hayatta kalmak için ne gerekti ki insana? Hiç. Doğruydu.

Ve kustuktan sonra dönüp içerideki insanlara bakmak: müşterilerden daha yalnız ve zavallı tek kişi barmendi, özellikle mekanın sahibi ise.

"Çantamı karıştırmışsın."
"Tabii. Bırakmışsın orada. Bira içmek zorundaydım."
"Sürekli bira içmen şart mı?"
"Evet."

Marie geldiğinde gözlerimi ekrana diktim, bu onu biraz rahatlattı. Bir elinde dama tahtası, bir elinde de spor eki olan bir adam kadar masum görünüyordum.

Yeni bir kıyafete bürünüp süslenmişti Marie. Hoş göründüğü bile söylenebilirdi, ama öyle şişmandı ki! Neyse, bir park bankında uyumuyordum en azından.

Viskiyi almamı söyledi, ben de aldım. Ama kendi yatağıma gideceğime onun yatağına girdim. Soyunduktan sonra, elbette. Harika bir yataktı. Şu demode, direkli, ahşap çatısı olan karyolalardan. Çatıyı indirene kadar düzüşürsen başarılı sayılıyordun herhalde. Tanrıların yardımı olmaksızın hayatta indiremezdim o çatıyı.

Bir süre yüzü ile uğraştı, vazgeçti, saçına iki bigudi sardı, döndü, yatağa doğru geldi ve beni gördü.
"Tanrım. Charley, yanlış yataktasın."
"Hı hım."
"Bak tatlım, ben o kadınlardan değilim."
"Zırvalamayı bırak ve yatağa gir."
Girdi. Tanrım, sırf etti.

Sonra o beni öptü, dilini ağzıma soktu. Küçüktü dili -o küçüktü hiç olmazsa- ve tutku dolu ve tükürüklü ve ağzıma girip çıkıyordu.

Fırınla buzdolabı bile insani göründüler gözüme, iyi anlamda insani -sanki kolları ve sesleri vardı, takıl evlat, burası iyi bir ev, senin için iyi olabilir, diyorlardı.

iyi bir dinleyici; hafif bir gülümseme ile dinleyenlerden. Severdi dinlemeyi; insanlar en sevdiği gösteriydi ve giriş ücretsizdi.

İkisi de kodese girip çıkmışlardı, yine gireceklerdi. Biliyorlardı. Önemi yoktu.

"Atışa başlarlarsa ilk mermi deliğine atlarız. Oraya bir daha atış yapmayacaklardır. Hedefi vurmuşlarsa tatmin olmuşlardır. Vuramamışlarsa da başka bir yere atış yapacaklardır."
"Mantıklı."

"tek bir fırsat yetebilir insana hayatta," dedi Duke, "ondan sonra beyefendi olursun."

Otelin arka kapısına yaklaştıklarında genç bir kadın geldi yanlarına; o mahalle için genç sayılırdı, 30 yaşlarında ve biçimli.

Harry odadan çıkınca Ginny, "önce seni s.kmek istiyorum. Ondan pek hoşlanmadım," dedi. "Uyar," dedi Duke.
Üç içki daha koydu. Harry döndüğünde Duke ona söyledi.
"Önce beni s.kecek."
"Kim diyor?"
"Biz diyoruz," dedi Duke.
"Evet," dedi Ginny.
"Onu da yanımıza almalıyız diye düşünüyorum," dedi Duke. "Önce bir düzüşmesini görelim," dedi Harry.
"Erkekleri delirtirim," dedi Ginny. "Erkekleri bağırtırım. California eyaletinin en dar yarığı bende!" "Pekala," dedi Harry, "görelim."
Duke kadının içkisini tazeledi. "ben de fena sayılmam bebeğim, ikiye yaracağım seni!"
"Bacağını sokarsan belki," dedi Harry.

Duke girdi. Harry çarşafın altında Duke'ün kıçının inip kalktığını gördü.
"Has.ktir!" dedi Duke.
"N'oldu?" diye sordu Ginny.
"Dışarı çıktı! Çok dardın hani?"
"Ben seni sokarım! Girmemiştin zaten galiba!"
"Bir yere girdim ama!" dedi Duke.

Sonra Ginny inleyip konuşmaya başladı. "Ah, canım, canım! Tanrım, harikasın, harikasın!" Bir ton palavra, diye geçirdi içinden Harry.

Sonra Ginny'nin sesini duydu.
"GELİYORUM! Ah, tanrım, GELİYORUM! Tanrım"
İçinden, palavra, diye geçirdi ve onlara bakmak için döndü. Duke, fena kaptırmıştı. Ginny'nin çıplak ampule diktiği gözleri şeffaflaşmıştı
Atış poligonunda onu vurmak zorunda kalabilirdi. Hele hatunun kutusu gerçekten darsa.

Ölüm döşeğimden kalkıp hastaneden çıkmış, sevkiyat memuru olarak çalışmaya başlamıştım. Cumartesi ve Pazar günleri çalışmıyordum. Cumartesi günü Madge'le meseleyi konuştum.
"Bak, güzelim, o Düşkünler Koğuşu'na dönmek için hiç acelem yok. İçkiyi frenlememi sağlayacak bir meşguliyet bulmalıyım kendime. Bugün mesela. Kafa çekmekten başka yapacak bir şey yok. Sinemaya gitmekten hoşlanmıyorum. Hayvanat bahçeleri aptalca. Bütün gün düzüşemeyiz. Ne halt edeceğiz?"
"Hiç hipodroma gittin mi?"
"nedir o?"
"At yarışları. Bahis."
"Bugün açık bir hipodrom var mı?"
"Hollywood Park."
"Yürü."

Madge'e nerede buluşacağımızı söyledim ve iki dolarlık ganyan gişelerinden birinde sıraya girdim. sıraların hepsi uzundu, insanların oynamak istemedikleri hissine kapıldım. huzursuz görünüyorlardı.

"Bu oyun aptallar için," dedim. "Herkes oynadığı atın adını bağırarak hoplayıp zıplıyor. hem KIZIL TAN'a ne oldu?"
"Bilmiyorum. oysa adı ne kadar güzeldi."
"İyi de, atlar adlarını bilirler mi? koşularını etkiler mi?" "Koşuyu kaybettiğin için canın sıkkın. daha bir sürü koşu var." haklıydı. vardı.
kaybetmeye devam ettik. öylesine oynuyordum, orada olduğum için. Madge'in altı doları üç koşu sonunda tükenmişti, ona başka para vermedim. kazanmanın çok zor olduğunun farkındaydım. hangi atı seçersen seç bir başka at kazanıyordu. olasılıkları kaale almıyordum artık.

"CLAREAMONT'u buldu," dedi Madge barmene. "Öyle mi?" dedi barmen.
"Evet," dedim, kendime deneyimli bahisçi süsü vererek. her nasıl görünürse. tabelaya bakmak için döndüm. 52 dolar 40 sent vermişti CLAREAMONT. "bu oyunun üstesinden gelinir bence," dedim Madge'e. "Bak şimdi, ganyan oynarsan her yarışta kazanman gerekmiyor. tek bir at bularak eve kazançlı dönebilirsin." "Doğru, doğru," dedi Madge.

"Sıraların biraz kısalmasını bekleyelim," dedim, "sonra paramızı alırız." "Atları sevdin mi, Harry?" diye sordu.
"Bu oyunun üstesinden gelmek kesinlikle mümkün," dedim.

"Allah aşkına, Madge," dedim, "çoraplarını yukarı çek. çamaşırcı kadınlara benziyorsun."
"Hay Allah! Afedersin, sevgilim."
çoraplarını çekmek için eğildiğinde ona bakıp içimden, yakında kendime daha iyi birini bulacak kadar param olacak, diye geçirdim.

çoğumuz bir şeylerden kaçmıştık -kadınlardan, faturalardan, bebeklerden, hayattan. dinleniyorduk ve yorgunduk, hastaydık ve yorgunduk, bitiktik.

Ben oturmuş kızın göğüslerini düşünüyordum, Herb'le Talbot'u da: orada oluş nedenlerini bana asla anlatmamalarını, orada oluş nedenimi onlara asla anlatmamamı, kocaman birer sıfır oluşumuzu, düşünmemeye ve hissetmemeye çalışarak saklanmayı seçen ahmaklar oluşumuzu, ama yinede kendimizi öldürmeden hayata tutunuşumuzu. Aittik oraya.

Tünellere dinamit yerleştirip bütün fünyeleri tek bir fünyeye bağladıktan sonra fünyeyi ateşleyip koşmaya başlıyorduk. iki buçuk dakikan vardı uzaklaşmak için. Patlamadan sonra kürekle pisliği temizler ve aynı
işlemi tekrarlardın. Maymun gibi merdivenlerden bir aşağı bir yukarı inip çıkıyordun. Arada sırada, patlamadan sonra bir el ya da bir ayak bulunurdu, gerisi yok. iki buçuk dakika biri için yeterli olmamış demekti. Ya da fünyelerden biri bozuk çıkmış, erken patlamıştı. imalat hatası, ama hatayı yapan umursamayacak kadar uzaktaydı. Paraşütle atlamaktan farksızdı, açılmadığında şikayet etme fırsatın olmuyordu.

"Nasıldı?"
"Bildiğiniz gibi."
"Ne yani, memelerini düzmedin mi?"
"Allah kahretsin! Bir yerde çuvalladığımı biliyordum."

"Memelerine patlattım," dedi Herb. "Çenesinin altında bir bel denizi oluştu. Ayağa kalktığında beyaz bir sakal gibi duruyordu çenesinde. iki havluyla ancak silebildi sakalını. Beni yarattıklarında kalıbımı fırlatıp atmışlar."
"Seni yarattıklarında sifonu çekmeyi unutmuşlar," dedi Talbot.

İki sokak ileride bir okul otobüsüne bomba isabet etmişti. Çocuklar piknikten dönüyorlardı. Çocuk parçaları saçılmıştı her yere. Kan gölüydü ortalık.
"Zavallı çocuklar," dedi Herb, "asla düzülmeyecekler."
Düzülmüşlerdi bence. Yürüdük.

insanın odasında içmesi çok daha iyidir elbette, ama yılların deneyimiyle dört duvar arasında bir başına oturmanın da bir sınırı olduğunu, bir yerden sonra dört duvarın seni öldürmekle kalmayıp seni öldürmelerine de yardımcı olacağını öğrenmiştim. Düşmanı kolay zaferler sunmanın alemi yoktu. Yalnızlıkla kalabalık arasındaki hassas dengeyi kurmak -işin sırrı buradaydı, akıl hastanesine düşmemenin sırrı.

Şanslıydım. Öldürmeye değecek kadar önemli değilim." "kim yaptı bunu sana?" "herkes." "herkes mi?"

"sen paranoyak mısın?" diye soruyor. "elbette. Aklı başında herkes kadar."

Orkestra "Mutlu Günler Geri Geldi" parçasına girdi. Bana parmak gösteriyorlardı. Sustalıdan iyidir.


-------------------------

Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi - Charles Bukowski

İyi de nereye gideyim? Müzeye mi? Bütün gün evde oturup yazarcılık oynamayı bir düşünün. Küçük bir eşarp bağlayabilirim boynuma. Arada sırada ziyaretime gelen hayli düşmüş bir şairi anımsıyorum. Gömleğinin düğmeleri kopuk, pantolonunda kusmuk, saçı yüzünde, bağcıkları çözük, ama boynunda her zaman tertemiz uzun bir eşarp. Şairliğinin simgesiydi o eşarp. Şiirleri mi? Hiç girmeyelim…

Kapımı kapalı tutabilmek için korkunç şeyler yaşadım birkaç kez. Çoğu onları içeri davet edeceğimi ve sabaha dek içeceğimizi sanır. Yalnız içmeyi yeğlerim. Yazarın borcu yazarlığınadır sadece. Okuyucuya karşı sorumluluğu yazılarını bastırıp sunmaktan öteye geçmez. Üstelik kapımı çalanların çoğu okurum değiller, benim hakkımda bir şeyler duymuşlarda". En iyi okur ve insan beni yokluğu ile ödüllendirendir.

Personel dışında her gün orda olan başka birini tanımıyorum. Bir tür hastalık olsa gerek. Saroyan bütün parasını at yarışlarında kaybetti. Fante pokerde, Dostoyevski rulette. Ve son meteliğinle oynamıyorsan para değildir asıl mesele. Kumarbaz bir arkadaşım bir keresinde bana, "Kazanmak ya da kaybetmek umurumda değil, tek istediğim oynamak," demişti. Ben paraya arkadaşımdan daha çok saygı duyarım. Ömrümün büyük kısmı yoksulluk içinde geçti. Bir park bankının, ev sahibesinin kira istemek için kapıyı çalmasının ne olduğunu bilirim. Para ancak iki şekilde sorun teşkil eder: çok fazla ya da çok azsa.

Kendimize işkence etmek için kullanmak isteyeceğimiz bir şey hep bulunur sanırım. Hipodromda başkalarının hislerini paylaşırsın; o ümitsiz karanlığı, pes edip vazgeçmenin kolaylığını. Bahisçilerin dünyası gerçek dünyanın makul ölçülere indirgenmiş şeklidir; hayatın ölümle sürtüşmesi ve kaybetmesidir. Sonuçta kimse kazanmaz. Geciktirmektir tek isteğimiz, o göz kamaştırıcı ışıktan gözlerimizi bir an için kaçırmak.

Hemingway'in boğa güreşlerine neden ihtiyaç duyduğunu biliyorum; resmi çerçeveliyordu onun için; gerçeğin nerede olduğunu ve ne olduğunu hatırlıyordu. Elektrik faturası, yağ değiştirme filan derken unuturuz bazen. Çoğu insan ölüme hazır değildir, ne kendi ölümlerine ne de başkalarının. Şoka girerler, ödleri patlar, beklenmedik bir sürprizdir ölüm onlar için.

Bir çiçeğin büyümesi bizi ne kadar kederlendiriyorsa, ölüm de o kadar kederlendirmeli. Korkunç olan ölüm değil, yaşanan ya da yaşanamayan hayatlardır.

Neyse, bilgisayarın tamire gitmesi gerekiyor ve bu iki editör yazılarımın daktiloda yazıldığını görünce içlerinden, "Bukowski ruhuna kavuşmuş, bu metinler çok daha iyi okunuyor," diye geçirecekler.
İyi de, editörlerimiz olmasa ne yapardık? Hatta, biz olmasak editörlerimiz ne yapardı.

Adını Robin'den Jharra'ya değiştirdi. Kadınlar yaşlanınca adlarını değiştiriyorlar. Değiştiren çok, demek istiyorum. Erkeklerin ad değiştirdiğini bir düşünün? Birini arıyorum ve aramızda şöyle bir konuşma geçiyor mesela:
"Hey Mike, Menekşe ben."
"Kim?"
"Menekşe. Eskiden Charles'dım ama artık Menekşe'yim. Bundan böyle Charles diye seslenenlere cevap vermeyeceğim."
"Siktir git, Menekşe."
Mike telefonu yüzüme kapar.

Kendimden memnun olmaktan çok uzağım ama. Denetleyemediğim bir şey var içimde. Arabamla bir köprüden geçiyorsam aklımdan mutlaka intihar geçer. İntihan düşünmeksizin bir göle ya da okyanusa bakamam. Çok durmam üstünde. İNTİHAR. Aniden yanan bir ışık gibi. Karanlıkta. Çıkış yolu olduğunu bilmek içerde kalmayı kolaylaştırır. Anlıyor musunuz? Yoksa sonu deliliktir.

İnsanlar içimi boşaltır. Depomu doldurabilmek için onlardan uzak durmalıyım.

Yüzü koyun uyurum. Eski bir alışkanlık. Çok fazla kaçık kadınla birlikte oldum. Takınılan sağlama almak gerek.

Daha ne istiyorum? Bir Tanrı olup olmadığı beni ilgilendirmiyor. Umurumda bile değil. Bu yüzde on sekizlik kesinti de neyin nesi?

Dizeler akıcı ve söylemelerini istediklerimi söylüyorlar. Etkisinde olduğum yazar kendimim artık.

Yaşarken hepimiz farklı tuzaklara yakalanırız. Kimse kaçamaz o tuzaklardan. Bütün hayatını bir tuzakta yaşayanlar bile vardır. Önemli olan tuzağın tuzak olduğunu fark etmektir. Fark edemiyor-san, bitmişsin.

Yazmak bir tuzak olabilir. Kimi yazarlar geçmişte okurlarını memnun eden tarzda yazmayı sürdürürler. Sonra da tükenirler. Çoğu yazar yaratıcılığını bir süre sonra kaybeder. Övgülere kapılır. Yazar hakkında nihai kararı verecek yargıç kendidir. Eleştirmenlerin, editörlerin, yayıncıların, okurların rüzgârına kapılmışsa işi bitmiştir. Ün ve servet rüzgârına kapılmışsa hiç düşünmeden sifonu çekebilirsiniz.

İnsanı yazmaktan alıkoyabilecek tek şey kendisidir. Yazma isteğini gerçekten duyan kişi mutlaka yazar. Reddedilme ve aşağılanma onu güçlendirir sadece. Ve engellenişi ne kadar uzun sürerse o kadar güçlenir, barajda yükselen su gibi. Yazmakla kaybedilecek hiçbir şey yoktur; uyurken parmaklarınızı güldürür; insanı kaplan gibi yürütür, gözlerini ateşleyip ölümle yüz yüze getirir. Bir savaşçı gibi ölür, cehenneme şeref konuğu olursunuz.

Kim icat etti yürüyen merdiveni? Delilik diye buna derim. Yürüyen merdivenlerde ve asansörlerde çıkıp inen insanlar, araba süren insanlar, garaj kapılarını uzaktan kumanda ile açan insanlar. Sonra yağlan eritmek için jimnastik salonlarına gidilir. 4.000 yıl sonra bacaklarımız olmayacak, ördeklere benzeyeceğiz. Bütün türler kendilerini yok ederler. Dinozorların sonu da böyle oldu. Canlı namına ne varsa yediler, sonra birbirlerini yemeye başladılar ve sonunda tek dinozor kaldı ve o orospu çocuğu da açlıktan öldü.

Yazmak ateş yakıyor içimde, havada perendeler atıyorum yazarken. İyi de, nereye kadar? Gitmesini bilmek lazım. Depomuzdaki yakıttır ölüm. Devam edebilmek için ihtiyacımız var. Hepimize lazım. Bana lazım. Size lazım. Zamanı geldiğinde gitmezsek çevreyi kirletiriz.

Bir başka yazarın tarzını seven yazar yok gibidir, Norman. Ancak öldüklerinde, ya da çoktan ölmüşlerse. Yazarlar sadece kendi boklarını koklamaktan hoşlanırlar. Ben de onlardanım. Yazarlarla konuşmaktan, ya da onlara bakmaktan haz etmem. Hele dinlemekten hiç.

Büyük şairdim ama içiyordum. Ve sefil bir hayat yaşamıştım. Ve şimdi genç şairler de içiyor ve sefil hayatlar yaşıyorlardı çünkü başarmanın yolunun burdan geçtiğini sanıyorlardı.

Haftada iki kez söyleşi önerisi alırım. Söyleyecek o kadar da fazla şey yok. Yazacak şey çok, ama söyleyecek şey az.
Bir keresinde, eski günlerde, söyleşi yapmaya gelen bir Alman anımsıyorum. Önüne şarapları koyup dört saat boyunca konuşmuştum. Sonra zom olmuş bir halde bana doğru eğilip, "gazeteci filan değilim, seninle konuşmak istemiştim sadece..." demişti.

Yolda arabayı köşedeki servise bırakmaya karar verdim.
"Sizi tanıyoruz. Yıllardır gelirsiniz," dedi müdür.
"İyi," dedim gülümseyerek. "Beni sikmezsiniz öyleyse."
Bakakaldı.

Bahçeye girdim. Kediler etrafa serilmişlerdi, bitkindiler. Bir daha dünyaya gelirsem kedi olmak isterim. Günde yirmi saat uyuyup beslenmeyi beklerim. Oturup kıçımı yalarım. İnsan fazlası ile öfkeli ve sabit fikirli.

"Yüceltilmiş bir daktilo sadece," dedi damadım bir keresinde.
Ama o bir yazar değil. Sözcüklerin boşluğu ısırması, ekranda birden çakmaları ne demektir bilemez. Zihnimizdeki düşüncelerin anında sözcüklere dönüşmesinin fikirleri çoğalttığını bilemez. Daktilo çamurda yürümektir. Bilgisayar buz pateni. Göz kamaştırıcı bir patlamadır. İçinizde bir şey yoksa bunların önemi yoktur elbette. Sonra o düzeltme olanakları, temizlik. Lanet olsun, eskiden her şeyi iki kez yazardım. İlkinde yazmak için, ikincisinde pisliği temizlemek için. Böylesi, zafere ve kurtuluşa tek koşu.

"96 yaşındayım," dedi.
"Biliyorum, Charlie."
"Tanrı beni yanına almıyor çünkü işini elinden alacağımdan korkuyor."
"Haklı. Alırsın."
"Şeytan da korksun. Onu da işinden edebilirim."
"Hiç şüphem yok."

Şu anda en iyi sektör uyuşturucu sektörüdür herhalde. Yahu, uyuşturucu sektörü bittiği anda gençlerin yarısı işsiz kalır. Ben bir yazar olarak hâlâ su üstünde kalabiliyorum. Ama güven olmaz, bir gecede bitiverirsiniz.

Bazı insanların o kadar çok paralan var ki, kaç paralan olduğunu bile bilmiyorlar. Milyon dolarlardan söz ediyorum. Hollywood'a bakın, 60 milyonluk filmler yapıyorlar, her biri onları izlemeye giden zavallılar kadar zavallı. Zenginler hâlâ zirvede, sistemi sağmanın bir yolunu hep bulur onlar.

Kapitalizm komünizmi yedi. Şimdi de kendini yiyor.

Cazgır'ı sıçıp sıvıyordu. "Allah belanı versin! Kes sesini yoksa seni öldürürüm!" Cazgır adama sırtım döndü ve teessüf eder gibi, "Lütfen... Lütfen," diyerek uzaklaştı. Öfkeli Gözler peşini bırakmadı. "OROSPU ÇOCUĞU! ÖLDÜRECEĞİM SENİ!"
Güvenlik görevlileri Öfkeli Gözler'i sakinleştirip uzaklaştırdılar. Hipodromda cinayete göz yumulmuyordu anlaşılan.

Tanıdığım bir yazar herkese telefon edip her gece beş saat daktilo tuşladığını söylüyor. Buna hayranlık duymamızı bekliyor herhalde. Bilmem söylemeye gerek var mı? Önemli olan ne tuşladığı.

Ben bir ile dört arasında yazabilirim, dördüncü saatte yazdıklarım genellikle işe yaramaz. Tanıdığım biri bir keresinde bana, "Sabaha kadar düzüştüm," demişti. Beş saat daktilo tuşlayan adam değil. Birbirlerini tanıyorlar ama. Değiş tokuş yapmalarında yarar olabilir. Beş saat boyunca daktilo tuşlayan sabaha kadar düzüşsün, sabaha kadar düzüşen beş saat boyunca daktilo tuşlasın. Ya da başka biri daktilo tuşlarken birbirlerini düzsünler. Daktilo tuşlayan ben olmayayım ama, lütfen. Kadına yaptırın. Varsa.

Ama Gorki? Güçlü yazdı. Devrimden sonra solmaya başladı. Dır dır edecek fazla bir şey kalmamıştı. Savaş karşıtı eylemciler de böyle, başarılı olabilmek için savaşlara ihtiyaçları var. Savaş karşıtlığı yaparak gül gibi geçinenler var. Savaş olmadığı zaman ne yapacaklarım bilemiyorlar. Körfez Savaşı sırasında bir grup yazar ve şair devasa bir gösteri planlamışlardı mesela, şiirler ve söylevler hazırdı. Savaş birden bitti. Gösteri bir hafta sonraya planlanmıştı. İptal etmediler. Yaptılar gösterilerini. Çünkü sahnede olmak istiyorlardı. Buna ihtiyaç duyuyorlardı. Kızılderili yağmur dansına nasıl ihtiyaç duyarsa, öyle.

Hipodrom da insanların kafasını karıştırıyor. Her koşudan önce televizyonda iki uzmana tahmin yaptırıyorlar. Ve her günün sonunda zarar gösteriyorlar. Bilgisayarlar bile, ne kadar veri yüklerseniz yükleyin, beygirlerin ne yapacağını önceden kestiremezler. Birisine size ne yapmanız gerektiğini söylemesi için para ödüyorsanız, kaybettiniz demektir. Bu psikiyatrınızı, psikologunuzu, borsacınızı, sanat tarihi öğretmeninizi ve vesairenizi de kapsar.

Bozgun sonrasında güç toplamak kadar öğretici bir şey daha yoktur. Ama çoğu insan korkularına yenilir. Başarısızlıktan o denli korkarlar ki başarısız olurlar. Fazlası ile koşullanmışlardır, birinin onlara ne yapması gerektiğini söylemesine alışkındırlar. Aile ile başlar, okul ve iş hayatında sürer.

İnsanlar evime girebilmek için söyleşiyi bahane ediyorlar. Söyleşi için genellikle bir ücret talep edilmediğinden, herkes eline bir ses kayıt cihazı ve soru listesi alıp kapıyı çalabilir.

Tehlikeli hayat. Sabah sekizde kalkıp kedileri besledim çünkü sekiz buçukta daha karmaşık bir güvenlik sistemi döşemek üzere Westec Güvenlik'ten biri gelecekti. (Bir zamanlar çöp bidonlarının üstünde uyuyan ben miydim?)

Yorulmaya başlamıştım. Alış veriş beni yorar. Alış veriş sonrasında üstümden silindir geçmiş gibi hissederim kendimi. Alacak hiçbir şey bulamıyordun üstelik. Tonla bok. Bedava verseler almazdım. İnsanda sahip olma isteği uyandıracak bir şey satılmaz mı bu dükkanda?

Hipodromda felaket bir gün. Para kaybı ile ilgisi yok. Biraz kazanmış bile olabilirim, ama duygu olarak felaketti. Hiçbir şey kımıldamıyordu sanki. Zamanımı katlediyordum ve biliyorsunuz; fazla zamanım kalmadı. Aynı yüzler, aynı 'lik kesinti tuzağı. Bazen hepimiz bir filme hapsolmuşuz hissine kapılıyorum. Repliklerimizi biliyoruz, nereye doğru yürüyeceğimizi biliyoruz, nasıl oynayacağımızı biliyoruz, sadece kamera yok. Yine de çıkamıyoruz filmin içinden. Ve film kötü.

Okurlarımın bazıları atlan çok sevdiğimi, hipodromun beni heyecanlandırdığını, gözü kara bir kumarbaz olduğumu zannediyorlar. Posta kutumdan atlar ve at yarışları hakkında dergiler ve öyküler çıkıyor. Oysa hiç ilgi duymam. Ben hipodroma neredeyse istemeye istemeye giderim. Gidecek başka bir yer düşünemeyecek kadar salağım. Nereye gideyim gün ortasında, nereye? Cennet Bahçesi'ne mi? Sinemaya mı? Allah korusun. Günümü kadınlarla geçiremem ve benim yaşımdaki adamların çoğu ölmüş, ya da ölmemişlerse de ölsünler çünkü ölüden farkları yok.
Denedim hipodromdan uzak durmayı. Ama asabi oluyorum, bunalıma giriyorum ve gece bilgisayara verecek hiçbir şeyim olmuyor. Sanırım kıçımı evden çıkarmak beni insanlıkla karşı karşıya getiriyor ve insanlığa baktığınızda tepki göstermeden edemiyorsunuz. Dayanılır gibi değil, kesintisiz bir korku gösterisi. Evet, sıkılıyorum orada, dehşete kapılıyorum, ama aynı zamanda bir tür öğrenciyim hâlâ. Cehennem öğrencisi.

İstirahat. Jakuziye girdim bir komprador gibi. Hava güneşliydi ve su köpürüp dönüyordu. Sıcak su. Bıraktım kendimi. Neden olmasın? Kendini daha iyi hissetmeye çalış. Dünya giderek yırtılan ve her an patlayabilecek bok dolu bir kesekağıdı. Ben kurtaramam dünyayı. Ama yazılarımın kıçlarını kurtarmalarına yardımcı olduğunu söyleyen mektuplar alıp duruyorum. Bu yüzden yazmadım ama; kendi kıçımı kurtarmak için yazdım.Hep dışardaydım, hiç ait olmadım.

Yaşlı san kedim geldi ve bana baktı. Birbirimize baktık. İkimiz de her şeyi biliyorduk, hiçbir şey bilmiyorduk.

Bu yıl hayatımın hiçbir yılında yazmadığım kadar çok yazmış olabilirim. Her ne kadar yazar kendi çalışmasını tarafsız olarak değerlendiremese de, ben her zaman yazdığım kadar iyi yazdığıma inanıyorum -en iyi yazdığım zamanki kadar iyi demek istiyorum.

Size şu kadarını söyleyeyim, sayfaların birden yok olduklarını fark etmek korkunç bir duygu. Şimdi anımsadım, romanımın dört sayfası da yok olmuştu. Bütün bir bölüm. Oturup allahın cezası bölümü baştan yazmıştım. Ve bunu yaptığında bir şeyler eksilir, küçük pırıltılar geri gelmez. Ama bir şeyler de kazanırsın. Seni çok tatmin etmeyen şeyleri çıkarıp daha iyilerini eklersin.

Arabaların içinde insan olup olmadığını fark edemeyecek kadar hızlı gidiyordum. Birden gece oldu. Öyle olur bazen, uyarı yoktur. Her şey saniyenin içinde olup biter. Hayattasın. Ölmüşsün. Ve hayat sürer.

Pamuk ipliği ile bağlıyız hayata. Olasılıkların arasında talihimizle geçici olarak varız. Bu geçicilik unsuru işin en iyi ve en kötü kısmıdır. Elden de bir şey gelmez. Bir dağın zirvesine çıkıp on yıllarınızı meditasyon yaparak geçirseniz de bu gerçeği değiştiremezsiniz. Kabullenmeyi seçebilirsiniz ama bu da ne kadar sağlıklıdır bilemiyorum. Fazla düşünüyoruz belki de. Daha çok hisset, daha az düşün.

Filozofların kendilerinden önce getirilmiş kavram ve teorileri çürütüş biçimlerini seviyorum. Yüz yıllardır sürüyor. Hayır, öyle değil, diye çıkarlar ortaya. Yol bu. Durmaksızın sürüyor ve bana sorarsanız bu ilerleyiş son derece makul. Filozoflar için asıl sorun daha anlaşılır bir dille yazmak. Bunu yapabildikleri ölçüde düşünceleri aydınlanır ve ilginçleşir. Sırrı, yalınlık.

Yarın öğleden önce kalkmayacak ve kendimi bir güç santrali gibi hissedeceğim, on yıl daha genç. Gel de gülme -on yıl daha genç beni 61 yapar, sevinilecek şey mi? Bırakın ağlayım, bırakın ağlayım.

Bir keresinde birkaç kişi ile akşam yemeğine çıkmıştım. Yanımızdaki masada bir grup vardı. Yüksek sesle konuşup kahkaha ile gülüyorlardı. Sahte kahkahalar, zorlama. Kesintisiz.
Sonunda masamızdakilere, "Çekilir gibi değil, değil mi?" diye sordum.
İçlerinden biri bana döndü ve tatlı bir tebessümle, "insanları mutlu görmek beni de mutlu eder," dedi.
Cevap vermedim. İçimde kara bir delik oluşmuştu ama.

Neden vazgeçmezler hipodroma gelmekten? Beceriksizliklerinden utanç duymazlar mı? Hayır, bir sonraki yarış var hep. Bir gün kazanacaklar. Hem de büyük.

Şairler hakkında yazmaktan yoruldum. Ama kendilerine bir iş bulup çalışacaklarına şairlikte ısrar ederek kendilerine zarar verdiklerini eklemeden edemeyeceğim. Ben elli yaşıma kadar berbat işlerde çalıştım. Bir kez bile şairlik iddiasında bulunmadım. Kalabalığın içine sıkışıp kalmıştım. İnsanın yaşayabilmek için çalışmak zorunda olması iyi bir şeydir, demiyorum. Korkunçtur genellikle. Sık sık iğrenç bir işi kaybetmemek için savaşmak zorunda kalırsın, çünkü arkanda işine talip yirmi beş kişi beklemektedir. Anlamsızdır elbette, insanı dümdüz eder. Ama o kalabalığın içinde olmak yazarken palavradan uzak durmayı öğretti bana. İnsanın burnu biraz sürtme-li bence, hapis nedir, hastane nedir bilmeli. Dört beş gün aç kalmak nedir bilmeli. Kaçık bir kadınla yaşamak da bel kemiğini güçlendirir. Mengeneden kurtulduktan sonra coşkuyla, özgürlük duygusu ile yazılır, diye düşünüyorum. Böyle düşünmemin nedeni tanıdığım bütün şairlerin lapacı ve asalak olmaları. O bencil dayanıksızlıklarından başka yazacak şeyleri yok.

Uyum sağlamak zorunda kaldım. Ama hepimiz için, şu an bile, bir sonraki cümle var ve o cümle belki de nihayet söylemek istediğimizi söyleyen cümledir. Kısır günlerde o cümleyi düşünüp, yarın ola hayır ola, deyip uykuya dalarız.

Koşunun başlamasına üç dakika vardı ve cokeyler atları ile ağır ağır yürüyorlardı. Her nedense bana ıstırap verici bir süre gibi geldi. Yetmişin-deysen birilerinin saatlerine işemesi insanın daha da ağırına gidiyor. Elbette, biliyorum; kendimi bu konuma ben soktum.

Ve iyi insandır çoğu. Yıllardır insanlıkla yüz yüze geldikleri için bazı temel gerçekleri iyi kavramışlardır. İnsanlığın nerdeyse tamamının kalın bir bok parçası olduğu gerçeğini örneğin. Ama ben onlardan da uzak durmayı yeğlerim. İnsanlardan uzak durarak kendime avantaj sağladığımı düşünüyorum. Bunu evde oturarak da yapabilirini. Ama her nedense dışarı çıkıp insanlığın nerdeyse tamamının hâlâ kalın bir bok parçası olduğundan emin olmaya ihtiyacım var. Sanki değişebilirlermiş gibi!

Yazmayı özleyeceğim ama. Yazmak içmekten de iyidir. İçerek yaz-maksa duvarları hoplatır. Bir cehennem var belki de, ne dersiniz? Şayet varsa ben kesin ordayım. Ve ne olacak biliyor musunuz? Bütün şairler sıra ile şiirlerini okuyacaklar ve ben hepsini dinlemek zorunda olacağım. Memnuniyetlerinde ve dışarı taşan gururlarında boğulacağım. Cehennem varsa benim cehennemim bu olur: şairler aralıksız şiir okuyor, biri bitiyor, öteki başlıyor ve ben hepsini dinlemek zorundayım.

En kötü zamanlarımda bile sözcüklerin içimde kıpraştıklarını, hazırlandıklarını hissederim. Kimseyle yarışmıyorum. Ne ün peşinde koştum, ne de para. Tek istediğim sözü istediğim gibi yazmaktı. Ya yazacak ya da ölümden de kötü bir şeye yenik düşecektim. Sözcükler değerli değil de gerekli şeylermiş gibi yazdım.
Yazma yeteneğimden kuşku duyduğum zaman bir başka yazar okur ve endişe etmek için hiçbir neden olmadığından emin olurum. Tek rakibim kendimim: doğru, güçlü, tesirli, zevk alarak, kumar oynayarak yazmak. Yoksa, unut gitsin.

Kendimi feda etmek için giderim hipodroma; saatlerimi doğramak, katletmek için. Saatler katledilmelidir. Bekleyerek. Mükemmel saatler bu makinenin başında geçenler. Mükemmel saatler yaşayabilmek için kusurlu saatleri yaşamak gerek. İki mükemmel saati yaşatabilmek için on saat öldürmek gerekir. Asıl korkulması gereken BÜTÜN saatleri öldürmemektir, BÜTÜN yılları.

Hipodrom Pazar günleri çekilir gibi değildir, însan yüzü ile sorunlarım var. Bakmakta zorlanıyorum. İnsanların yüzlerinde hayatlarının yekûnu yazılıdır ve genellikle korkunç bir görüntüdür. Bir günde binlerce yüz görmek insanın her hücresini yorar. Pazarları çok kalabalıktır. Amatörler günü. Bağırırlar, çağırırlar, küfrederler. Hiddetlenirler. Sonra omuzlan sarkar ve meteliksiz dönerler evlerine. Başka ne beklerler ki?

İnsan ırkı herşeyi abartır; kahramanlarını, düşmanlarını, kendi önemini.

Romanın edebi olmayacağını düşünüyor belki. Yazdığım herşey edebidir, derim. Öyle olmasını istemesem bile. Bunca yıldan sonra bana güvenmesi gerekir. Hem istemezse başkasına veririm. En az diğer kitaplarım kadar satacaktır. Onlardan daha iyi olduğu için değil, onlar kadar iyi olduğu için. Kaçık okurlarım böyle bir kitaba hazır oldukları için.

"Kanal dizide genç bir kız olmasını şart koşuyor. Bilirsin..." dedi Joe.
"Bilirim," dedim.
Linda bir şey söylemedi.

Önemli olan bilgisayarın başına geçebilmekti. Yazmayı sürdürdüğüm sürece hayattaydım. Yoksa kalan ömrümün fazla değeri yoktu.

Hipodrom allahın cezası kasvet verici bir yerdi ama ner-deyse her yer öyleydi. Gidecek yer yoktu. Vardı aslında; odana gidip kapını örtebilirdin, ama o zaman da karın bunalıma giriyordu. Ya da daha çok bunalıma giriyordu. Amerika; Bunalımda Zevceler ülkesi. Ve bütün suç erkeklerdeydi.

Televizyonun sesi gerçekten çok açıktı. Adamlardan birine bir şey söylemeyi, televizyonun sesini biraz kısmasını rica etmeyi düşündüm. Ama adamlar zenciydi ve ırkçı olduğumu düşüneceklerdi.

Yetmiş iki yaşında beni terketmesi çok mümkün. Yazma yeteneğinden söz ediyorum. Bir tür korku. Ünle de ilgisi yok. Ya da para ile. Benimle ilgili. Şımarmıştım. Yazmanın verdiği rahatlığa ve keyfe alışmıştım. Verdiği güvene. Lanet bir işe dönüşmesine. Geçmişin önemi yoktu. İtibarın önemi yoktu. Bir sonraki cümleydi önemli olan. Bir sonraki cümle gelmezse teknik olarak hayatta olsam da, ölmüştüm.

Gençken daha iyiydi; arayış içindeydim. Geceleri sokakları dolaşırdım... kaynaşırdım, dövüşürdüm, arardım... Hiçbir şey bulamadım. Kadınlara gelince; her kadın bir ümitti ama çok sürmedi. Durumu hayli çabuk kavrayıp RÜYALARIMIN KADINI'nı aramaktan vazgeçtim; kabus gibi olmayan bir kadın kabulümdü.

Şeref duymuştum tabii ki. Rock yıldızlarının kitaplarımı okuması memnuniyet verici, ama hapishanelerde ve akıl hastanelerinde de okurlarım var. Mektuplar alıyorum. Okurlarımı seçemiyorum.

Hipodroma her gün geliyor olmam profesyonel bir bahisçi olduğum anlamına gelmez. Profesyonel bir yazarım ben. Bazen.

Yürürken bir gencin bana doğru koştuğunu gördüm. Bunun ne anlama geldiğini biliyordum. Önümü kesti.
"Afedersiniz," dedi. "Siz Charles Bukowski misiniz?"
"Charles Darwin," dedim ve yanından geçip yürüdüm.
Söyleyeceklerini duymak istemiyordum, her ne olursa olsun.

Bütün frekanslarda kötü, tekdüze, ruhsuz, ezgisiz, huzursuz bir müzik çalıyor. Üstelik bu bestelerin bazıları milyonlarca satıyor ve bestecileri kendilerini gerçek Sanatçı addediyorlar. Genç beyinlere akan iğrenç bir salya bu müzik. Tapıyorlar bu müziğe. Tanrım. Onlara bok ver, yalayıp yutarlar. Ayırdedemiyorlar mı? Duyamıyorlar mı? Sulandırılmış-lığı, bayağılığı hissedemiyorlar mı?

Ama klasik müzik hep var benim için. Her gece üç dört saat dinliyorum. Ama yine de farklı bir müziğe ihtiyaç duyuyorum. Bulamıyorum. Bulabilmeliyim. Bu beni rahatsız ediyor. Koca bir alandan mahrum edilmişiz, aldatılmışız. Hayatları boyunca iyi müzik dinlememiş ne kadar çok insan var bir düşünün. Yüzlerinin çürümesine, düşünmeden öldürmelerine, yüreksizliklerine şaşmamak gerek.

İnsanların çok fazla film seyrettiklerine inanıyorum. Eleştirmenler, şüphesiz. Bir filmi müthiş bulduklarında bunu gördükleri filmlere kıyasla söylüyorlar. Bakış açılarını yitirmişler. Üst üste gelen yeni filmlerle bombardımana tutulmuşlar. Farkında değiller ama kaybolmuşlar. Gördükleri filmlerin nerdeyse tamamı bok ve onlar artık boku tanıyamıyorlar, kokusunu da unutmuşlar.

--------------------------


Büyük Zen Düğünü - Charles Bukowski

Bir de Roy'un otuzbir çekerken boşalışının fotoğrafı. Roy tek başına çekmiş o fotoğrafı. Otomatik kamera ile. İp bağlayarak, tel filan. Teşkilat. Mükemmel pozu yakalayıncaya kadar altı kez patlatmak zorunda kaldığım iddia ediyor Roy. Bir günlük bir çalışma. Duvarda duruyor. Sütlü bir poz.

Adlar! ilk karımla iki buçuk yıldır evliydik, bir gece misafirlerim gelmişti. Kanma: "Bu yanm-kıç Louie, bu Marie, Saksafon Kraliçesi, bu topal Nick," demiştim. Sonra gelenlere dönüp, "Bu karım... bu karım... bu ..." deyip durmuştum.
Sonunda kanma dönüp sormuştum: "Neydi senin adın allahaşkına?"
"Barbara."
"Bu Barbara," dediydim onlara.

"Bu kravat neyin nesi?"
"Pantolonumun fermuarı bozuk ve donum çok kısa, kravatım çükümün üstündeki kılları örtüyor."
'Yaşayan en büyük öykü ustası sensin bence."

Paul'un babası, Harvey, bana bakıyordu. Gözlerini gördüm.
Benim o kadar da iyi bir yazar olmadığıma karar verdiğini anladım o anda. Belki de kötü bir yazar olduğuma. Kimse sonsuza dek saklanamaz.

(Zenginler anlarlar; sadece bir şey yapmazlar anladıkları şeyler için.)

Tabii ki biliyordum kendimle bu şekilde konuşmamın nedeninin viski olduğunu, ama bir yandan da hiç bilmiyordum bunu.

"Aaa, gitmeyin..." diyen tiz bir kadın sesi geldi son üç yılın en kapsamlı, gangster toplantısı kalabalığının içinden. O bile inandırıcı olamamıştı. Ne işim vardı benim bunların arasında?
Veya UÇLA profesörünün? Yok, UÇLA profesörü oraya aitti.

"Sen de kendi üstadın ile karşı karşıyasın orospu çocuğu," diye bir açıklama yaptım üstüne yürürken.

Harvey, zengin olan, aralarında en nazik olandı nihayet.
Belki de nazik olabilecek kadar parası olduğu için. Sonra okuduklarımın arasından Eski Çin'e ait bir şey hatırladım:
"Zengin olmayı mı yeğlersin, sanatçı olmayı mı?" Zengin olmayı çünkü sanatçılar sürekli zenginlerin ön kaplında bekleşiyor."

Kendi yerime doğru yürürken onları izlemeyi sürdürdüm ve pantolonumun paçalarından birine basıp elimde Harvey'nin şişesi ile kapaklandım. Tepe üstü düşerken içgüdüsel olarak elimdeki şişenin kırılmaması gerektiğini düşündüm (anne ve bebek) ve asfalta düşerken başımı ve şişeyi yukarda tutup, omuzlarımın üstüne inmeye gayret ettim. Şişeyi kurtardım ama başım kaldırıma çarptı.

İki kadın yaklaştı. Dönüp bana baktılar.
"Ah, şuna bak? Nesi var?"
"Sarhoş."
"Hasta olmasın?"
"Hayır, şişeye nasıl sarılmış baksana. Bir bebek tutar gibi."

Eski bir ayyaş her zaman ayağa kalkar, yeterince zaman tanıyın yeter ki. Bir dakika daha ve kalkmıştım.

"iki kadın onlara tecavüz etmek istediğinizi ihbar etti efendim."
"Beyler, asla iki kadına aynı anda tecavüz etmeyi düşünmem."

Spora gelince - bunlar gerçek erkektiler- Dodgers hâlâ şampiyon olma şansına sahipti, onları zorlayan birkaç takıma rağmen. Tekrar aileye dönüş - Dodgers kazanınca onlar da kazanıyordu. Bir adam aya ayak basınca onlar da basmış oluyorlardı. Ama açlıktan ölen biri onlardan üç kuruş istemesin - kimlik yok, s..tir git, bok kafalı. Sivil dolaştıkları zaman tabii ki. Bir polisten para isteyen bir aç görülmemiştir henüz. Bu konuda şüpheniz olmasın.

Bir Zen düğününün sağdıcıydım ve bahse girerim ki gelin ile damat o gece düzüşmediler bile. Ama birileri düzülmüştü.

Sonra bana bakıp taşaklarını sıvazladı ve "isssss, issssss!" gibi buses çıkardı. Her nedense beni oğlan sanmıştı herhalde ama değildim ve ona yardımcı olamazdım.

"Bruno, denedim! Yemin ederim Bruno, elimden geleni yaptım!"
"Seni pis kancık!"
O sesi tanıyordum. Tokat sesi değildi. İyi pezevenklerin çoğu kızların yüzlerinin moranp şişmesini istemezler. Ağız ve gözlerden uzak durur, yanağa tokat atarlar. Bruno'nun ahırı genişti anlaşılan. Kesinlikle başa atılan bir yumruk sesiydi duyduğum. Kız haykınp duvara çarptı ve geri gelirken Bruno ona bir tane daha çaktı. Kız yumruklar ve duvar arasında haykırarak gidip gelirken ben yatağımda gerinip, hayat bazen ilginç olabiliyor, diye düşündüm ama pek de duymak istemiyordum bunları. Olacakları önceden kestirebilseydim kızla biraz iş tutardım.

"Peki, dinle, bu kasabanın en önemli gazetesinin editörünü tanıyorum."
"Bu beni şaşırtmadı," dedim, bacaklarına bakarak.

"Adresi veriyorum. Sütunu okumuş. Satır aralarını da. Bana telefon etti. Seni görmek istiyor. Nerde kaldığını söylemedim ona. Biz Teksashlar misafirperver insanlarız."
"Evet. Geçen gün barlarınızdan birindeydim. Öğrenmiş oldum."
"îçki de mi içersin?"
"İçmek ne kelime, ayyaşın tekiyim."
"Bu hanımın adresini sana vermesem daha iyi olur."
"S..tir et öyleyse," dedim ve telefonu kapattım...
Telefon tekrar çaldı.
'Telefonunuz var Bay Bukowski gazetesinin editöründen."
"Bağlayın."
"Bakın Bay Bukowski, bu hikâyenin devamına ihtiyacımız var. Bir sürü insan ilgileniyor."
"Köşe yazarına hayal gücünü kullanmasını söyleyin."
"Bakın, ne iş yaptığınızı sormamda bir sakınca var mı?"
"Hiçbir şey yapmıyorum."
"Otobüslerde seyahat edip genç hanımları mı ağlatırsınız?"
"Herkes beceremez öyle bir şeyi."
"Bakın, bir riske gireceğim. Size adresi vereceğim. Gidip görün onu."
"Belki de riske giren benim."
Bana adresi verdi. "Oraya nasıl gidileceğini sana anlatmamı ister misin?"
"Boşver, genelevi bulan adresi de bulur."
"Sende pek de hoşlanmadığım bir yan var," dedi.
"Unut gitsin. İyi bir parça ise seni tekrar ararım."

"Dövüşmek istemiyor musun?"
"Hayır."
"Pearl Harbor'ı bombaladılar."
"Duydum."
"Adolph Hitler'e karşı dövüşmek istemiyor musun?"
"Sanmıyorum. Başkalarının dövüşmesini yeğlerim."
"Sen bir korkaksın."
"Evet, öyleyim, birini öldürmek bana zor geldiğinden değil, barakalarda kalmayı sevmem, bir sürü horlayan insan, sonra bir ahmağın üflediği bir boru sesi ile uyanmak. O, inşam kaşındıran bok yeşili kıyafetleri de sevmem; cildim çok hassastır."

Bir aile istemiyordum, ev istemiyordum, saygın bir iş istemiyordum. Böyleydim işte: entelektüel değilim, sanatçı değilim, alelade bir insanı kurtaran köklerden de yoksunum. Arada derede kalmış bir şey gibiyim ve sanırım bu da deliliğin başlangıcıdır.

Beladan uzak ve rahat yaşamak istiyorum sadece. Yorgunum. Bir şeyler hayal etmek veya uydurmak istemiyorum.

Size şunu söyleyeyim, bir dehşetin dehşet olduğuna inandığınız anda nihayet daha AZ dehşete düşersiniz.

En iyisi birilerinin yanında olup durumun gerçek olup olmadığından emin olmaktı.
Gerçeğin gerçek olabilmesi için EN AZ iki oy gerekiyordu.
Yaşadıkları zamanın ilerisinde olan sanatçılar bunu bilirler, deliler ve halüsinasyon görenler de öyle. Bir hayali bir tek sen görüyorsan adama ya aziz derler ya da deli.

Battaniyenin yanına gittim. Gerçekten de bir delik açılmıştı.
Battaniye hareketsizdi. Bir battaniyenin can alıcı noktası neresidir?

Dışarı çıktığımda, diye düşünürdüm, bir süre bekleyeceğim, sonra geri dönüp dışardan bakacağım buraya ve orda neler olup bittiğini tamamen bilmiş olacağım, ve o duvarlara uzun bir süre bakıp bir daha asla buraya girmemeye yemin edeceğim.
Ama çıktıktan sonra hiç dönmedim oraya. Hiç bakmadım dışardan. Kötü bir kadın gibiydi. Geri dönmenin faydası yoktur. Bakmak bile istemezsin. Ama ondan söz edebilirsin. O
kolay. Ben de biraz öyle yaptım bugün.

Sanırım gerçekten ilgisiz olduğun zamanlar yapışırlardı yakana, seni bunalıma sokmak için. Kadınlar yapar bunu; erkek ne kadar güçlü olursa olsun bunu başarırlar.

Her gece işten sonra içiyordum, evde, tek başıma, hafta sonlan at yarışlarına da biraz param kalıyordu, hayat sadeydi ve fazla acı çekmiyordum. Belki yaşamak için fazla bir neden yoktu ama acı çekmemek yeterli bir neden sayılmalı.

Barlardan da bayağı sıkılmıştım o dönem - onları cennete götürecek kadının içeri girmesini bekleyen geri zekâlı yalnız erkekler sürüsü. En can sıkıcı iki kalabalık, at yarışları kalabalığı ve bar kalabalığıdır.
Erkekler özellikle. Sürekli kaybeden ve durup toparlanamayan kerizler.

Her sabah işe hasta gidiyorduk... Bize özel bir şakaydı. Her gece tekrar sarhoş oluyorduk. Yoksul adam başka ne yapabilir?
Kızlar alelade işçileri kovalamaz, doktorların, bilim adamlarının, avukatların, işadamlarının filan peşindedirler.
Onlar işlerini bitirdikten sonra sıra bize geliyordu ve artık kız değildiler - bize kullanılmış, deforme, hasta ve kaçıklar düşüyordu. Bir süre sonra ıskartaları almaktansa vazgeçiyordun. Veya vazgeçmeye çalışıyordun, içkinin yaran oluyordu.

Ambulans nihayet hastaneye vardı, bir masanın üstündeydim ve bana sorular soruyorlardı: dinim neydi? nerde doğmuştum?
daha önceki ziyaretlerimden belediyeye borcum var mıydı? ne zaman doğmuştum? annem babam sağ mıydı? evli miydim?
bildiğiniz şeyler. İnsanla hiçbir şeyi yokmuş gibi konuşurlar; her an ölebilirsin endişesini oynamıyorlardı bile. Ve hiç acele etmezler. İnşam sakinleştiren bir tavırdı bu ama onların amacı sizi sakinleştirmek değildi.
Artık bıkmışlardır ve ölüp ölmediğin umurlarında değildir, uçtuğun veya osurduğun bile. Hayır, osurmamanı yeğlerler.

Yanımdaki yatakta yatan yaşlı adam, "Peder, peder, ben sizinle konuşurum, benimle konuşun peder," dedi.
Rahip yanma gitti. Ben ölmeyi bekledim. Ölmediğimi gayet iyi biliyorsunuz, yoksa size bunları anlatıyor olamazdım şimdi...

Birileri müzik dolabına para atmıştı, müziğimiz oldu. Hayat daha iyi görünmeye başlamıştı. Bardağımı bitirip bir daha doldururken, kamışım bir daha sertleşir mi acaba diye geçirdim aklımdan.
Etrafıma bakındım: kadın yok. En iyi ikinci şeyi yaptım: Bardağımı kaldırıp dipledim.

"sen hipodroma gittikten sonra onu içeri aldığımı da düşünürsün sen, değil mi?"
"onu merak etmem bile."
"neyi merak edersin?"
"hanginizin üstte olduğunu."
"orospu çocuğu, git artık."

köpek hâlâ hoşnuttu benden, kulaklarını çektim, çok para veya az para fark etmiyordu onun için.

"gazeteleri dağıtmam için kendi mahallemi verdiler bana!"
"ha, neyse, hoş değil ama kimse umursamaz, eminim."
"anlamıyor musun? benim bir NAMIM var! üçkâğıtçının biriyim! sırtımda bir bok çuvalı ile görünemem!"
"aa, öyle bir NAM filan olduğunu sanmıyorum! hepsi kafanda senin."

üstünden kalktım, daha iskemleme oturmadan horlamaya başlamıştı, acayip -nefes alır gibi düzüşüyordu- büyütülecek bir şey yoktu, her kadın biraz farklı düzüşüyordu ve buydu erkeğin devam etmesini sağlayan, erkeğin düştüğü tuzak buydu.

evliliğin ne anlamı vardı? evlilik onaylanmış bir DÜZÜŞME demekti ve onaylanmış DÜZÜŞME'ler, hiç şaşmaz, sonunda SIKICI olmaya başlıyor, bir İŞ haline geliyordu, ama dünya bunu istiyordu:

insanlar neden yalan söylerlerdi? şimdi artık merak etmiyorum ama hâlâ hatırlıyorum, ve artık yalan söyledikleri anda hissediyorum yalan söylediklerini, ama yalanın her yerde olduğunu bilen Roach Otel'in resepsiyonisti kadar akıllanmadım hâlâ, veya ördeklerin hâlâ yakalanıp, öldürülüp, yendiği McArthur parkının karşısında, Los Angeles'ta, akşamüstleri sıcak porto şarabımı içerken penceremin önünden aşağı uçan insanlar kadar.

"haklanma tecavüz ediyorsunuz, arama izniniz olmadan buraya giremezsiniz, kendi iradenizle giremezsiniz buraya, neyiniz var sizin?"
"bunların hangisi senin annenmiş?"
"götü büyük olan."

barlara tahammül edemiyorum artık, öylece oturup saatlerin geçmesini bekleyen yalnızlar, frengili bir kancığın içeri girmesini ümit ederek, insan ırkı için utanç verici bir durum."

onlar rayların arasında dolanıp vagon seçerken, yeni yerler, yeni istikametlerin beklentisi içinde - daha iyi şehirler, daha iyi aşklar, daha iyi şanslar, daha iyi bir şeyler, asla bulamayacaklar, asla vazgeçmeyeceklerdi, uyudum.

işe yarayacaktı ancak içime çektiğim gaz başımı öylesine ağrıttı ki uyandım, yataktan kalkıp gülmeye, kendi kendime konuşmaya başladım, "sersem herif, kendini öldürmek istediğin falan yok." gazı kapatıp bütün pencereleri açtım, gülüp duruyordum, olup bitenler bana çok komik bir şaka gibi gelmeye başlamıştı, allahtan ocağın otomatik çakmağı çalışmıyordu, o küçük alev beni cehennemde geçirdiğim o değerli mevsimin dışına uçuracaktı.

şiirlerimin Black, hayır Blake demek istiyorum, Blake'den bu yana yazılmış en müthiş şeyler olduklarını düşünüyordu, bazıları öyledir de.

İLK sefer, bana doyumsuz olduğunu söylemişti, inanmamıştım, dördüncü postadan sonra inanmaya başladım, başım beladaydı, her erkek doyumsuz bir kadını yola getireceğini sanır ama o yol mezara çıkar - erkek için.

MUTLAKA bir şeyler vardı bende, ve vardı: çok yorgun bir kamış ve bir bavul dolusu şiir.

"onlar polis ve hepsi çok HOŞ çocuklardır.",
"S..TİR," dedim.
çok kızmıştı, o gece sadece bir kez düzüştük. ertesi gün yeni bir şey çıktı.

"dinle tatlım, öğreneceksin, bu tip şeyler Amerika'nın bütün ofislerinde olur. bazen bir şeyler olur, ama çoğunlukla hiçbir şey olmaz, bu heriflerin çoğu dolapta 31 çekerler ve Charles Boyer filmlerine giderler, gerçekten iş tutanlar bu konuda çok sessizdirler, belli etmezler, seninle bire-yüz bahse girerim ki senin genç çok film seyretmiş, taşaklarını sık, kaçar."

"neyin var güzelim?" başka bir kadındı.
"VURDU bana! kocam bana VURDU!"
(KOCAM?)

sokaklar iyi görünmüyordu, genellikle öyledir, insanlar ve fareler tarafından planlanmış bir yapılan vardı ve siz içlerinde yaşamak ve ölmek zorundaydınız, ama bir arkadaşımın bir keresinde bana söylediği gibi, "sana hiçbir şey vaat edilmedi, sözleşmen yok." şarabımı almak için dükkâna girdim.

bazen bu deli hatunları bir başlarına bırakıp kendini toparlaman gerekir, hiçbir erkeğin bedeline katlanamayacağı kadınlar vardır, ama birinin bıraktığı yerden devam edecek bir ahmak çıkar mutlaka, o yüzden onu terk etmekten ötürü bir suçluluk duymadım.

-------------------------

Pis Moruğun Notları - Charles Bukowski

Hiçbir baskı yoktu uzun lafın kısası. Pencerenin önüne otur, biranı iç ve bırak gelsin. Akmak isteyen her şey akıyordu. Ve Bryan hiçbir zaman sorun çıkarmadı. İlk zamanlarda ona yazımı veriyordum, şöyle bir göz gezdirip, "Tamam, bastık," diyordu. Bir süre sonra yazımı verdiğimde artık göz bile gezdirmez olmuştu; yazıyı çekmecesine koyup, "Bastık, ne var ne yok?" diyordu. Şimdi "Bastık," bile demiyor. Yazıyı veriyorum ve hiç konuşmuyoruz. Bütün bunların yazıya etkisi son derece olumlu oldu. Düşünün: aklınızdan geçen her şeyi yazma özgürlüğü.

Bu derleme size iyi gelir umarım. Para yollamak istiyorsanız, eyvallah. Benden nefret etmek istiyorsanız, ona da eyvallah. Kasabanın demircisi olsaydım buna bulaşmaya cesaret edemezdiniz. Ama anlatacak pis öyküleri olan bir ihtiyardan başka bir şey değilim. Benim gibi, yarın ölmesi muhtemel bir gazete için pis öyküler yazıyorum işte.

arkamda duran iskemleye yığıldım, hasır gibi dümdüz oldu lanet şey, ucuz mobilya, ve başım gerçekten beladaydı çünkü ellerim küçüktür ve dövüşmekten hiç haz etmem, ama işini bitirememiştim -aklını yitirmiş nefret dolu biri gibi vuruyordu, üç yiyor bir vuruyordum, kötü üstelik, ama vazgeçmiyordu ve eşya kırılıyordu her yerde, korkunç bir gürültü ve birilerinin gelip bizi ayırmasını ummaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu, ev sahibesi, polis, Tanrı, biri işte, ama kimse gelmedi ve gerisini hatırlamıyorum.

450 dolar kolay para vardı cüzdanımda ve aşağı inip bir bira bile alamıyordum, karanlığı bekliyordum, ölümü değil, dışarı çıkmak istiyordum,

ben de Fort Worth'de indim, ama kızıl annesi ile yaşıyordu, bir oda tutmak zorunda kaldım ve bir genelevde tuttum yanlışlıkla, sabaha kadar bağırıp çağırıyorlardı: "HEY! kaç para verirsen ver ONU bana sokamazsın!" sürekli sifon sesi. açılıp çarpılan kapılar.

New Orleans'e vardığımda genelev olmadığından emin olduğum bir yerde bir oda tuttum, her ne kadar bütün kent genelevinden farksızdıysa da.

Boğa Kronkite demekti bu. Boğa'nın bugüne kadar birini öldürdüğünü söyleyemem ama seninle işi bittiğinde ölmüş olmayı dilerdin, içeri girdiğinde kapının menteşelerinden birini söküyordu az kalsın.

tribünlere iğne atsan yere düşmezdi, uçan bir adam görmek gelmeleri için yeterli nedendi, ama lig sonuncusu olmamız ve mevsimin kapanmasına az bir süre kalmış olması da onları stada çekiyordu, ahali geriden kopup gelen atları sever.

sonra piyanonun altına baktım ve yere uzanmış bir kız gördüm, eteği kalçalarına kadar sıyrılmıştı, bir elimle çalarken uzanıp öbür elimle kızı elledim, ya kötü müzik ya da ellenmiş olmak kızı uyandırdı, piyanonun altından çıktı,

çıkmak üzereydim ki uzak bir köşede duvara yaslanmış oturan bir kadın gördüm, bacakları açıktı ama düşte gibiydi, pantolonumu ve şortumu indirdim, iyi görünüyordu kadın, soktum.
"ah," dedi, "çok güzel! öyle eğiksin ki! zıpkın gibi!"
"çocukken bir kaza geçirdim, üç tekerlekli bisikletten düştüm."
"aaahhhh..."
iyice kaptırmıştım ki biri arkadan bana değdirdi. flaşlar patladı gözümde.
"hey, ne S.KİM iş bu!" uzanıp çıkardım lanet şeyi. herifin kamışı elimde orada durmuştum, "ne yaptığını sanıyorsun arkadaşım?" diye sordum.
"bak, dostum," dedi, "bu oyun bir deste kağıtla oynanır, oyunu oynamak istiyorsan eline katlanacaksın."
şortumu ve pantolonumu çekip dışarı çıktım.

"bu çükünü emersem kitabımı basmayı vaad etti bana."
"emdin mi?"
"emdim mi? ağzına bir tane yerleştirdim! bununla!"
Bronx yumruğunu gösteriyor bana.
gülüyorum, rahat ve insani, her erkek i.ne olmaktan korkar, ben usandım bu işten hatta, hepimiz i.neleşip rahatlamalıyız belki de. yumruklarım konuşturan Jack hariç, bu konuda farklı biri nihayet, çok fazla insan i.neler hakkında fikirlerini söylemekten çekiniyor -entelektüel olarak, sol kanat için fikirlerini söylemekten çekinen çok insan olduğu gibi -entelektüel olarak, bu işlerin ne tarafa gideceği beni ilgilendirmez -tek şey biliyorum; çekinen çok insan var..

arabaya biniyorum, külüstür çalışıyor ama vites sorunu var yine. bütün yolu ikinci viteste gitmek zorundayım, her ışıkta stop ediyor kancık, akü zayıf, dua ediyorum, bir deneme daha, çalışıyor, polis olmasın artık, alkollü araba sürmekten bir kez daha tutuklanmak istemiyorum, kimsenin çarmıhında İsa olmasın artık, Nixon, Humphrey ve İsa arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılırsak ne yöne dönersen dön s.kilebilirsin, ve ben sola dönüp evin önünde duruyorum.

"bu tip iyidir, babasını, annesini, karısını, sonra da kendini öldürdü, ama üç çocuğunu ve köpeğini öldürmedi. Baudelaire'den sonra gelmiş geçmiş en iyi şair."

(bu arada... geçmiş zamandan şimdiki zamana geçip durduğumun farkındayım, ve beğenmiyorsanız... meme ucu sokun kıçınıza -yayıncı: bu kalsın.)

aman allahım, korkunçtu -yeraltındaki devasa yarıklardan çıkıp dalga dalga üstüme geliyor, Times Meydanı yakınlarında elimdeki mukavva bavulumla fırıldak gibi döndürüyorlardı beni.

bir şişe şarap daha almak için odadan çıktığımda üstünde ipek robu ile bir adam gördüm, başında bere, ayağında sandalet ve hastalıklı bir sakalı vardı, telefonda konuşuyordu.
"evet sevgilim, lütfen, seni görmem gerek aşkım! yoksa bileklerimi keserim...! evet!"
bir an önce kendimi sokağa atsam iyi olacak, diye geçirdim içimden, bağcıklarını bile kesmez bu. ne iğrenç bir tip. ve dışarda kafelerde oturuyorlardı, son derece rahat, başlarında bere, ne gerekiyorsa, yeter ki sanatçı gibi görünsünler.

pantolonu üstüme geçirmemle ağının arkadan sökülmesi bir oldu, yine de idare ederdi, biraz serindi gerçi ama ceketin örteceğini düşündüm, ceketi üstüme geçirdim, sol kolu omuzdan olduğu gibi söküldü, vatka çıktı ortaya, iğrenç bir görünüm.
yine kazıklanmıştım.

denedim, metal çerçeve direniyordu yer yer. bira açacağım dandikti, ve hastaydım ve titrektim.
"kaparsın," dedi moruklardan biri.
kaptım bile, g.t, diye geçirdim içimden.

"ne oldu, ne var?"
"bir yanlış adım insanın sonu demek burada, siz geri zekalılar bunun farkında değil misiniz?"
"bugüne kadar ölen olmadı."
"benim gibi içen de olmamıştır, hadi, bana burdan nasıl s.ktir olup gideceğimi söyleyin."

Allah korkusu taşıyanlar insan olarak dünyaya geldiğim ve İsa bir zamanlar çarmıha ge-rildiği için "günah" işlediğimi söylüyorlar. İsa'yı ya da Kennedy'yi ben öldürmedim, Vali Reagan da öldürmedi, bu bizi eşit kılar, onu üstün değil,

ben apolitik biriyim, ama bu gericilerin fırlattığı falsolu toplar karşısında kafam bozulup oyuna girersem şaşmayın.

psikiyatrlar, gerçek dışında her şeyi söyleyebilirler: bazı insanların yaşadıkları hayat onlara iyi gelmediği için kendilerini kötü hissettikleri, bunun kolaylıkla düzeltilebileceğini asla. ama hayır, psikiyatrlar tamamen yanlış oldukları bir gün kanıtlanacak mekanik klişeleri ile hepimizin hasta olduğunu söylemeye, bunun için de iyi para almaya devam edecekler,

"yakında kendime bir .mcık bulmazsam delireceğim."
"bedeli çok yüksek, unut gitsin."
"biliyorum, ama aklımdan çıkmıyor, garip rüyalar görmeye başladım, tavukları g.tlerinden düzüyorum."
"tavuk mu? oluyor mu?"
"rüyada oluyor."

"bazı erkekler kadınlarla ilişki yürütmekte başarılıdırlar, ben hiç beceremedim, çok sıkıcı bir şey ilişki, bittiğinde gerçekten düzülmüş hissedersin kendini."
"dalga mı geçiyorsun?"
"biliyorsun ne demek istediğimi: aldatılmış, kazıklanmış, hafif bok lekeli şortun yerdedir ve o ayaklarını sürüyerek banyoya gider, muzaffer, sen de orda sarkık etinle oturup tavana bakar, gecenin kalanında onun boş gevezeliğini dinleyeceğini bilerek ne anlama geldiğini düşünürsün...

"her konuda hemfikiriz, nasıl oluyor?"
"bu yüzden arkadaşız, sanırım, arkadaşlık bu demektir: deneyimin önyargılarını paylaşmak."

"sporda hiçbir zaman başarılı olamadım," dedi. "tanrım, takım seçerken hep sondan bir önce seçerlerdi beni. gerizekalıdan önce. Winchell'di adı."
"n'oldu Winchell'e?"
"bir çelik fabrikasında müdür şimdi."
"tanrım."
"gerisini duymak istiyor musun?"
"neden olmasın?"
"okul takımın yıldız oyuncusu. Harry Jenkins. Şimdi San Quentin cezaevinde."
"tanrım, doğru adamlar mı hapiste, yoksa yanlış adamlar mı?"
"doğru adamlar da var, yanlış da."
"sen içeri girdin, nasıl bir duygu içerde olmak?"
"aynı."
"nasıl yani?"
"başka düzlemde bir dünya toplumu, birbirlerini mesleklerine göre değerlendirirler, yankesiciler araba hırsızları ile samimiyet kurmaz, araba hırsızları tecavüzcülerle, tecavüzcüler sübyancılarla, her mahkûm işlediği suça göre değerlendirilir, porno film yapımcısı itibar görürken bir çocuğa sarkıntılık etmiş biri aşağılanır."
"sen onları nasıl değerlendirirsin?"
"aynı: yakalanmış."
"pekala, kodese düşmüş biri ile sokakta yanından geçen sıradan adam arasındaki fark nedir?"
"kodesteki adam denemiş bir Kaybeden"dir."

ama en güzel kadınlar hep en iğrenç boklara tutulurlar zaten, en sahtelerine, ya da kıskanç mıyım neyim?"
"haklısın, moruk, kadınlar sahtekarlara bu kadar güzel yalan söyledikleri için vurulurlar."
"pekala, öyle olduğunu varsayalım -kadınların sahte erkekleri seçtiklerini- bu Doğa'nın kanununa ters düşmez mi? -güçlü olanın seçilmesi meselesine? nasıl bir toplum bu?"
"toplum kanunları ile doğa kanunları farklıdır, biz doğal olmayan bir toplumda yaşıyoruz, her an havaya uçma tehlikesi içinde yaşamamızın nedeni bu. kadın sahte erkeğin bu toplumda ayakta kalmayı başardığını sezgi yolu ile bilir ve onu yeğler, kadının tek amacı çocuğunu doğurup onu güvenli bir şekilde büyütmektir."

"otomobilinizin kaskosu bitmiş, yeni yıllık ücretiniz 248 dolar ve peşin ödenmesi gerekiyor, üç trafik cezası yemişsiniz, her ceza bizim için trafik kazası ile eşdeğerdir..."
"s.ktir!"
"ne?"
"trafik kazası sizin cebinizden para çıkması demektir, trafik cezası ise benim, üstelik bizi kendimizden korumakla görevli motosikletli çocuklar kendilerine yeni ev, araba ve orta sınıf altı karılarına giysi ve biblo alabilmek için her ay belli bir kota doldurmak zorundalar, bırakın bu aptal hikayeleri, araba kullanmıyorum artık, dün gece arabamı iskeleden aşağı ittim, tek bir şeye pişmanım."
"neye?"
"lanet şey aşağı yuvarlanırken içinde olmadığıma."

insanlar sorgulanmak üzere odalara alınıyor ve ya yarı-insan çıkıyorlar dışarı ya da insanlıktan tamamen çıkmış, devrim isteyenler var, biliyorum, ama isyan sonrasında yeni hükümetinizi kurduğunuzda bir bakarsınız ki yeni hükümetiniz eski Baba'nızdır yine, yüzüne yeni bir maske geçirmiştir sadece.

DAKTİLOYU TERKETMEK SİLAHINI TERKETMEKTİR, FARELER ETRAFINI SARIVERİR. Camus'nün kalemi akademilerde konferans vermeye başladıktan sonra sustu, vaaz vererek başlamamıştı Camus, yazarak başlamıştı; trafik kazasından çok önce ölmüştü zaten.
arkadaşlarım bana "şiir dinletisi versene, Bukowski?" diye sorduklarında neden "hayır" dediğimi anlamıyorlar.

devrime duyulan romantik özlemin dışında bir şey göremedim henüz, ne gerçek bir lider ne de şimdiye kadar her devrim sonrası gelen ihanetin önüne geçebilecek bir platform, şayet birini yok edeceksem o adamın yerine karbon kopyasının gelmesini istemem,

vazgeçin demiyorum, insanlık ruhundan yanayım ben, ne demekse! ama polis ortaya çıktığında sizi dualarınızla baş başa bırakıp tabanları yağlayacak palavracılardan uzak durun, parklarda avazları çıktığı kadar bağırarak sizi kahramanlığa çağıranlar mermiler vızıldamaya başladığında en önde kaçarlar, hayatta kalıp anılarını yazmak isterler.

tanrı 2.000 yıl önce şöyle bir göründü ve birkaç ucuz panayır numarası ile yetindi. Yahudi'nin tekinin onu kandırmasına göz yumdu, sonra da tüydü,

İsa çarmıhtan indi, şimdi bizi çivilediler lanet şeye.

"allah kahretsin, benden uzak durmanı söyledim sana!"
"neden, hoş olmuş aslında!"
"NE!" diye bağırdı Henry. "BU HALDE SİGORTA PAZARLAYAMAM, DEĞİL Mİ!"
o anda ikisi de gülmeye başladı, sonra Henry kanepeye oturup ağladı, altın-sarısı yeşil benekli yüzünü ellerinin arasına almış ağlıyordu.
"tanrım, kanser gibi, kalp krizi gibi güzel ve temiz bir şey olamaz mıydı? Tanrı üstüme sıçtı, hepsi bu. Tanrı üstüme sıçtı!"

"kendinizi nasıl hissediyorsunuz?"
"üstüme bok bulaşmış da çıkmıyor gibi."
"bedenen demek istedim."

"durun bakiyim," dedim, "temmuzun ortasındayız ve bu yıl siftahım yok henüz."
güldüler, gülünç olduğunu sanıyorlardı, bol bol düzüşen insanlar başkaları düzüşemediğinde bunu gülünç bulurlar.

orada durup arkasından baktım, çocuklar asla inanmayacaklardı -kaçan balık, sonra birden döndü ve bana doğru yürümeye başladı, önden de hiç fena görünmüyordu, yakınlaştıkça daha iyi görünüyordu hatta -yüzünü hesaba katmamak şartı ile. ama benim yüzümü de hesaba katmamak gerekirdi, insanın talihi bozulunca ilk giden yüzü olur. diğer çürümeler daha yavaş gerçekleşir.

"Frank de özünde iyidir ama," dedim, "onu fazla kötüleme, ne demek istediğimi anlıyor musun?"
profesyonelce bir yaklaşımdır bu. her zaman anlayışlı görünme-
ye çalış, olmadığın zaman bile. kadınların istediği asla duyarlılık değildir, tek istedikleri önemsedikleri birinden duygusal intikam almaktır, kadınlar aptal hayvanlardır aslında, ama erkeğin üstünde öylesine yoğunlaşırlar ki erkek başka şeyler düşünürken onu bozguna uğratırlar.

birer içki daha içtikten sonra onu yatak odasına götürdüm, ya da o beni yatak odasına götürdü, önemi yoktu, ilk posta gibisi yoktur,

psikiyatrların bu konuda söyleyecekleri vardır mutlaka, benim de onların hakkında söyleyeceklerim var.

"o kocaman harikulade mavi gözleri nerden aldın?" "kendim yaptım!"

"bak, bu canını yakacak," dedi doktor, iğne ile başımı dikmeye başladı, hiçbir şey hissetmedim, her şeyi kontrol edebilirmişim gibi bir duyguya kapıldım, elimi uzatıp hemşirenin bacağını okşadığımda başımı bandajlıyorlardı. dizini okşadım hemşirenin, iyi gelmişti.
"hey! kendine gel!"
"yok bir şey. şaka yaptım," dedim doktora.
"içeri atalım mı?" diye sordu polislerden biri.
"hayır, evine götürün, zor bir gece geçirmiş zaten."
polisler beni evime bıraktılar, mükemmel servis.

ve Atlanta'da buldum kendimi, New York'da olduğumdan bile daha kötü durumda, daha parasız, daha deli ve daha zayıf; 53 yaşında bir fahişe ya da orman yangınına yakalanmış bir örümcek kadar şansım vardı anlayacağınız,

beyin yerine .mcık taşıyan erkekler şeref madalyası ile onurlandırılır, kahramanlık mı? geri zekalının cesareti değil, düşünebilen kişinin cesareti önemlidir

barmen on yedi yaşındaki kızın önüne otuz beşindeymişçesine koyuyor, yasa nerde? orda değildi allahtan.

insanlığın en kötü icatı üç başlıdır: posta kutusu, postacı ve mektup yazarı, rafımda mavi bir kahve kutusu var, içi yanıtlanmamış mektup dolu.

yirmi santimlik bir kamış beni bu dertten kurtarabilir, ya da başımı iyice belaya sokabilirdi, mevcut sermaye ile bile yeterince derde giriyor zaten başım.

yukarı çıkabildik bir şekilde, ama bir ara sendeledi, batı duvarını olduğu gibi yıkacak sandım.

ev sahibesi aşağıdaydı, "biraz önce çıkan kadını gördüm, o bir sokak kadınıydı, Bay Bukowski. sizin odanızdan çıktığını düşünüyorum, ben kiracılarımı gayet iyi tanırım."
"annemdi," dedim, "herkes arada sırada annesine ihtiyaç duyar."

kumar oynamazsan asla kazanamazsın.

Harikulade düşünceler ve harikulade kadınlar kalıcı değildirler.

egemenlik gerçekten milletin olduğunda hükümetlere gerek kalmayacak; o zamana kadar hapı yutmuşuz.

entelektüel basit bir şeyi karmaşık söyleyebilen kişidir; sanatçı ise zor bir şeyi kolay.

dostlarının nerede olduklarını bilmek istersen kodese gir.

"Direniş, İsyan ve Ölüm'ü okudun mu?"
"korkarım ki evet."

çükünle oynar mısın?
sürekli, efendim.
nasıl?
anlayamadım, efendim?
yani nasıl bir yöntem uygularsın?
dört-beş çiğ yumurta ile yarım kilo kıymayı dar ağızlı bir vazoya döküyorum, müzik olarak da Vaughn Williams ya da Darius Milhaud yeğlerim.
cam mı?
hayır .m.
yahu vazoyu soruyorum, cam mı?

evliliklerinde ters giden neydi, Stirkoff?her şey, efendim.
hayatının en iyi sevişmesini anlat.
dört-beş çiğ yumurta ile yarım kilo kıymayı...
tamam, tamam!

seni sever miydi?
kendinin bir uzantısı olarak, evet.
sevgi başka nedir ki?
iyi bir şeye değer verecek kadar sağduyulu olmaktır, kan bağı gerekmez, kırmızı bir deniz topu ya da üzerine tereyağı sürülmüş kızarmış ekmek de sevilebilir.

bir insanı sevmek mümkün mü sence?
iyi tanımadığınız biri ise belki, ben insanları pencereden seyretmeyi severim.

nedir senin korkak tanımın?
bir aslanla silahsız dövüşmeden önce tereddüt eden kimse.
peki cesur kime denir?
aslanın ne olduğunu bilmeyene.
herkes bilir aslanın ne olduğunu.
herkes aslanın ne olduğunu bildiğini sanır, efendim.

bilge diye kime denir o zaman?
bilge insan yoktur, efendim.
öyleyse budala da yoktur, gece olmazsa gündüz olmaz, siyah olmazsa beyaz olmaz.
özür dilerim, efendim, ben her şeyin neyse o olduğu kanısındayım, başka şeylere bağımlı olmaksızın.

GARDİYAN! BU ADAMI İŞKENCE ODASINA GÖTÜRÜN. HEMEN İŞKENCEYE BAŞLAYIN!
efendim, son bir istekte bulunabilir miyim?
evet.
vazomu yanıma alabilir miyim?
hayır, bana lazım.
efendim?
el koyuyorum, zapta geçsin, gardiyan bu sersemi derhal götür! ve bana biraz şey getir...
ne, efendim?
altı yumurta ile yarım kilo kıyma.

Miriam'ın Renie'den kuşkulanmadığı halde şişkoyu nasıl öğrendiğini çözemiyordum. sonra cevabı buldum, bütün kadınlar arkadaştılar, iletişim kuruyorlardı, doğrudan ya da ruhsal ya da erkeklerin anlayamayacağı, sadece kadınlara özgü bir biçimde, buna biraz da dış bilgi ekledin mi hiç şansı yoktu zavallı erkeğin.

-----------------------

Delilik - Charles Bukowski

neden buradasın? diye sordu.
(hücreye girmeden önce sorduğum için artık cevabı biliyordum.)
asker kaçağıyım.
burada iki şeye tahammül edemeyiz: asker kaçaklarına ve teşhircilere.
hırsızlar arasında şeref, ha? ülkeyi güçlü tutun ki soyabilesiniz.
biz yine de asker kaçaklarından hoşlanmayız.

bu kağıdı yan masadaki adama ver.
uzun bir yürüyüştü, kağıt ataşla kartıma tutturulmuştu, kenarından kaldırıp bir göz attım: "...ifadesiz yüzünün arkasında aşırı bir hassasiyet gizli..." kıçımla gülerim, diye geçirdim içimden, tanrı aşkına!: hassas: ben.

İstemeye istemeye örttüm ,aşaklarımı. Gece vakti herkes .aşaklarını sergileyebilir. Ama öğlenin ikisinde .aşak ister.

Doktorum bile beni telefonla arıyor. "İsa psikiyatrların ve egoların en büyüğüydü -Tanrı'nın oğlu olduğunu iddia etti. Paragözleri kiliseden attı. Yaptığı en büyük hata. Sıçtılar ağzına. Bir çivi tasarruf etmek için ayaklarını üst üste çivilediler. Ne boktan iş."

Yakın dostlarımı aradım, öyle fazla dostu olan biri de değilim, varsa da değil telefonları, tuvaletleri bile yok... hiçbir şeyleri yok genellikle.
Neyse, telefonu ve tuvaleti olan birini aradım. Çok kibar davrandı.
"Tabii, Hank, ne zaman istersen bende sıçabilirsin!"

Hayat kolaydı -yeter ki sal kendini. Biraz da paran olacak. Bırak başkaları savaşsın savaşlarda, bırak başkaları girsin kodeslere.

"Dur! Dur!" dedim, "o lanet kalabalığın içine sokma beni!"
"Sizin kim olduğunuzu bilmiyorlar, Bay Chinaski."
"Bana mı söylüyorsun? Ama ben onların kim olduklarını biliyorum. Şurada duralım. Otobüs gelince fırlarız. Bu arada bir yudum alır mısın?"

Önce eskilerden okudum birkaç tane. Şişeye yumuldukça güzelleşiyordu şiirler -benim için.

Meslek olarak yazarlığı önerir misiniz?"
"Yazmak seni seçer, sen yazmayı seçmezsin."

Alkış şaşırtıcıydı. Kuvvetliydi, uzun süre kesilmedi. Mahcup oluyordu insan. O kadar da iyi sayılmazdı şiirler. Başka bir şeyi alkışlıyorlardı. Okumanın sonunu getirebilmiş olmamı herhalde...
Profesörlerin birinin evinde bir parti vardı. Fena halde Hemingway'i andırıyordu profesör. Hemingway ölmüştü, tabii ki. Profesörün de ölmüş olduğu pekâlâ söylenebilirdi.

Bir süre yol aldık, bu işten kaçış olmadığı tam olarak o zaman dank etti kafama. Her zaman yapmak zorunda olduğun bir şey vardı, yoksa üstünü çiziveriyorlardı. Katlanması güç bir olguydu ama kafama not edip, bir gün bu zorunluluklardan kaçmanın bir yolunu bulabilecek miyim acaba, diye geçirdim içimden.

Tanrım, her yer kadın doluydu, yarısından fazlası adamın çükünü kaldırıyordu ve elden bir şey gelmiyordu -bakıyordunuz sadece. Kim tasarlamıştı bu korkunç numarayı? Ama bir yandan da hepsi birbirine benziyordu, bir papatya tarlası. Hangisini seçerdin? Hangisi seni seçerdi? Önemi yoktu, hüzün vericiydi.

"Dünkü dinletide şişene iki kez yumulan tip var ya..."
"Evet. Kaşınıyordu."
"Herkesin ödü kopuyor ondan. Yurttan kovuldu ama hâlâ ortalıkta dolanıyor. Sürekli LSD alıyor. Kafayı yemiş."
"Beni hiç ırgalamaz, Henry. Kadınımı çal ama viskime dokunma."

Madge bir şişe bira ve bir bardak şarapla döndü. Ayağında topukluları vardı, bacak bacak üstüne atınca külotu göründü. Sıkı hatundu. Yüzünü hesaba katmadan.

"özgür bir ülkede yaşıyoruz, ben..."
"özgür bir ülkede yaşamıyoruz -her şeyin bir sahibi, her şeyin bir fiyatı var."

kalça ve bacak teması hissetti, biraz göğüs ve hafif bir parfüm kokusu.
"şey, beyefendi, afedersiniz."
"buyrun."
iyice yaslandı Jack'e. tek yapması gereken sihirli sözcüğü telaffuz etmekti ve kendine 50 dolarlık bir kaltak bulmuştu, ama 50 dolar edecek bir kaltağa rastlamamıştı henüz.

atlar insanlardan daha çok para kazanıyorlardı, ama harcayamıyorlardı.

hiç şansı kalmadığını hipodromda geçirilen kötü bir gün sonrasında eve geldiğinde anlar insan; çoraplar leş, cepte iki-üç buruşuk dolar, mucizenin asla gelmeyeceğinin bilincinde, ve en kötüsü, son koşuda keriz gibi onbir numaralı ata nasıl oynadığını düşünüp durursun, kazanamayacağını bile bile, 2/9 ile günün en büyük keriz tuzağı, yılların birikimini hiçe sayarak on dolarlık gişeye gitmiş ve kır saçlı gişeciye, "onbire iki ganyan!" demişsin ve gişeci sana yine "onbir mi?" diye sormuş yanlış bir ata her oynadığında yaptığı gibi. hangi atların kazanacağını bilmez ama hangi atların kesin kaybedeceğini iyi bilir ve başını sallayıp yirmiliği almış, sonra dışarı çıkıp o köpeğin sonuncu gelişini izlemek, hiçbir çaba göstermeksizin, beynin, "hay .mına koyayım, aklımı kaçırmış olmalıyım," derken o köpeğin haylaz haylaz gezinişini izlemek.

o sıralar favori boksörüm genç bir zenciydi, ringe küçük beyaz bir kuzu ile çıkar, dövüşten önce kuzuya sarılırdı, hayli bayağı bir numaraydı elbette ama sağlam ve iyi bir boksördü, sağlam ve iyi bir boksör hoşgörüyü hak eder, değil mi?

BAK şunlara! şu zavallılara bir bak."
ve doğruydu, insanlıktan çıkmışlardı, gözleri sulanmıştı, donuk ve deli bakıyorlardı, her şeye gülüp sürekli birbirleri ile alay ediyorlardı, ruhları damgalanmıştı. katledilmişlerdi.
"iyi adamlar bunlar," dedi puro.
"elbette, maaşlarının yarısı vergiye, diğer yansı da yeni arabalara, renkli televizyonlara, aptal karılarına ve dört beş farklı sigorta poliçesine gidiyor."

o binadan çıktığında her kovulduğunda ya da işi bıraktığında hissettiği o harikulade mutluluğu hissetti, onları orada bırakmak -"burada bir aileyiz, Skorski. istikbalini garanti altına aldın!" iş ne kadar boktan olursa olsun, işçiler bunu mutlaka söylerlerdi ona.

sistemini başarı ile uygulayıp 50-60 bin doları kaptıktan sonra Los Angeles ile San Diego arasındaki sahilde küçük bir ev satın alacaktı kendine, sonra elektrikli bir daktilo alacaktı, fırçalarını çıkaracaktı, Fransız şarabı içecek, her gece okyanus kıyısında yürüyüşe çıkacaktı, iyi yaşamakla kötü yaşamak arasındaki fark biraz talihti ve Dan talihinin biraz açılması gerektiğini düşünüyordu; defterlere, muhasebe defterlerine göre alacaklıydı…

zenci-yandaşlığının entelektüel bir yutturmacaya dönüşmesinden çok önce Central Bulvarı'ndaki zenci barlarında oturduğu günler geldi aklına, onlarla konuşup aynı beyaz adam gibi düşündüklerini öğrendiğinde hayal kırıklığına uğrayışı -paradan başka bir şey düşünmüyorlardı onlar da.

Dan gözlüğün arta kalanını gömleğinin ön cebine soktu, sonra BOŞUNA olacağını bildiği harekete gelmişti sıra... ama mecburdu, bilmek zorundaydı...
arka cebini yokladı.
gitmişti cüzdanı, bütün parası o cüzdanın içindeydi.

New York'da kokteyleri o kadar hızlı içmekle iyi etmemişti belki.
ya da etmişti.

İzledikçe daha çekici buluyordum onu. Böyle kadınların sokakta yürümeleri yasaklanmalı.

Sonra asansörden çıktım.
Bir sürü daire vardı. İlk dairede bulacak kadar şanslı olmadığıma karar verip ikinci dairenin kapısını çaldım.

"Değer mi, arkadaş?" dedi iri polis, "bir kadın için hayatını mahvediyorsun, değer mi?"
"Tam da tecavüz sayılmaz," dedim.
"Genellikle öyledir."
"Evet," dedim. "Haklısın galiba."
Beni tutuklayıp hücreye tıktılar.

"senin gitme zamanın geldi sanıyorum."
istemeye istemeye kalkıp gitti, röntgen daha sonra çekilecek otuz-bire renk katar,

işte o zaman koğuşta çorapsız tek adam olduğumu farkettim. o ayyaş koğuşunda yüz elli kişiydik ve yüz kırk dokuzunun ayağında çorap vardı, çoğu yük trenlerinden inmişlerdi, tek ben çorapsızdım. dibe vurduğunu sanıp bir dip daha olduğunu keşfedebiliyordu insan.

riske girmemek, kaybetmemek, aynı yere dönmemek sadece ölülere mahsustu.
tuhaf: bazen düzüşmemek yarım yamalak bir düzüşten daha iyiydi.
yanılıyor da olabilirim, genellikle yanıldığım söylenir.

Vietnam'dan yırtmak için habire üniversiteye gidiyor, şimdi de hahamlık eğitimi görüyor, müthiş bir haham olacağından hiç şüphem yok. yeterince şehvetli ve palavracı, iyi bir haham olacak, ama aslında savaşa karşı değil, o da bir çokları gibi savaşları iyi ve kötü olarak ikiye ayırıyor. İsrail-Arap savaşına katılmak istedi ama bavulunu yapma fırsatı bulamadan savaş bitti, uzun lafın kısası, insanlar birbirlerini öldürmeye devam edecekler, yeter ki onlara mantıksal bir neden verin. Kuzey Vietnamlı öldürmek doğru değil. Arap öldürülebilir. iyi bir haham olacak.

devrimin DIŞARIDAN-içeriye doğru değil, İÇERDEN-dışarıya doğru gerçekleşmesi gerektiğini anlattım ona, asıl sorun burada, bu tiplerin ayaklanma başlar başlamaz yaptıkları ilk şey gidip bir renkli televizyon yağmalamak, düşmanı yarı-zeka yapan aynı zehiri kendileri için de istiyorlar, ama dinlemiyor beni.

"peki, ülkeyi yaktık, yerine ne koyacağız."
"Amerikan Devrimi, Fransız Devrimi, Rus Devrimi başarısız mı oldu sence?"
"bütünüyle başarısız olmadılar, ama bütünüyle başarılı da olmadılar."
"denediler en azından."
"bir santimetre ilerlemek için kaç kişiyi öldürmeliyiz?"
"bir santimetre bile ilerleyemediğimiz için kaç kişi ölüyor?"
"bazen Plato ile konuşuyormuş gibi hissediyorum kendimi."
"Plato ile konuşuyorsun; yahudi sakallı bir Plato ile."

"hipodromdan uzak durmayı beceremiyor musun?" "siz orospu çocukları kazandığım zaman tek kelime etmiyorsunuz ama."

ve çocukken 2.000 yılını görmek isterim, diye düşündüğümü hatırladım, bunun sihirli bir şey olacağını düşünmüştüm, babam her allanın günü posamı çıkarırken 80 yaşına kadar yaşamak, 2000 yılını görmek istiyordum; şimdi herşey her allanın günü posamı çıkarırken o isteği duymuyorum artık

M.C Slum'ın servisine girdim, direksiyonunda solgun bir sarışın oturan kırmızı Chevy'nin yanına çektim, solgun sarışınla huzursuz ve nefret dolu bir şekilde bakıştık -ben çölün ortasında kimsecikler yokken .ikerim onu, diye geçirdim içimden, o da bana bakıp sönmüş bir volkanın içinde kimsecikler yokken .ikerim onu ancak diye geçirdi içinden ve bir ".İKTİR!" çekip arabayı çalıştırdım,

ayın 13'ünde kira. 14'ünde, nafaka. 15'inde, araba taksiti, muhtaçtım atlara; onlarsız hiç şansım yoktu hayatta, insanların nasıl geçindiklerini anlayamıyordum.

herkes anlamsız hamleler peşindeydi, oysa bir hamle yaptığında matematik hesabı da yapmak zorundaydın. Hem'in boğa güreşlerinde öğrenip yazılarında kullandığı gerçek buydu, benim hipodromlarda öğrenip yazılarımda kullandığım gerçek,

ayağıma (sol) cam parçaları girdi ve doktorum bana ağrı kesici bir iğne yapma zahmetine katlanmadan tabanımı yarıp cam parçalarını çıkarırken, "baksana, arada sırada ne yaptığını bilmez halde dolandığın oluyor mu?" diye sordu.
"genellikle, yavrum, genellikle."
sonra gerekli olmayan bir yarık açtı ayağımda.
masanın iki yanına tutunup, "evet, doktor," dedim.
o zaman biraz daha müşfik davrandı, doktorlar neden benden üstün olsunlar? anlayamıyorum, şu eski tıp adamı numarası.

boyanın çoğu ıskaladı oğlanı o boktan Hollywood ayışığında, ama birazı isabet etti, bir zamanlar kalbinin olduğu yere, beyaz üstüne bir yeşil dalga, göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleşmişti herşey,

"neden gidip onlara olanları anlatmıyoruz?"
"çünkü herkesin hayat tarafından delirtilip aptallaştırılması dışında hiçbir şey olmadı, bu toplumda sadece iki şeyin önemi var: parasız yakalanma, iyi kafayla yakalanma."
"ama o yaşlı adama yaptığı iğrençti."
"yaşlı adamlar bunun için vardırlar."
"ya adalet?"
"işte adalet: genç olan yaşlı olanı sopalıyor, yaşayan ölüyü sopalıyor, anlamıyor musun?"

Ama sonra arada sırada karışmamıza izin vermenin iyi terapi olacağına karar verdiler, iyi terapiydi gerçekten -dolapların içinde, bahçede, ahırda, her yerde düzüşüyorduk. Kadınların çoğu kocaları onları başka erkeklerle bastıktan sonra deli numarasına yattıkları için oradaydılar, ama numaraydı -kendi istekleri ile akıl hastanesine giriyorlar, kocaları onları bağışladıktan sonra çıkıp kocalarını yine boynuzluyorlardı. Sonra tekrar akıl hastanesine yatıyorlar, çıkıyorlar, hayatlarını bu şekilde sürdürüyorlardı. Ama içerdeyken de cinselliğe ihtiyaç duyuyorlardı, biz onlar için elimizden geleni yapıyorduk. Personelin de başını kaşıyacak zamanı yoktu elbette -doktorlar hemşireleri, hademeler de birbirlerini düzmekten zaman bulup başka şeylerle ilgilenemiyorlardı. Sakıncası yoktu bizim için.

Hiçbir zaman çözemediğim şeylerden biri de budur. Bu tür yerlerde çıkan rivayetlerden söz ediyorum. Hep doğru çıkarlar. Fabrikalarda ve büyük kurumlarda... bilmem kimin başına bilmem ne geldiğine dair bir rivayet yayılır; daha da kötüsü günler, haftalar, hatta aylar önce duyduğun bir şeyin doğru olduğunu öğrenirsin

Neyse, önce Mary çıktı kadınlar tuvaletinden, sonra ben. Benzinliğin pompacısı beni kadınlar tuvaletinden çıkarken gördü.
"Hey, ne işin var kadınlar tuvaletinde?"
"Ne diyorsun yakışıklı!" dedim bileğimi hafifçe bükerek. "Ne kadar güzel gözlerin var!" Uzaklaştım kırıtarak. Başka soru sormadı. Ama iki hafta boyunca bayağı kaygılandım, sonra unuttum gitti...

Neyse, ilaç satışından iyi para kazanıyordum. Bobby ona ne versem yutuyordu. Bir keresinde iki tane doğum kontrol hapı bile sattım ona. Yuttu.
"Kafası çok iyi bunların," dedi yarım saat sonra, "birkaç tane daha bul, olur mu?"

Ben hep yalnız biri olmuşumdur. Bağışlayın, kafadan biraz, kontağım galiba, ama arada sırada ayaküstü yapılan bir düzüşmeyi saymazsak, dünyadaki bütün insanlar yok olsa umurumda olmaz. Evet, hoş değil, biliyorum. Ama bir sümüklüböcek kadar hoşnut olurdum; beni mutsuz eden insanlardı sonuç olarak.

"AMAN ALLAHIM, ŞUNA BAK!"
"MENEKŞE GİBİ MOSMOR VE YARIM KOL UZUNLUĞUNDA! ZONKLUYOR, DEVASA VE ÇOK ÇİRKİN!"
"ACABA?"
"İşimizden olabiliriz."
"Değebilir."
O anda Doktor Blasingham girdi içeri. Bu da sorunu halletti.

İnsanları cinsellikten mahrum ederek akli dengelerini geri kazandırmanın en sağlıklı yol olmadığını söyledim doktora. Cinsel enerjinin omurgadan beyine iletilip daha yararlı işler için kullanılabileceğini iddia etti. Bunun istendiği takdirde yapılabileceğini, zorlama olduğunda daha yararlı işler için enerji iletmenin omurganın .ikinde bile olmayacağını söyledim.

renkler ve zevkler tartışılmaz elbette, ya da renksizlik ve zevksizlik.

sülük sizin uyku saatlerinizi de çok iyi bilir, siz derin uykudayken telefon eder ve ilk sorusu, "seni uyandırdım mı?" olur. ya da evinize gelir, perdelerin örtülü olduğunu gördüğü halde orgazmı çağrıştıran bir coşku ile kapıyı yumruklar, parmağını zile basıp tutar, cevap vermezseniz, "içerde olduğunu biliyorum!" diye bağırır, "arabanı gördüm."
bu yıkıcı insanlar düşünce mekanizmasının nasıl çalıştığından habersiz de olsalar onlardan hoşlanmadığınızı sezerler, ama bu onları kamçılar, ayrıca ne tür bir insan olduğunuzun da farkındadırlar -incitmekle incinmek arasında hep ikinciyi seçen birisiniz, sülük insanlığın iyi yanları ile beslenir; iyi insanın kokusunu alır.

ama hepimizin belki de farkında olmadan birilerine sülüklük yapmış olmamız olasılığını da gözardı etmemekte yarar var. berbat bir düşünce ama büyük olasılıkla doğrudur, hem sülüğe karşı dayanıklılığımızı da artırabilir, yüzde yüz insan yoktur aslında, hepimizin, başkalarının farkında olup bizim farkında olmadığımız deli ve çirkin bir yanı vardır, yoksa bu çiftliğe nasıl katlanabilirdik?
yine de sülüğe karşı önlem alan insana saygı duymalı, sülük kesin tavır karşısında ürker, başkasına musallat olur.

"Şişirdin kızı, değil mi?" diye sordu.
"Evet. Öyle oldu galiba."
"Başkaları da mı vardı yoksa?"
"Evet."
"Kadın milleti böyledir. Emin olamazsın. Sefilhanedeki kerizlerin yansı bu yüzden orada."
"Ben alkolden sanıyordum."
"Önce kadın, sonra alkol."

hep bir şey. ki insan ancak yaşlanmaya başlayınca anlayabiliyor, yaşlanmak avantaj olduğundan değil, aynı sahneyi bir film gibi insanın karşısına getirdiğinden.

------------------

Charles Bukowski (16 Ağustos 1920 – 9 Mart 1994),asıl adı Heinrich Karl Bukowski
Yapıtlarında bazen Henry Chinaski ismini de kullanmıştır.

Eserlerinde genellikle toplum dışı insanları ve depresyonu konu alması ve alkolizme yakın bir hayat tarzını anlatmasıyla ünlüdür. Bunun nedeni olarak kendisinin bu hayatı yaşaması gösterilebilir.

Bukowski babasına olan nefretini onun aksine bir hayat yaşayarak göstermiş ve bir yazısında da bu yüzden bir hiç olmayı seçtiğini söylemiştir. O babasının aksine olduğu gibi görünen ve bir şey olmamayı hedefliyen birisi olarak kazandığı paraya önem vermiyor ve barlarda günü birlik bir hayat sürüyordu.

1969'da Black Sparrow Yayınevi'nden ömür boyu 100 dolar maaş teklifini alınca postaneden ayrıldı. Bir mektubunda şöyle bir açıklaması vardı "İki seçenekten birini seçmek zorundaydım: Posta ofisinde kalıp delirmek ya da yazmaya oynayıp açlıktan ölmek. Ben aç kalmayı seçtim."

Bukowski hayatı, özgün dili ve tarzı ile Amerikan edebiyatına damgasını vurmuş,

Etik değerleri olmayanlar genelde kendilerini daha özgür görürler ama çoğunlukla sevme ve hissetme yetisinden yoksundurlar.

Toplumun hem en fakir hem en zengin uçlarında deliler kabul görür.

Hemen herkes dahi doğar geri zekalı gömülür.

Hiç çıldırmayan insanlar ne kadar berbat hayatlar yaşarlar.

Kötü bir şey olursa unutmak için içilir,iyi bir şey olursa kutlamak için içilir, hiçbir şey olmamışsa birşeyler olsun diye içilir.

Yaşamayı öğrenmek için birkaç defa ölmek gerek.

Sadece sıkıcı insanlar sıkılır.

Aydın, basit birşeyi zor yoldan anlatır. Sanatçı, zor birşeyi basit yoldan anlatır.

Diğer yazarları düşünüceğime ölümü düşünmeyi tercih ederim. Çok daha güzeldir.

Sıradan birşeyi şık bir biçimde yapmak, tehlikeli birşeyi acemice yapmaktan iyidir. Tehlikeli birşeyi şık biçimde yaptığınızda ise ona sanat denir.

Yazarlar çaresiz insanlardır ve çare bulduklarında artık yazar sayılmazlar.

Edebiyatsız dünya cehennem olurdu.

Demokrasiyle diktatörlük arasındaki fark: Demokraside oy verip sonra emirlere itaat edersiniz, diktatörlükte ise zamanınızı oy vermekle harcamazsınız.

Paraşüt takanlara sakın güvenmeyin.

Çok iyi tanımadığınız insanları sevmek tabii ki mümkündür.

İnsanlar sık sık hayatlarını boşa geçirdiklerinden şikayet ederler ve birinin çıkıp onlara bunun doğru olmadığını söylemesini beklerler.

Evlenirseniz size bitmiş gözüyle bakarlar. Kadınsızsanız eksik görürler.

Kadınlar aşkla beslenir, erkekler ise nefretle güçlenir.

“Tuhaf birisin, yalnız kalmayı seviyorsun değil mi?”
“Evet.”
“Neden?”
“Beni tanıdığın o günden çok önce hastalandım ben.”
“Şimdi hasta mısın?”
“Hayır.”
“Nedir problemin peki?”
“İnsanlardan hoşlanmıyorum.”
“Bu iyi mi peki?”
“Değil herhalde.”
“Bu akşam beni sinemaya götürür müsün?”
“Denerim.”

(…)
Yatağa girip şişeyi açtıktan sonra yastığımı arkama destek yapıp derin bir nefes aldım ve karanlıkta pencereden dışarı baktım. Beş gündür ilk kez yalnız kalıyordum. Yalnızlıkla beslenen biriyim. Yalnızlığımı alırsanız ekmeğimi ve suyumu almış kadar olursunuz. Yalnız kalmadığım her gün gücümden bir şeyler alır götürür. Bununla övünmüyorum ama önemliydi benim için.

(…)
Ofiste olanlar aklımdan gitmiyordu. O pahalı purolar, şık elbiseler, kanlı biftekler ve mâlikanelerin uzun girişlerini hâyâl ettim. Refah. Avrupa’ya seyahatler. Güzel kadınlar. Benden çok mu zekiydiler. Tek fark paraydı, ve onu elde etme isteği.
Ben de yapardım. Para biriktirecektim. Bir fikir yakalayıp kredi alacaktım. İnsanları işe alıp kovacaktım. Masamın çekmecesinde viski bulunduracaktım… Karım olacaktı. Ona ihanet edecektim ve o bunu bilecek ama servetimden yararlanmak için kabullenecekti. Yüzlerindeki hâyâl kırıklığını görmek için insanları işten atacaktım. Hak etmedikleri hâlde kadınların işine son verecektim.
İnsanların ihtiyacı olan şey buydu: ümit…

• Saçımı taradım keşke yüzümü de tarayabilseydim.

• Colorado'da üç yıllık yemek ve içki ikmali yapılmış bir mağaraydı istediğim. Kumla silecektim kıçımı. Her şeyi, bu basit, korkakca ve sıkıcı yaşantının içinde boğulmaya yeğlerdim.

• Bir keresinde adamın birinden Shakespeare sevmediğimi, yazmaya hakkım olmadığını anlatan uzun ve öfke dolu bir mektup almıştım. Gençler bana kanıp Shakespeare okuma zahmetine bile girmeyeceklerdi. Böyle bir konum almaya hakkım yoktu. Sayfalarca bunu söyleyip durmuştu. Cevaplamadım. Ama burda cevaplayacağım. Siktir git lan. Ben Tolstoy da sevmem.

• Gerçek; susuz yenen bir portakaldır.

• Biri bana çirkin olduğumu söyledikten sonra; gölgeyi güneşe, karanlığı ışığa yeğler olmuştum.

• Kadınımı ödünç al ama arabamı asla.

• Zaman unutturmaz,uyuşturur.

• Sizi bilmem ama ben her sabah ayakkabılarımı bağlamak için eğildiğimde "Tanrım yine mi?" diye geçiririm içimden

• Kadın olsam hayat kadını olurdum.

• Kızlar uzaktan iyi görünüyor, güneş elbiselerinde ve saçlarında parlıyordu. Ama yakınlaşıp ağızlarından akan beyinlerini dinleyince silahlanıp yeraltına gizlenmek istiyordum.

• Dünyanın en uzun mesafesi 2 cm'dir.(Ayaklarını duvara dayayıp kendini "emme" çabalarında hep 2 cm lik engele takıldıktan sonra sarf ettiği cümle)

• Bira içmek için buradayız ve hayatlarımızı öyle yaşamalıyız ki ölüm bizi almaya geldiğinde titresin.

• Bir daha birama dokunursan dişlerini ağzına dökerim.

• Aşk bir emre dönüştüğünde, nefret hazza dönüşebilir.

• Harikulade düşünceler ve harikulade kadınlar kalıcı değildirler.

• Bir kaplanı yakalayıp kafese koyabilirsiniz ama onu kırdığınızdan asla emin olamazsınız. İnsanlar daha kolaydır.

• Tanrının nerede olduğunu bilmek istiyorsan, ayyaşa sor.

• Hayat ile Sanat arasındaki fark, sanatın daha katlanabilir olmasıdır.

• Yaşayan bir amerikan ayyaşı ölü bir yunan tanrısından daha çok ilgilendirir beni.

• Hiçbir şey gerçek kadar sıkıcı olamaz.

• Cesur insanın hayal gücü kısıtlıdır. Korkaklık kötü beslenmenin bir sonucudur.

• Cinsel ilişki; şarkı söylerken ölümün kıçına tekmeye basmaktır.

• Egemenlik gerçekten milletin olduğunda hükümetlere gerek kalmayacak; o zamana kadar boku yedik.

• Damlayan musluklar, tutku osurukları ve patlak lastikler - hepsi de ölümden daha hüzün verici…

• Dostun kimmiş öğrenmek istiyorsan kodese gir.

• Bir metropol gazetesi, kötü haber yazmadan önce kendi nabzını ölçer.

• Hastaneler sizi neden sunmaksızın öldürmeye çalıştıkları yerlerdir. Amerikan hastanelerinde ki soğuk ve ölçülü acımasızlığın nedeni doktorların fazla mesai yapmaları ya da ölümü kanıksamış, sıkılmış olmaları değildir. Asıl neden çoğu zaman başları ile kıçlarını ayırdetmeyi beceremeyen, cahillerin hayranlığa boğulup merhemi elinde bulunduran büyücü olarak gördükleri ve çok az iş yapıp çok fazla para kazanan doktorların kendileridir.

• İnsan ruhunun derisi yoktur, şarkı söylemek isteyen iç kıvrımları vardır,duymuyur musunuz? Mırıldanıyor, duymuyor musunuz yoldaşlar? Sıkı bir hatun ve yeni bir Cadillac hiçbir şeyi değiştirmeyecek... Temel Reis yine tek gözlü kalacak ve Nixon yeni başkanımız olacak. İsa çarmıhtan indi, şimdi bizi çivilediler lanet şeye. Seçimimiz seçim değil. Çok hızlı hareket edersek, ölürüz. Yeterince hızlı hareket etmezsek, yine ölürüz. Onların destesiyle oynuyoruz; kıçında iki bin yıllık Hristiyan tıpası varken nasıl sıçacaksın?

• Kader tanrıçasının zalim olduğu ve sonunda hepimizin posasını çıkaracağı doğru; ama sıkı, ölümsüz bir kaybedenden daha yıldırıcı hiçbir şey yoktur. İşin sırrı şunda yatıyor; herkes kaybedebilir, kaybetmek yeteneklerin en kolayıdır.

• Acı çekmek için ayyaş olmak, bir kadın tarafından sıfırlanmak gerekmiyordu , ama acı çekip ayyaş olunabilirdi. Bir süre, gençlikte özellikle, talihin senden yana olduğunu sanabilirdin, bazen senden yanadır da gerçekten. Ama senin farkında bile olmadığın ve senin aleyhine işleyen birtakım ortalama hesaplar ve kanunlar vardır, her şeyin yolunda gittiğini sandığın zamanlarda bile.Bir gece, sıcak bir salı gecesi o ayyaş sen oluverirsin, sensin o ucuz pansiyon odasında olan, ve daha önce o odalarda olmuş olmanın da bir yararı olmaz, daha da kötüdür hatta, çünkü bir daha bu duruma düşmemeye karar vermişliğin vardır. Bir sigara daha yakmaktan, bir içki daha içmekten, o sıvası dökük duvarlarda bir çift göz, bir çift dudak aramaktan başka bir şey de gelmez elden.

• Beni tanıyan herkesin size söyleyeceği gibi, makbul biri değilim. Kötü adamı sevdim hep, kanunsuzu, hergeleyi. İyi işleri olan sinek kaydı traşlı, kravatlı tiplerden hoşlanmam. Ümitsiz adamları severim, dişleri kırık, usları kırık, yolları kırık adamları. İlgimi çekerler. Küçük sürpriz ve patlamalarla doludurlar. Adi kadınlardan da hoşlanırım; çorapları sarkmış, makyajları akmış, sarhoş ve küfürbaz kadınlardan. Azizlerden çok sapkınlar ilgilendiriyor beni. Serserilerin yanında rahatımdır, çünkü ben de serseriyim. Kanun sevmem, ahlak sevmem, din sevmem, kural sevmem.Toplumun beni şekillendirmesinden hoşlanmam.

• Kendimize işkence etmek için kullanmak isteyeceğimiz bir şey hep bulunur sanırım. Hipodromda başkalarının hislerini paylaşırsın; o ümitsiz karanlığı, pes edip vazgeçmenin kolaylığını. Bahisçilerin dünyası gerçek dünyanın makul ölçülere indirgenmiş şeklidir; hayatın ölümle sürtüşmesi ve kaybetmesidir. Sonuçta kimse kazanmaz. Geciktirmektir tek isteğimiz, o göz kamaştırıcı ışıktan gözlerimizi bir an için kaçırmak. Allah kahretsin, amaçsızlık üzerine düşünürken sigaramın yanık ucu parmağıma çarptı. Bu da beni uyandırıp Sartre havasından çıkardı. Mizah gerek bize, kahkaha gerek. Eskiden daha çok gülerdim, herşeyi daha çok yapardım. Yazmak hariç. Artık yazıyorum, yazıyorum ve yazıyorum.

• Karayolunda seyreden arabaların ışıklarını görebiliyorum. Sonu gelmeyen bir ışık akışı. Bu kadar insan. Ne yaparlar? Ne düşünürler? Hepimiz öleceğiz, hepimiz, ne sirk! Bunu bilmek birbirimizi daha çok sevmemiz için yeterli bir neden olmalı, ama değil. Son derece önemsiz şeyler bizi dehşete sürükleyip dümdüz ediyor, yutuyor.

• Bitkin bir halde fabrikadan veya depodan eve dönüşte, yemek, uyumak ve tekrar sefil işe dönmek dışında pek bir işe yaramazdı sanki gece. Fakat o yırtık perdeli aşınmış kilimli, tuvaleti ve küveti koridorun sonunda bulunan, havasında benden önce gelmiş bütün kaybetmişlerin hissedildiği bir eski odada beni bekliyor olurdu daktilo.

• Ben bir Charles Bukowski modası olduğunun farkında değilim. Yalnız yaşayan biriyim, kalabalıktan hoşlanmam; bu tür tuzaklara düşmeyecek kadar yaşlı, kuşkucu ve çakalım. Bu iki haftada yaptığım üçüncü söyleşi, ama ben buna modadan ziyade matematiksel bir tuhaflık olarak bakıyorum. Umarım hiçbir zaman moda olmam. Moda olmak lanetlenmek demektir. Bende ya da yaptığım işte bir tuhaflık var demektir. Sanıyorum 46 yaşında, 11 yıl boyunca sessizce çalıştıktan sonra böyle bir şeyden endişe etmeme gerek yok. Tanrılar benimledir umarım. Benimle olduklarını düşünüyorum.

• Yalnız kalmaktan daha kötü şeyler de vardır hayatta ama genellikle bir ömür alır bunun farkına varmak o zaman da çok geçtir ve çok geçten daha kötü bir şey yoktur hayatta.

• Yine akşamdan kalmaydım ve sıcak dayanılır gibi değildi kırk derecelik bir hafta. Her gece içmeye devam ediyor, sabahları taş ve her şeyin olanaksızlığıyla yüzleşmek zorunda kalıyordum. Çocukların kimileri Afrika güneş kaskları ve gözlükleri giyiyorlardı; ama ben, hep aynıydım, yağmur ya da güneş, yırtık pırtık giysiler, çivileri ayaklarıma batan eski ayakkabılar. Mukavva parçaları koyuyordum ayakkabılarımın tabanlarına. Bir süre için iş görüyorlardı, ama çok geçmeden çiviler topuklarıma batmaya başlıyorlardı yine. Viski ve bira, terliyordum koltuk altlarımdan ve sırtımda bir torbayla dolanıyordum çarmıh misali; torbadan dergiler çıkarıyor, binlerce mektup dağıtıyordum güneşin altında kavrulup sendeleyerek.

• İlk şiirler şu anda bulunduğum noktadan daha lirikler. Bu şiirleri beğeniyorum ancak "Bukowski'nin ilk şiirleri çok daha iyiydi," iddiasında bulunanlara katılmıyorum. Kimileri bu iddiaları eleştiri yazılarında dile getirdiler, kimileri de dedikodu sohbetlerinde. Şimdi okuyucu kendi kararını ilk elden verebilir. Bugünkü şiirimde konuya daha doğrudan yönelip özüne iniyorum ve sonra da çıkıyorum. Önceki ve bugünkü tarzlarımın birbirinden daha üstün ya da başarısız olduğuna inanmıyorum. Farklılar, hepsi bu.

• Aşk biraz anlam içeren bir yoldur; seks yeterince anlamlıdır.

• Mezarlıktayken seksen yaşıma kadar yaşamaya karar verdim. Düşün, seksen yaşındasın ve on sekizlik bir kızla seks yapıyorsun. Ölüm oyununda mızıklamanın en iyi yolu.

• Afrikaya ilaç göndermeye karar vermiştik; fakat hepsinin üzerinde tok karınla yazıyordu.

• Gittiğinde ağlarsın, şarkılarda, filmlerde, ona-buna, her şeye ağlarsın. Aklın başına gelince de boşa harcadığın zamana ağlarsın.

• Aşk, gerçekliğin ilk ışığında yok olacak bir sistir.

• Size zamanını ayırmayan birine, asla kendinizi harcatmayın.

• Hayat öyle lanet birşey ki; sustuğunda konuşmadın diye pişman eder, konuştuğunda ise susmadığın için kahreder.

• En kısa andır mucize.

• Para seks gibidir olmayınca önemi artar.

• İnsanların hakkımda ne düşündüğünü önemsemeyerek hayatimi on yıl uzattım.

• Bende küçük şeylerden mutlu olabilirim ama bu kadar bokun arasında o küçük şeyleri çıkarmaya üşeniyorum.

Son kuruşuna kadar oynamıyorsan asıl mesele para değildir.

Siz dünyayı kurtarın , bende nasıl kurtardığınızı yazayım.

Kapitalizm komünizmi yendi. Şimdide kendini yiyor.

Kadınlar her yere yanlarında aynayla gitmekten vazgeçtiklerinde bana kadın haklarından söz edebilirler belki.

Birkaç kişinin gücü, ruhu, ateşi, cesareti ve kumarıyla insanlık boğulmaktan kurtulabilir.

Yaşam az sayıdaki kadına hoş bir zarafet vermiş, kalanını da görmezlikten gelmiş.

Anlıyorum ki bilgisayarım beni taş**klarımdan kavramış durumda. Bu isi çözmem lazım.

Dünya, yazarların yokluğuna, kanalizasyonların yokluğundan daha çabuk alışır.

Sabaha karşı 2’den sonra kimse çirkin değildir.

Yalan söyluyorum ama inan bana bu doğru.

Bence içmek,her gün tekrarlanılabilen ve ertesi gün tekrar hayata dönülebilen bir intihar seklidir…

İnsanların yanında mutlu değilim, yeterince içersem kayboluyorlar.

Kimsenin ıstırabı olması gerektiğinden fazla değildir.

Sarhoş olmayı hep sevmeye karar verdim. Sıradanlığı alıp götürüyordu, sıradanlıktan yeterince sık uzaklaşabilirsen sıradan olmazdın belki.

Hayata bir daha gelsem kedi olmak isterdim, bütün gün yer,içer,kıçımı yalayıp uyurdum

Hayatım boyunca arıların, kelebeklerin ilgi gösterdiği bir çiçek olmak istedim ama hep sineklerin konduğu b*k oldum

...benim hakkımda bir şey biliyordu. Bütün ahlaksız öykülerime rağmen, o tecavüzcü kurkun altında ahlakçı birinin yattığını…

Yakası saçaklı süet bir kovboy ceketi giymişti lydia vance. "püsküllerini parçalamak isterdim" dedim ona, "oradan başlayabiliriz". Lydia gitti, işe yaramamıştı. Hiç bir zaman bilemedim kadınlara ne diyeceğimi. Ama kıçı güzeldi. Benden uzaklaşan o harikulade kıçı seyrettim.

Babamın evinde dolanıyorum (20 yıl aynı işte çalışıp hâlâ 8.000 dolar borçlu olduğu evde) ve ölü ayakkabılarına bakıyorum ayaklarının deriye verdiği şekle, öfkeyle gül fidanları dikiyormuşçasına, dikiyordu da, ve sönmüş sigarasına bakıyorum, son sigarasına ve o gece uyuduğu son yatağa, ve yatağını düzeltmek geliyor içimden ama yapamam, çünkü bir baba öldükten sonra bile hep evin efendisidir; sanırım böyle şeyler defalarca yaşanmıştır ama elimde değil düşünüyorum.

... Hakkımda yazılanlara gelince; bazı tanıtma yazıları, makaleler,bir kitap ve bibliyografi sayılabilir;ancak onlar bu duvarın arkasındaki dolapta bir yerlerdeler ve şimdi gidip ararsam terler ve sıkılırım.siz de bunu istemezsiniz biliyorum.sağ olun. Ayrıca daktilo ve imla yanlışları için özür dilerim. İkisine de hiçbir zaman ilgi duyamadım…

Yazar olmak, enfes güzellikte bir kadınla sevişip üstüne para almak gibi bir şey.

İlgi duymuyordum.hiçbir şeye ilgi duymuyordum.nasıl kaçabileceğime dair fikrim yoktu. Diğerleri yaşamdan tat alıyorlardı hiç olmazsa. Benim anlamadığım bir şeyi anlamışlardı sanki. Bende bir eksiklik vardı belki de..mümkündü..sık sık aşağılık duygusuna kapılırdım. Onlardan uzak olmak istiyordum.gidecek yerim yoktu ama..intihar?.. Tanrım,çaba gerektiriyordu.. Beş yıl uyumak isterdim ama izin vermezlerdi.

İki haftada 60 kadar şiir yazmıştım ama onları ne yapmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Elime şiir dergilerinin bir listesi geçti. İçlerinden biri wheeler, texas bölgesindeydi. Tamam, asmalar içinde bir villada yaşayan, kanarya yetiştiren yaşlı bir kadının çıkardığı o tür dergilerden biri olsa gerek, bu şiirler onun panikmetre ibresini zıplatır diye düşündüm. Şiirleri postalayıp aklımdan sildim. Dahi olduğumu ilan eden övgü dolu şişkin bir mektup aldım. İşler iyi gidiyordu. Yanıtladım. Harlequin dergisi bir sayısını tümüyle benim şiirlerime ayırdı. Yazışmaya deVam ettik. Beni ziyarete geldi. Oldukça çekici, sarışın bir kızdı. Evlendik ve texas'a gittik. Milyoner bir ailenin kızı olduğunu orda öğrendim. Evliliğimiz iki buçuk yıl sürdü.

Tahammül edilemeyecek kadar sıkıcı insanlardı sanatçılar, dar görüşlü, başarılı olmuşlarsa ne kadar kötü olurlarsa olsunlar büyüklüklerine inanıyorlardı. Başarılı olmamışlarsa ne kadar kötü olurlarsa olsunlar yine inanıyorlardı büyüklüklerine. Başarılı olamamışlarsa suç başkasındaydı. Yeteneksiz olabilecekleri hiç gelmiyordu akıllarına; berbat bile olsalar dehalarına güvenleri tamdı. Ve her zaman küçük kıçları şöhret'le verniklenmeden mezarı boylamış bir van gogh ya da mozart için berbat işler kusan 50.000 çekilmez geri zekalı vardı. Sadece iyiler bırakabiliyordu oyunu -rimbaud gibi, rossini gibi.

Gülmenin moda olduğu bir devirde ağlıyorum, genç olmanın moda olduğu bir devirde yaslıyım, seni sevmenin daha az cesaret istediği bir devirde senden nefret ediyorum.

Korktukları için entelektüelleşir insanlar, ümitlerini yitirdikleri için değil ve korkmakla ümitsiz olmak arasındaki fark bir entelektüeldir.

Bizzat insan ırki üzerine yazarken bile onlardan uzak kaldığımda kendimi daha iyihissediyorum; iki santim uzakta olmak bile iyidir,iki mil uzakta olmak harika,iki bin mil uzakta olmaksa mükemmel ….

sürünerek giriyor cehennem penceremden,
hiç ses çıkarmadan
odama dalıyor,
şapkasını çıkarıp
karşımdaki kanepeye yerleşiyor
gülüyorum
sonra çalışma lambam masadan aşağı yuvarlanıyor
yere çarpmak üzereyken yakalıyor ve biramı
üzerime döküp 'Allah kahretsin!' diye söyleniyorum
başımı kaldırıp baktığımda,yok
gitmiş orospu
çocuğu-acaba
sana bakmaya mı,
dostum?

en iyilerimizin sonu genellikle kendi ellerinden olur
sırf uzaklaşmak için,
ve geride kalanlar
birinin onlardan
uzaklaşmayı neden isteyebileceğini
bir türlü tam olarak anlayamazlar..

geceden kalma viski şişesinin
kokusuyla uyandım.
keskin..
son kalan yudumu içtim.
sarı sarı tükürdüm lavaboya
sonra christine aradı
eve çağırdım
bir güzel düzüştük
ağzına falan boşaldım
canim sikildi.
christine gitti
ve yine yalnızım
bir viski şişesi ve bir paket sigara daha açtım
yayınevinden George’a yazı yetiştirmem gerekti
aradım, süreyi uzattım.
sonra işedim
yine canim sikildi.
bu sefer marianna'yi çağırdım
onun da götüne boşaldım
bu sıralar çok sık sevişiyorum
ama yine de
yalnız hissediyorum
viski bitti.
markete gidiyorum.

EN KISA ANDIR MUCİZE
yalnız kalmaktan daha kötü
şeyler de vardır hayatta
ama genellikle
bir ömür alır bunun
farkına varmak
o zaman da
çok geçtir
ve çok geçten
daha kötü
bir şey yoktur
hayatta.

"ONLAR VE BİZ"
ön balkonda oturmuş
konuşuyorlardı:
hemingway, faulkner, t.s. elliot,
ezra pound, hamsun, wally stevens,
e.e. cummings ve birkaçı daha.
“baksana” dedi annem “şunları
susturamaz mısın?”
“hayır,” dedim.
“boş konuşuyorlar,” dedi
babam, “kendilerine iş bulsalar
iyi ederler.”
“işleri var
onların,” dedim.
“bok var,” dedi
babam.
“kesinlikle,”
dedim.
faulkner girdi içeri
sendeleyerek
dolapta bir şişe viski buldu
ve sendeleyerek çıktı.
“korkunç bir insan,” dedi
annem.
sonra kalkıp
balkonu gözetledi.
“bir de kadın var aralarında,” dedi, “ama
daha çok erkeğe benziyor.”
“gertrude o,”
dedim.
“kasılıp duran biri var
bir de,” dedi, “üç kişiyi birden
marizleyebileceğini söylüyor.”
“o ernie,” dedim.
“ve sen,” dedi babam, “onlar gibi
olmak istiyorsun, öyle mi?”
“onlar gibi değil,” dedim, “onlardan
biri.”
“lanet bir iş bulacaksın
kendine, anladın mı?”
“kapa çeneni,” dedim.
“ne?”
“’kapa çeneni’dedim, bu adamları
dinliyorum.”
babam karısına baktı:
“bundan böyle
oğlum yok benim!”
“umarım,” dedi annem.
faulkner sendeleyerek girdi içeri
yine.
“telefon nerde?” diye sordu.
“n’apıcan telefonu?” dedi
babam.
“biraz önce ernie çifteyle beynini
dağıttı,” dedi.
“gördün mü bu adamların başına
ne geldiğini?” diye bağırdı
babam.
yerimden
yavaşça kalkıp
bill’e telefonun yerini
gösterdim.

aynı kadınla iki kez
evlenerek hayatımı mahvettim'demiş
william saroyan.
hayatlarımızı mahvedecek bir şeyler
her zaman vardır,
william,
neyin veya kimin
bizi önce
bulduğuna
bakar,
mahvolmaya hep
hazırızdır.
mahvolmuş hayatlar
olağandır
bilgeler için de
ahmaklar için de.
ancak
o mahvolmuş hayat
bizimki olduğunda,
işte o zaman
farkına varırız
intiharların,ayyaşların,hapisane
kuşlarının,uyuşturucu müptelaları
ve benzerlerinin.
varoluşun
menekşeler kadar,
gökkuşağı
kasırga
ve
tamtakır
mutfak
dolabı
kadar
olağan
bir
parçası
olduklarının.
0 Responses