Murat Çetin
Onca serüvenden sonra tüm zamanların en ünlü hayalperesti La Manchalı Don Kişot'u yazdı. Nesli tükenmiş şövalyelere özenip hayallerinde kurduğu dünyada yaşayan Don Kişot, umutsuz bir kahramanlıkla, yel değirmenlerini devleştiren aptallık arasında bir simge günümüz dünyasında. Tıpkı uşağı Sanço Panza'nın pratik ve gerçekçi halkın simgesi olduğu gibi…

Dostoyevski'nin şu sözlerinin altında bir yerlerdedir: "Don Kişot, insan düşüncesinin en son ve en büyük sözü, insanın ifade edebileceği en acı ironidir"

Hayvancık hayretler içindeydi. Ne oluyoruz? Ortalık daha karanlıkken, ahır rahat, samanlar ılık ve yumuşakken şatodan çıkmak niçin?
Efendim acaba çıldırdı mı? Şan ve şerefin yakın bir yol dönemecinde kendisini beklediğini bir ata nasıl anlatabilirsiniz?

Akşama doğru kahramanımız uzakta oldukça güzel manzaralı bir bina gördü ve atını durdurarak uzun uzun seyretmeğe başladı. Başkaları için bunda hiç de şaşılacak bir şey yoktu.
Yol kenarındaki bu bina alelade handan başka bir şey değildi; fakat Don Kişot için !
Acaba istihkâmlı bir şato mu? Kalın duvarlı bir alınmaz kale mi? Don Kişot için ne olabilirdi bu? Hiç şüphe yok ki bir dukanın karargâhı. Bu fikir kafasına o kadar kuvvetle saplandı ki bu yerin kumandanı eliyle kendine silâhı kuşattırmayı kurdu ve Rossinante'ı mahmuzladı.

- Lütfen kalkınız Senyör, dedi. Tören bitti. Siz artık bir şövalyesiniz ve son gününüze kadar öyle kalacaksınız.
Don Kişot ona:
- Lüzumlu kelimelerden hiç birini unutmadığınıza emin misiniz? diye sordu.
Hancı:
- Senyör, şerefim üzerine yemin ederim ki, ben ne kadar şövalye isem siz de o kadar şövalyesiniz.

- Ah Efendimiz! Siz ölmediniz ya! Şövalye şikâyetli bir sesle:
- Pek zannetmiyorum, dedi.

- Dur Sanço, rica ederim. Nöbetçiler tarafından ilan edilmeden bir kaleye girilemez.
Onlardan birinin boru çalmasını ve köprüyü indirmesini bekle.
- Sevgili Efendim. Siz uyuyordunuz da boruyu ondan işitmediniz. Köprünün indirildiğim ve kapının açıldığını gözümle gördüm. Bizim için avluya girmekten başka yapılacak iş kalmamıştır.
Köylü daha fazla tartışmak istemediği için böyle konuşuyor ve Don Kişot'un, kendisine hak verilirse memnun olacağım biliyordu.

- Bir parça sargı bezi alıkoyar mısınız madam. Onları da ben kullanacağım.
Kadın hayret etti:
- Nasıl, siz de mi düştünüz?
Sanço Panza cevap verdi:
- Hayır madam. Yalnız efendimin düştüğünü görünce öyle korktum ki, vücuduma yüz sopa vurmuşlar gibi bir hal oldu.

- Görüyorsun ya dostum, dedi, sana vadettiğim şey olacak. Gezici şövalyeler için saadetler felâketlerle at başı gider.

- Efendimiz biraz sabırlı olun. Bu karanlıkta sarayı nasıl görürüm.
- Nerede olduğunu biliyorsun ya. Saray bir büyük meydanın ortasında olur.
- Belki hakkınız var Senyör, fakat prensesin evi dar bir sokağın içindeydi gibi geliyor bana.
Sanço Panza o kadar şaşırmış bir haldeydi ki artık ne uyduracağını bilemiyordu.
- Olur mu öyle şey, Sanço, olur mu? Bir sarayın dar bir sokak içinde bulunması mümkün mü?
- Her memleketin adeti başkadır senyör.

Mahzun Çehreli Kahraman Şövalye

Hürmetlerinizi arz edin prensese.
Karşınızdaki eşsiz emsalsiz Dulcinee de Toboso'dur.
Don Kişot:
- Ben öyle bir şey görmüyorum, dedi, fakat yinede ihtiyatlı davranarak kızın önünde yere diz çöktü.

Sanço hayran hayran:
- işitiyor musunuz senyör, dedi, prensesin sizi ne kadar sevdiğini kulaklarınızla işitiyor musunuz?
Kahramanımız suratını sarkıtarak mırıldandı:
- Allah bilir ben öyle bir şeyi ne görüyorum, ne işitiyorum. Sihirbaz galiba bana yeniden büyü yaptı. Düşmanım Freston bana bu sefer de bir oyun oynuyor olmalı,

Köylü kızın cinleri başına üşüşmeğe başlamıştı:
- Bu ne rezalet, dedi, çıldırdınız mı be adamlar! Bırakın yolumuza gidelim, diyorum. Vakit geç, acele işimin var. Masal dinlemeğe vaktimiz yok. Bak yine söylüyorum. Şimdi kardeşimi çağırırım. Uzakta değildir. Size bir sopa çekerse görürsünüz gününüzü.
Seyis:
- Ah bunlar ne güzel sözler prenses. Efendimin bu iltifatları işitmekten ne kadar bahtiyar olduğunu bilemezsiniz.

- Sanço bu macera bana merak veriyor. Bu efendilerle beraber güzel Kiteri'nin düğününe gidersek fena olmayacak. Ne dersin?
Sanço:
- Ben de sizin fikrinizdeyim senyör, dedi, çünkü böyle bir ziyafet pek kolay çiğnenip geçilmez.
- Ah Sanço! Sen karnından başka bir şey düşünmez misin?
- Karın yabana atılacak şey değildir; hele dolu olursa.

Basile:
- Ah zalim, dedi, benim dünyam gibi ahıretimi de berbat edeceğini biliyordum. Benden o kadar nefret ediyorsun ki ebedî olarak cehennem ateşinde yanmama razı oluyorsun.
Sanço Panza çobanın konuşmasını dinlerken iri iri gözlerim açıyordu. Can vermek üzere olan bu adam çok fazla konuşuyor gibi geliyordu ona. Fakat bunu kimseye söylememek ferasetini gösterdi.

- Cesaret! İleriye arkadaşlar ileriye! Dikkat, karşı kapıdan giriyorlar. Kaynamış zeytinyağı kazanlarım getirin... Yangına dikkat... Kaybettik... Herkes canını kurtarsın... Ev yanıyor!..
Don Kişot’un talihsiz seyisi:
- Aman Allah, diye inliyordu, ne olduysa bana oldu. Yangın çıkarsa ne yapacağım? İki kalkanın arasında kebap gibi kızaracağım. Allah acısa da daha evvel ölsem diri diri yanmak çok acı şey...

- Nereye mi gidiyorum? Eski hayatıma, hürriyetime. Ben vali olmak, düşmanlara karşı ada müdafaa etmek için yaratılmış bir adam değilim. Yeryüzünde bir tek düşmanım yok benim.
Ben ufacık toprağımı ekip biçmeyi, bağımı budamayı daha çok severim. Allah’a ısmarladık efendiler. Yol verin bakalım da bu gece ayaklarımız altında yol keçesi gibi çiğnediğiniz vücudumun yaralarını tımar etmeğe gideyim.

- Neden karıcığımın yanında kalmadım, diye içini çekiyordu, dünya büyüklerini kıskanmak meğer ne boş şeymiş! İnsan onların yüksek mevkilerinin yalnız güzel taraflarını görüyor.
Madalyanın ters tarafım gözünün önüne getiremiyor. Gerçekten benim valiliğimin kaygıları sevgili boz eşeğimin dostluğuna değmiyor; hele efendim Don Kişot’un bana gösterdiği muhabbetin pabucu bile olamıyor.

Böylece nafile şikayetler ve ümitsiz haykırışlarla bir kaç saat geçti. Sanço çukurdan yola çıkmak için bir çok defalar büyük gayretler sarfetmişti. Fakat toprak ayağının altından kayıyor ve çıkacak gibi olurken tekrar çukurun içine yuvarlanıyordu. Tam bir filozof olan eşek yere yatmıştı; efendisine kurnaz bir bakışla bakarak oyunun sona ermesini sabırla bekliyordu.

- Sen resmen yemin ettin.
- Etmesine ettim senyör şövalye. Fakat yiyeceğim üç bin altı yüz kamçıya karşı bana bir ada vadediyorlardı.
Ada bir rüya oldu. Şimdi durup dururken zavallı vücudumu niçin kamçı ile kan revan içinde bırakacağımı anlamıyorum. Düşünün ki bu dayak yüzünden ben pekala ölebilirim
- Sen benim Dulcinee’m için ölmekten, bir kahraman gibi canını feda ederek onun yanında eşsiz bir şan ve şerefe erişmekten memnun olmayacak mısın?
- Ben öldükten sonra şan ve şeref kaç para eder.
Derimin sağlam kalması bundan çok daha iyidir.
- Fakat düşün ki o deri, er geç bir gün böceklere, kurtlara gıda olacak.
- Fakat ne kadar geç olursa o kadar iyi olur. Siz Dulcinee’nizi sevdiğiniz gibi ben de, kör topal, kendi karımı ve çocuklarımı seviyorum.

Sanço hızla ayağa kalktı; eşeğinin kayışlarından birini alarak ormanın içine daldı. Don Kişot arkasından bağırıyordu,
- Dinle beni Sanço. Üç bin altı yüzü tamamlamadan ölmemeğe gayret et. Sayıyı bitirmeden ölecek olursan çok yanarım. Ben de geleyim mi seninle beraber. Kamçıları saymana yardım ederim.

- Hiç olmazsa biraz yiyecek getirdin mi bize?
- Sana bin sekiz yüz gümüş beşlik getiriyorum sevgilim. Bu paralar yiyip içilmez ama onlarla toprağımızı çoğaltırız. Sonra bu yolculuktan adamakıllı bir kamçı dayağı yemiş olarak dönüyorum O kadar ki hâlâ kolum ağrıyor.
0 Responses