Murat Çetin
Emperyalizme bağımlılık arttıkça Türkiye daha çok bir 'Kontrgerilla Cumhuriyeti'ne dönüşüyor. Diğer belirleyici etken ise Kürt sorunu. Şiddet yönteminde ısrar, bu suç örgütünün rejim içinde durmadan büyümesine yol açıyor. Artık Kontrgerilla rejime rengini veren en önemli kurumdur.

Kontrgerilla NATO ülkelerinin tümünde var. Türkiye'nin NATO'ya giriş tarihi 1952. Kontrgerilla ise ülkemizde 1953 yılında kuruldu. O zamanki yasal adı, Seferberlik Tetkik Kurulu. Fikir, finansman ve teçhizat daima ABD'ye aitti. Seferberlik Tetkik Ku-rulu'nun, yani Kontrgerillanın personeli de ABD Ordusu'nun ve CIA'nın subayları tarafından eğitildi. 1965 yılında Seferberlik Tetkik Kurulu, Amerikan Askeri Yardım Heyeti (JUSMATT) binasına taşındı! Adı değişti, Özel Harp Dairesi oldu.

12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri Amerika'nın emriyle Kontrgerilla tarafından adım adım planlandı ve gerçekleştirildi. Türkiye Kontrgerillanın provokasyonları, sabotajları ve işkenceli sorgularına sahne oldu. Bu süreç boyunca Kontrgerilla durmaksızın büyütüldü.

1990 yılında İtalya'da Gladio adında bir gizli devlet örgütü açığa çıkarıldı. Sovyetler Birliği'nin çözülüşünden sonra Avrupa ülkelerinin Amerika'ya bağlı Kontrgerilla örgütlerine ihtiyaçları kalmamıştı. İtalya'dan sonra bütün NATO ülkelerinde benzer örgütlerin bulunduğu resmen açıklandı.

"Kontrgerilla yoktur" sözünün bizzat kendisi, Kontrgerillanın bir psikolojik harp sloganıdır!

Cumhuriyet emperyalizmle uzlaşıp kendi halkına karşı dövüşen bir diktatörlük haline geldikçe Kuvayı Milliye'ci Yüzbaşı Selahattin yerini Binbaşı Ersever'e bırakır! Yüzbaşı Selahattin işgalci emperyalizme direnen bir halkın parçasıdır. Binbaşı Ersever ise, kendi halkına karşı savaşan Kontrgerilla örgütünün önemli şeflerinden biri. Bağımsızlık ile emperyalizme tam teslimiyet arasındaki zıtlık kişisel kaderlere böyle yansıyor.

1500 subayın re'sen emekli edildiği 12 Eylül döneminde darbe için aktif rol alıyor. A.Ö. ile ilgili bir astsubay şunları anlatıyor: "1978 yılında Mardin 22'nci Sınır Tugay'ında görev yaparken birlikte çalıştığı ve çok yakın arkadaşı olan 'Cem Yüzbaşı' ile birçok operasyonlara katıldılar. Daha sonra ikili Jandarma İstihbarat'da da birlikte çalıştılar. Burada görev yapan subaylar gerilla gibi giyinirler. Kendileri Kürt değil ama çok iyi Kürtçe konuşurlar."

"O günlerde İstanbul'da birçok solcu öldürüldü. İstanbul Emniyet Müdürü Şükrü Balcı'nın değişik bir taktiği vardır. Bir polisi veya subayı pisliğe bulaştırmak için tetik çektirir. Tetiği çeken kişi ise bu işlerden artık kurtulamaz. H.K. işte böyle bir numara ile pisliğe bulaştırıldı. Sanıyorum hâlâ da bu rezil işleri yapmaya devam ediyordur. Çünkü bu işlere giren subayın, polisin kurtulması zordur.

Jandarma Genel Komutanlığı'nda 70'li yıllarda iki grup ortaya çıkmıştı. Sosyal demokratların oluşturduğu ve başında Korgeneral İsmail Selen'in bulunduğu grup ile MHP'lilerin biraraya gelip liderliğini Korgeneral Hulusi Sayın'ın yaptığı ekip. İki grup sürekli çatışma halindeydi.

"Yüzbaşı Cem" bu grubun aktif elemanlarından biriydi. MHP'nin toplantılarına çekinmeden üniforması ile gidiyordu!

JİTEM (Jandarma İstihbarat Terörle Mücadele) adını ilk kez 1991 yılı sonunda duymuştum.

"JİTEM Grup Komutanı'nın alt kadrosunda bir veya iki subay ile birkaç astsubay görev yapar. JİTEM Komutanlığı'na bağlı; gerilla gibi giyinen, altlarında özel arabaları bulunan JİTEM komutanları dışında kimseden emir almayan, kendi başlarına buyruk olan çoğunlukla dağda gezen, mağaralarda kalan timler vardır. Kaç tim olduğunu bilmiyorum.

"Bunlar köy köy, mezra mezra dolaşırlar. Her timin kendi bölgesi vardır. Hepsi çok iyi Kürtçe konuşur. Zaten bunları birçok köylü PKK'lı sanır. Bu timleri sizde görseniz PKK'lı mı, asker mi olduğunu anlayamazsınız. Hepsi bıyıklı ve sakallıdır. JİTEM timleri bazen PKK kimliğiyle gidip, kavgalı köylüleri birbirleriyle barıştırır. Bu timlerin asıl amacı istihbarat toplamaktır.

"Söylediğim gibi bu timlerin asıl amacı istihbarat toplamak, sorumlu olduğu bölgede istihbarat ağı kurmaktır. Köylüleri 'devşirip' muhbir yapmaktır. Köy korucusu olan bir köyde mutlaka JİTEM'in muhbiri vardır. Timlerle, korucuların ilişkileri çok sıkı fıkıdır. Her köyde, mezrada bir muhbir bulunsun istenir. Ancak muhbir bulmak çok zordur. Genellikle korucular yapar bu işi."

"JİTEM çok iyi amaçlar için kuruldu. İstihbarat toplamak tek gayesiydi. Sonra dejenere oldu. Tim komutanları kendi gruplarını oluşturdukları için işi bilen elemanlar yerine, kendisine çıkar sağlayacak, kendi yaptığı kanun dışı davranışlara göz yumacak itirafçıları, askerleri seçmeye başladılar. Çoğu tim elemanı yapılan kanun dışı hareketlere göz yumdu. Üst rütbeler de ses çıkarmadı. Sonuçta ufak çapta başlayan kanun dışı hareketler çok büyüdü. Binlerle ifade edilen paralar, milyarlarla ifade edilmeye başlandı. Nihayet JİTEM'de çalışanların hemen tümü bölgede uyuşturucu ve silah kaçakçılığında etkin rol almaya başladılar."

"JİTEM timlerinin altında sivil arabalar var. Bu otomobiller, değişik renktedir. Plakaları ise resmi değil, sivildir. Güneydoğu'nun tüm karayollarındaki arama noktalarından rahatça geçerler. Durdurulmazlar, aranmazlar. JİTEM timi kimliğini gösterir, çeker gider.

"İşte bu kolaylık nedeniyle, İran'dan, Irak'tan, Suriye'den gelen uyuşturucular JİTEM arabalarına yükleniyor. Uyuşturucuyu alan JİTEM arabaları duruma göre Van veya Diyarbakır'a gidip uyuşturucuyu teslim ediyor. Uyuşturucular buradan İstanbul'a, Mersin'e gidiyor."

"JİTEM timleri, kaçakçılığı ilişki içinde oldukları korucubaşları ve itirafçılar aracılığıyla yapıyorlar. Bunların çıkarları ortak olduğu için birbirlerini hep korurlar.

Sıfır hattında; yani sınırda bulunan Bölük Komutanlarının, Alay Komutanlarının, İl Jandarma Alay Komutanlarının yüzde 80'i bu işin içindedir.

"Bölgeye gelen sınır komutanları, ister istemez bu işlere bir şekilde bulaştırılıyor. Yeni gelen komutana kaçakçılık yapan ağalar, korucu başları, belediye başkanları hemen ziyarete gelirler. Komutanın nabzını
yoklar, hediyeler verirler. Samimi olmaya çalışırlar.
Eğer samimi olurlarsa işler kolaylaşır. 'Al gülüm ver gülüm' başlar. Zaten tayini çıkan komutan yeni gelen subaya dönen dolapları anlatır. Eğer yeni gelen subay iyi niyetli ise uyuşturucu kaçakçılığına karşı biriyse bu kez ağalar, korucular onu yerinden etmek için çeşitli dolaplar çevirirler. Nüfuzlarını kullanırlar. Araya kimler kimler sokulur; Belediye Başkanları, Milletvekilleri, Bakanlar..."

Bölgede, özelikle Körfez Savaşı'ndan sonra silah kaçakçılığı olaylarında büyük artış olmuştu.
"JİTEM timleri, muhbirler, PKK itirafçıları aracılığıyla tespit ettikleri sığınaklardan ele geçirdikleri silah ve mermileri kaçakçılar vasıtasıyla PKK'ya, K.Irak'taki peşmergelere satıyorlar!"

Silopi'de MHP'li olduğunu her fırsatta dile getirmesiyle ünleniyor. O yıllarda Kartal Tibet'in başrolünde oynadığı Tarkan filmleri çok popüler. Tarkan'ın Kurt'undan etkilenen Ersever yanında köpekle geziyor. Köpeğin adı ise Ecevit!

Sicilinde "aşırı milliyetçidir" notu var.

Ersever 1984 yılından beri Güneydoğu'da görev yapıyordu. Doğrusu çok ilginçti; Herkes bölgeden kaçarken Ersever yıllardır Güneydoğu'daydı!

Binbaşı Ersever 12 Eylül'ün ilk günlerinde İskenderun'da kaçakçılar arasına ajan olarak sızmıştı.

Ersever ünlü kaçakçı Nejat Söylere yardım etmişti! Ersever istihbarat toplarken aynı zamanda bazı karanlık işlere de karışmıştı.

1982'de Adıyaman'da önyüzbaşı olarak görev yapan Ersever, kaçakçılara yardım ettiği için açığa alındı.

Aliveli, Ersever'in dönemin Ülkü Ocakları Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ile de gizli gizli görüştüğünü anlatıyor.

Ersever 1988 yılında Şırnak bölgesinde görev yaptığı dönemde, İdil ilçesinden Mehmet Bayar adlı bir kişiyi gözaltına alıyor. Daha sonra Bayar'ın koynuna bomba koyup, ellerini arkadan bağladıktan sonra kaçmasını söylüyor. Mehmet Bayar kaçarken bomba patlıyor ve ölüyor. Bayar bu olaydan sonra TRT ekranlarında terörist olarak gösteriliyor! Ceset İdil Taburu'nun bahçesine gömülüyor.

1993 yılı gelip çatmıştı. Yine o günlerde 2000'e Doğru dergisinin yerine Aydınlık gazetesini çıkarmak için uğraşıyoruz. 2000'e Doğru dergisini kapatıp Aydınlık'ı çıkarmaya başlıyoruz.

Güneydoğu Anadolu'da bugün PKK'ya ihanetin cezası ölüm. Devlete ihanetin cezası ise 15 gün gözaltıdır. Güneydoğulu bir vatandaş olarak tercihinizi yapın. Yanlış anlaşılmasın, ben devlet de öldürsün demiyorum. PKK'ya ihanetin cezasının ölüm olması olayını ortadan kaldıralım diyorum.

Hizbullah ne? İlk İran'da çıkmış daha sonra Lübnan'da üstlenmiş. İran İslam Devriminin ihracına yönelik dini, askeri bir örgütlenme.

Bu saldırılar gökten zembille yapılmadı. Gerilla faaliyetinin geçmişi vardı. Yıllarca bu bölgede çalıştılar. Kuzey Irak'tan geldiler, Suriye'den geçtiler. Keşiflerini yaptılar. Üs bölgelerini tesis ettiler, üs bölgesi adı bile suçtu bizim literatürde

Amerikalılar, küçük birlikler vurulunca bunları daha büyük birlikler haline getirdi. Merkezi üsler kurdu, dolayısıyla alan açıldı.

Yani küçük birlikler ortadan kaldırılınca, gerillanın yayılmasının alanları açıldı. Bu alana Vietkong yerleşti, filizlendi. Ardından orta büyüklükteki Amerikan kuvvetleri vurulmaya başladı. Amerika onları da çekti, büyük birlikler oluşturdu. Ancak sonuçta Amerika savaşı kaybetti. Bu büyük bir taktik hataydı...

Bu vatandaşlar kendisini nasıl korusun? Nasıl yapıp da bu vatandaşları silahlandıralım' diye düşünülmeye başlandı. Bir teşkilatlanma düşünüldü. Mevcut Köy Kanununa bir madde ekleyip Köy Koruculuğu denilen ucube teşkilat ortaya çıkarıldı.

Bu teşkilat bence prematüredir. Erken doğumdur ve aynı zamanda bir ucubedir. Gayri nizami savaşta bu tür teşkilatlar yapılır, halk silahlandırılır. Ama devlet önce bu tür alanları temizler, güvenliğini tesis eder, ondan sonra halkı silahlandırır ve 'güvenliğini koru' der. Gerilla oradayken yapamaz bunu. Yaparsanız, işte şu andaki köy koruculuğu teşkilatına dönersiniz.

Ne olmuştur Küba'da? 1957-58 yıllarında gerilla yoğun bir şekilde Sierra Maestra bölgesindeki halkla iç içe geçmiştir. Batista rejimi gerilla ile başedemeyeceğini görünce, bu köyleri toplamış, büyük yerleşim birimleri kurmuştur. Bu kez eylemler büyük yerleşim birimlerini de kaplamıştır. Batista bunu görmüş, yerleşim birimlerini dağıtmaya çalışmış ama iş işten geçmiştir. Ve Küba devrimi gerçekleşmiştir.

Buradan da ders almak gerekir. Bizde ne oldu? Bir takım faaliyetler sonucunda bazı köyler boşaldı. Bu insanların tümü, Sierra Maestra örneğinde olduğu gibi, gerillayla şu veya bu şekilde temas etmiş insanlardı. Yalnızca Cudi, Gabar değil, artık Şırnak, Cizre, Si-lopi Türkiye'nin Sierra Maestra'ları gibi olmuştur.

1987-88'lerde yavaş yavaş göçler başladı. Örneğin Uludere bölgesinden Şırnak'a doğru çekilme başladı. Dağ taş asker doldu, operasyonlar yapılıyor; ama gerilla kızını, oğlunu götürüyor. Sonra da devlet gelip bunun hesabını köylüden soruyor. Köylü ne yapsın? Olaylar sürdükçe Cizre, Silopi, Şırnak, Nusaybin, Dargeçit orta yerleşim birimi haline gelmeye başladılar.

Bugüne kadar söylediklerini yalanlamasaydı, Apo zaten ayakta duramazdı. O kadar kadroyu da öldürtmezdi. Çünkü, 'böyle demedim, kadro yanlış yaptı' demiştir hep. Ve kadrolarının 'hata yaptı' diye kafasını koparmıştır. Kafasını kopartmazsa hesabın kendinden sorulacağını bilir.

ERSEVER: Öcalan hataları hep kadroların üzerine yıkmıştır. Ayakta kalmasının nedeni de budur. Öyle bir parti düşünün ki, partinin merkez komite üyelerinin yüzde 85-90'ı aynı örgütte hain ilan edilsin.

Talabani, Kuzey Irak'ta Mesut Bar-zani'nin KDP'sine karşı bir güç olmak ister, adama ihtiyacı vardır. KDP hep birinci parti olmuştur, gücü vardır. KDP ile denk güç olmak ister. Sonra süreç içerisinde KDP'yi ortadan kaldırmak isteyecektir. Sayısı onbinlere varan bir PKK gücünü yanına çekmek istemesinin .amacı budur. Türkiye'ye karşı sürekli Apo kartını oynamak ister.

Dünyanın hiç bir yerinde, silahlı mücadelenin olduğu bir bölgeye, ekonomik, siyasi hiçbir yatırım yapılmaz. Bir çivi bile çakılmaz. Çakılırsa, taviz verilmiş olunur. Güneydoğu'ya yatırım yapılmasın, kalkındırılmasın demiyorum ben. Söylemek istediğim yapılacak her yatırımın, halkta 'Bunlar PKK'nın sayesinde yapılıyor' izlenimi vermesi. TC. böyle bir yanlışı yapmıştır...

Gayr-i nizami harpte iki unsur vardır. Biri; gerillanın eylem yapmasını engelleyici tedbirlerin alınmasıdır. Yani anti gerilla faaliyetleridir. Literatürde böyle geçer. Gerillayı dağlarda, kırsalda, gerilla gibi davranarak yok eden birliklere ve bu faaliyete de Kontrgerilla denir.

PKK ateşkes ilan etmiş de, bunu da soralım TC'ye; Abdullah Öcalan gene bütün eyalet komutanlarına bizzat emir vermemiş midir, 'köy baskınları yapmayın askeri birliklere büyük saldırılar yapmayın. Ama bu birliklerin etrafını, her yerini mayınlayın. Hareket ettirmeyin, keşif kolları çıkarsa saldırın', diye bir emir vermemiş midir? TC bunu bilmiyor muydu?

Araştırma yapılırsa bunlar çıkacaktır. Ben ışık verecek bir şey söyleyeyim: Acaba PKK'nın 1984 yılındaki ilk eylemlerinden sonra askeri birliklere, 'kışlanın dışına öğleden sonra çıkmayın', 'gece arazide hareket etmeyin', 'motorlu intikaller yapmayın', diye emirler verilmiş midir, verilmemiş midir? Bunlar taktik değil, stratejik hatalardır

Özel Harp Dairesi niye kurulmuştur? Nedeni bellidir. Kendileri de açıklıyorlar. Böyle karanlık işler çeviren, onu bunu kaybeden, yok eden, adamı alıp, götüren bir şey değil. Bu memleketin kurulduğu günlerdeki askeri anlayışa göre; Memleket düşman işgaline maruz kaldığında, o bölgelere gelerek, sızarak, düşmana karşı gerilla faaliyeti başlatmak için kurulmuştur. ÖHD'nin görevi kesinlikle söylendiği gibi adam vurmak, adam kaçırmak, adam sorgulamak değildir.

Şimdi bakın PKK'nın hesabı İran için şudur; İran İslam Cumhuriyeti kurulduğu, Şahlık devrildiği zaman Ortadoğu'da benzeri olmayan tek rejimdi. Dünyada tekti, eşi benzeri yoktu. Ama bir kale sadece kapılarını kapatıp; muhafızlarını, burçlarına dikerek korunamaz. Ne yapılması gerekirdi: Devrim ihraç edilmeliydi. Irak'a yöneldi, başaramadı. Türkiye'ye yöneldi. Bir takım örgütlenmelere girişildi ama başarılı olunamadı. Bu girişimler olduğu zaman Türkiye'de belli bir devlet otoritesi vardı. Şu an ki kadar yıpranmamıştı. İran'ın yapmak istediği örgütlenmeler hangi ortamlarda başarılı olabilir: Kaosun, terörün hakim olduğu ortamlarda. İran, PKK'yı kendisine zemin yaratabilecek bir ortam için kullandı. Finans ettiği ya da finans edeceği örgütlenmelere zemin hazırlamak için PKK'yı kullanmıştır. Öte yandan İran kendi Kurdunu düşünmez. Eskiden her bahar ve her kış uçaklar gönderir, Kürtlerin yaşadığı yerleri bombalardı. Terörü desteklemesinin nedeni, Türkiye'de rejimini ihraç edebileceği ortamı yaratmak.

Abdullah Öcalan'la ilgili okuldan, işte bu tarihte okulu terketti, şöyle yaptı, böyle yaptı, biçiminde yazı geldi: 'Silik bir kişilik, pasif, kavgaya gürültüye dahi girmez, hiçbir olaya girmez'. 70'li yılların başında, Abdullah Öcalan'ın kişiliği böyle. 75'te gruplaşmalar başlıyor. Gruplaşmaya başlamadan önce belki MiT'le ilişkisi olmuştur. Hani oralarda ne oluyor, ne bitiyor biçiminde bir temas kurmuş olabilir. Haber elemanı gibi. Ben, bunun ötesinde birşey olduğunu zannetmiyorum. Açıkça söyleyeyim, ilk kitapta da belirtmişizdir; Abdullah Öcalan, Bekaa'da yüzlerce Kürt gencini 'MİT ajanı' diye kurşuna dizdirmiştir.

Yarın bir provokatör çıkar, emperyalizmin uyguladığı genel bir stratejinin bir parçası olarak biri çıkar, Türk insanını Kürt yerleşim bölgelerine doğru sevk edebilir. Bu Türkiye'nin sonu demektir. Şu anda bu istidatta kimse yok. Böyle biri çıkarsa, onun Abdullah Öcalan'dan farkı yoktur bence. Emperyalizmin ikinci maşası olur bu kişi. Birincisi Apo'dur. İkincisi de Türkün Apo'su' olur.

İki buçuk eşkiyadan, onbinlere geldik. Bu nedenle bir an önce Türk Devleti dağdaki gerillayı temizlemek zorundadır. Bunun çözümü, kültürel ekonomik tedbirler değildir. Dağdaki gerillayı yok etmeden bunları yapamazsınız.

12 milyon Kürt'ten; her gün Kürtçeyi yaşamak isteyen, yazmak isteyen, şarkı söylemek isteyen, sanat yapmak isteyen, gazete okumak isteyen 100 bin insanı bile bulamazsınız. Hal böyleyken siz kalkar Kürtçe TV- radyo kurarsanız o toplumda bir milli benlik oluşmaya başlayacaktır. Kürtçe düşünmeye başlayacaktır. Kürt gibi davranmaya başlayacaktır.

Kaçakçılıkta,, bir kilo çayı, oyuncağı, garibanın, sırtçının sırtlayıp götürmesi, geçirmesi, getirmesi, şunu yapması, bunu yapması o eskidendi. Elbette bu karakolların görevi orada PKK'nın ikmal yollarını kesmektir. Lojistik desteğini kesmektir. Köylüler kaçakçılık yapıyorlar, halen de yapıyorlar. Kuzey Irak'a halen mal gidiyor.

91 başıydı. PKK'nın tavrı bellidir. Gittikçe halkı sokağa dökebilmek için ilk önce halkın en basit taleplerinden yola çıkarak miting, gösteri, yürüyüş yaptırdı. Daha sonra gittikçe yarı silahlı dıştan korumalı gösteriler, en son tümden silahlı şehir işgallerine kadar varan, işte Şırnak'ta gördüğümüz olaylar meydana geldi.

Sorgu olayı şudur; bilinmeyen şeylerin zorbalıkla, zor kullanarak ortaya çıkarılması değildir. Sorgu: Eldeki mevcut bilgilerin, sorgulanan kişiye karşılıklı konuşma şeklinde ve yer göstermelerle teyid ettirilmesidir. Siz hiçbir şey bilmiyorsanız, karşınızdakine hiçbir şey soramazsınız ve öğrenemezsiniz. Yani anlat deyip adama vurmak, adamı dövmek hem insanlığın ötesi bir hadisedir, insanlığa yakışmayacak bir olaydır; hem de bu tür sorgular ideolojik sorgu değildir. Karşınızdakinin ideolojisini bilmiyorsanız, siz sorgu yapamazsınız. Onun dilinden anlamazsınız zaten. İşte ideolojik sorgularda, adam kaçmış gelmiş, kendisi her şeyini teslim etmiş devlete. Geleceğinden endişeli, beni öldürecekler mi? diye. Yapılan propaganda o. İşkence edecekler mi? Kazığa oturtacaklar mı? Ne yapacaklar? Ailemi mi öldürecekler? Ona öyle söylenmiş çünkü. Böyle bir tereddüt içerisinde. Karşısına bir sorgucu çıkıyor. Sorgucuyla sorgulanan arasında, bende hep öyle olmuştur, duygusal bir bağ kurulur. Sorgulanan kişi sorgusunu ilk yapan kişiye gönülden bağlı olur. Eğer bakar, karşısındaki yetişmiş bir sorgucuysa, ideolojik olarak, yapı olarak kendisini geliştirmişse ona bağlanır ve onunla kalır. Siz bu aşamadaki insanı kaldırıp, götürüyorsunuz, başka bir güce veriyorsunuz. Al diyorsunuz, bu adamı götür.

Adam cezaevindeki polisin, askerin tavrını görünce, bazı şeyleri saklamaya çalışınca bir takım kişiler türüyor, her toplumdan çıkar; cezaevi ağaları. Polisle görüşüyor, jandarmayla istihbaratla görüşüyor. Bu kişiler içerisinde, onun geçmişini bilen, kendisi de itirafçıların içinde olan kimseler var, ona diyorlar ki 'şu kadar para vermezsen senin şu işlerini söyleriz'. Veya itirafçı dediğimiz kişi, haber gönderiyor, 'şu eylemde sen de vardın, şimdi sen köyünde oturuyorsun şu kadar para vermezsen, bunları anlatırım'. Bunlar cereyan eden hadiseler.

Halk dağlardaki silahlı adamlara alışık. Ama komün hayatı yaşayan kadınlı erkekli gruplar halinde dolaşan, sırt çantalı, insanlara alışık değil. Bir istisna Tunceli çevresi; TİKKO gerillaları nedeniyle Tuncelililer alışık. Ama Mardin'in, Siirt'in insanı alışık değil. Halk karakollara bunları bildiriyor: 'Bunlar bizim bildiğimiz eşkiyalara benzemiyorlar' diyorlar. Kimse bunlara kulak asmıyor, 1984 yılından önce.

Eskiden "Bir komşu ülkeden" gelen PKK'lılardan söz edilirdi. Yahu söylesene 'Bir komşu ülke' hangisi? Bunu. bile bir dönem söylemiyorlardı. Emperyalizm işte böyle oluyor.

Surçi intifada sırasında ilk ayaklanmayı başlatan kişidir. Ömer Surçi önce Saddam'a karşı mücadele verdi. Türk arşivlerinde

belgeleri olması lazım, Surçi Türkiye'ye başvurdu; 'Ya bizi bu Saddam pisliğinden kurtarın ya da biz silahlarımızla, aşiretlerimizle birlikte Türkiye sığınacağız' diye. Türkiye buna cevap vermeyince gitti Saddam'ın yanında yer aldı. 1974 yılında biten Barzani ve Talabani'nin yenilgisiyle sonuçlanan Kürt-Arap savaşında Saddam'ın yanında yer almıştır. Peşmergeleri İran'a kadar süren Surçi'dir.

Haa bu arada K.Irak harekâtı sırasında girilen PKK kamplarında helikopter iniş pistleri vardı! Artık burada voleybol mu futbol mu oynuyorlardı, yoksa helikopterler için mi yapmışlardı? Bilemem. Özellikle PKK'ya Almanlar yardımcı oluyordu.

TC yöneticileri K.Irak'la, PKK yüzünden ilgilenmişlerdir. PKK olmasa K. Irak'la, ilgilenmeyecek. Sanki Türkiye'nin Irak diye bir komşusu yok. Ekonomik, tarihsel, coğrafi, kültürel birtakım ilişkileri yok

Gelelim Çekiç Güç'e: Bunun karargâhı filan herşeyi Adana'dadır. Bunun ne askeri var o bölgede, ne Silopi'de, ne Cizre'de, ne Ulu- dere'de, ne sınır boyunda. Sadece K.Irak'ta irtibat büroları var. Birkaç irtibat bürosu var. Bunlar radar takibi sonucu yaptıkları devriye uçuşları var. Şaklava-Erbil-Süleymaniye-Diyarbakır arası helikopter uçuşları var.

Bu Üçtepeyi tuttuğunuz zaman siz Cudi dağının kuzeyi Namazdağı'nın güneyine, Şenoba'nın girişinden Şırnak'ın girişine kadar çok büyük bir alanı kontrol etmiş olursunuz. Şırnak'ın girişini çıkışını kontrol etmiş olursunuz. Bunu yapmayanlar hesap versinler, yoksa Şırnak'ın girişine, karayolları şantiyesinin önüne polis jandarma ekipleri koyup da, sen kimsin diye arama yapmaya gerek yok ki. O aramalar hiçbir işe yaramaz. O aramalar terörist üretim merkezdir. Halka eziyetten başka bir işe yaramaz bu aramalar. Halkı arabalardan indireceksin, dayayacaksın üstünü arayacaksın, kimliğine bakacaksın, deftere yazacaksın vs...

Size bir anımı anlatayım. Tarih vermiyorum, o zamanlar Şırnak'ta alay vardı. Dediğim yerde aramalar olurdu. Şırnak'a giren çıkan vatandaşın yolu burada kesilir, arabadan indirilir. Kimlik kontrolü yapılır ve çıkış- giriş saatleri bir deftere yazılırdı.

Bu aramaların vatandaşa eziyetten başka hiçbir işe yaramadığını göstermek istedim. Üç tane kimlik hazırladık. Üç ayrı plaka. Kimlikleri Abbas Duran Kalkan, Selahattin Çelik ve Cemil Bayık adına hazırlattık. Üçü de PKK'nın merkez komite üyeleri o zaman. İki asker dikmişler yola, dur dediler nereye gidiyorsun. Kimliğimi gösterdim, Şenoba'ya gidiyorum dedim. Deftere Selahattin Çelik diye yazdılar. Arabanın plaka numarasını aldılar. Bir kaç saat sonra geri döndüm. Aynı askerler. Girişte bu sefer Cemil Bayık kimliğini gösterdim. Falakayı değiştirmişiz ama araba aynı. Onu da yazdılar.

Ertesi gün gittim, 'Dün bir ihbar geldi, Cemil Bayık ile Selahattin Çelik buradan geçmişler' dedim. Olmaz öyle şey dediler. Defterlerinize' bakın dedim. Adamların adları yazılı. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Dönemin Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Aşir Özözer'e kadar intikal etmiş olay. Beni çağırdı, ne yapacağız diye. Durumu anlattım, 'Siz ne aradığınızı, ne yaptığınızı bilmiyorsunuz' dedim.

Ersever her görüşmemizde benzer sözleri tekrarlıyordu: "PKK ile sadece, onların metodları ile dağda mücadele edilir. PKK gerillası gibi dağda yaşayacaksın, gerektiği zaman gizlice sınır ötesine geçeceksin ve PKK yok olana kadar böyle savaşacaksın. Devlet bana izin versin böyle bir teşkilat kurayım. Ancak nerede biz de öyle devlet!"
Anlaşılan, Binbaşı Ersever PKK ile savaşacak bir "Halk Ordusu" kurma hayali ile emekli olmuştu...

Ersever ile Ali Öncü yıllar önce tanışmışlar. Öncü bölgeye her gittiğinde mutlaka Ersever'in yanında kalıyor. "Anadolu Halk Cephesi" adını Ersever bulmuş. Mizanseni ise gazeteci Öncü yazmış! Tabii "reis" Binbaşı Ersever'di. "Reis"in çevresindeki "militanları" ise JİTEM elemanlarıydı...

Ersever, "Ali Öncü ile o görüşmeyi yaptığımda üniformam üzerimdeydi. Mecburen öyle konuştuk. Ancak daha sonra emekli olduktan sora Ali Öncü ile röportaj yaptık. Sizden önce ilk Tercüman'a. konuştum. Ancak yayımlamadılar" diyordu.

Ersever, Ali Öncü'ye, özellikle fotoğrafını yayımladığı için çok kızmıştı. Ersever, Tercüman yayınını "Artık konuşma" mesajı olarak yorumladı. Ancak bu yoruma rağmen, 8 Ağustos'ta Ali Öncü daha önce söylediklerini hem de fotoğraflı yayınlayınca Binbaşı Ersever bu kez Ağustos ayında arka arkaya Panorama, Turkish Daily News ve Tempo'ya röportajlar verdi!
Ersever "Artık konuşma" mesajları verenlerin üzerlerine gidiyordu...

Örneğin Cindoruk, Ersever'i, "Terörle mücadele konusunda bir müsteşarlık kurulacak. Sana Müsteşar yardımcılığı görevi verilecek" demişti.

"Terör Müstaşarlığı" kurulamayınca Cindoruk, Ersever'in Başbakanlığa bağlı bir güvenlik biriminde çalıştırılması için Çiller'e teklif yapıyor.

Ancak Çiller Ersever için, "Bu arkadaşımız basında fazla afişe oldu. Biz onu herhangi bir göreve getirirsek bunu göğüsleyemeyiz. Basın üzerimize fazla gelir. Şimşekleri çekeriz" diyordu.

"Büyük ümitlerle" emekli olan Ersever, ne "Halk Ordusunu" kurabiliyor ne de tekrar "Devlet hizmetine" dönebiliyordu. Morali iyice bozulmuştu. Görev yaptığı dönemlerde generallere bile kafa tutan, dosyası takdirnamelerle dolu olan, "başarılarından" ötürü para, kol saati ve yurt dışı gezileriyle ödüllendirilen Binbaşı Ersever'in yüzüne, artık kimse bakmıyordu...

1991 yazının bir başka özelliği ise o günlerde "Hizbullah" denilen İslami bir örgütün ortaya çıkmasıydı. Kim tarafından kurulduğu bilinmeyen bu örgüt, 1991 yazında arka arkaya silahlı eylemlerde bulunmaya başladı. İlginçtir "Hizbullah" özellikle PKK'nın önemli kurmaylarını hedef alıyordu!..

Yöredeki demokrat isimler Kontrgerilla'nın artık eylemlerini "Hizbullah" adına yaptıklarını söylüyorlardı. "Hizbullah"a bu nedenle "Hizb-i Kontra" denmeye başlamıştı. Halit Güngen "Hizbullah"ın Diyarbakır Çevik Güç merkezinde eğitildiğini ortaya çıkarmıştı. Bu haberinden üç gün sonra öldürüldü.

"Sakallı, Elazığlı. Dört veya beş kişiyle dolaşır. Elazığ'da 1970'li yıllarda sıkı bir MHP'liymiş. Hatta bir ara Türkeş'in koruması veya şoförlüğünü de yapmış. O dönemde de tetikçi.

"Sizin basın ve yöre halkı ondan hep Sakallı diye bahsettiniz. Aslında biz onu 'Yeşil' diye biliriz. Kod adı Yeşil'dir!"

Evet, bölgede Kontrgerilla vardır! Onu şöyle anlatayım: 70'li yıllarda ki MHP tetikçileri bir sonraki dönemde polis ve askerin emrine girdi. Belki MHP'nin içine de emirle girmişlerdi, onu bilemem. Bunlar hasta ruhlu kişilerdir. Davranışlarına bakınca zaten hemen anlarsınız psikopat olduklarını. Bunlar devletin yanında olmaktan güven duyarlar. Güçlü olduklarını hissederler. Sık sık kendilerini vatana millete adadıklarını söylerler. Sivil yaşamda ne iş yaptıklarını kimseye söylemezler. Soranlara polisim veya istihbarattanım derler.

Gözlerini kırpmadan adam öldürürler, işkence yaparlar. Kendilerine Türk intikam Tugayı veya Osmanlı Türk İntikam Tugayı gibi isimler verirler. Bu adamlar birbirleriyle de rekabet ederler. 'Kim daha iyi devletin gözüne girecek' diye yarışarak adanı öldürürler! Herkesin kendi grubu vardır. Birbirilerini kıskanırlar. Bunların en güçlüsü ve en tehlikelisi Sakallı; yani Yeşil'dir"...

"Bunlar her eylemi dört-beş kişilik bir timle yaparlar. Yapılacak işin çapı büyükse hemen ek olarak birkaç kişi buluverirler. Bu ekibin Yeşil dışındaki elemanlarını hepsi Bingöllü'dür. Kırmançi diliyle konuşurlar."

Bunlara göre, 2000'e Doğru devletin hoşuna gitmeyen, bölgede görev yapan subayların-polislerin açıklarını bulan, devlet, millet düşmanı bir dergidir. Eğer 2000'e Doğru'dan bir kişiyi öldürürlerse devletin gözüne daha fazla gireceklerini düşünürler. İşte bu nedenle gidip Halit Güngen'i öldürürler. İnan, tek amaçları subayın, polisin gözüne girmektir. Cinayet işlediklerinde itibar kazanacaklarını bilirler. Zaten cinayet işlemeleri için polis-asker bunlara her türlü kolaylığı gösterir!"

"Şu yakalandı denilen silahlar ve bomba olayını anlatayım sana. Şimdi bizde PKK'lılardan ele geçirilen silahların hepsi envantere geçirilmez. Bir kısmı alıkonur. Bunlara biz 'pis silah' deriz. Bu beş kişinin kurşuna dizilmesi gibi olaylar gerçekleştirilirse öldürülenlerin yanlarına bu pis silahlar bırakılır. Savcılık araştırma yapmaz, yapsa da bu silahlarla korucuların, güvenlik güçlerinin öldürüldüğünü tespit eder! Silah zaten PKK'lılardan yakalanmıştır. Sanıyorum İstanbul'daki infazlarda da aynı oyun tezgahlanıyor."

Bu sırada mezarlıkta bekleyen HEP otobüsünün çevresi özel tim tarafından kuşatıldı. Otobüsün dışında bulanan herkes arabaya dolduruldu. Otobüsün içerisinde 70 kişi vardı. İçeride aralarında milletvekilleri ile yerli-yabancı gazeteciler de bulunuyordu. Özel tim önce otobüsün tekerleklerine ateş açtı. Arkasından otobüsün üst camlarına kurşun yağdırdı. Kırılan camlardan içeriye üç el sis bombası atıldı. İçeridekiler dışarı fırladı. Otobüsten çıkanlar özel tim tarafından yere yatırılarak dövülmeye başlandı. Genel Başkan Fehmi Işıklar, milletvekilleri İbrahim Aksoy, Adnan Ekmen, Ahmet Türk kalaslarla dövüldü. Dayaktan gazeteciler de nasibini aldı. Fotoğraf makinaları, teypler kırıldı.

Diyarbakır savaş alanına dönmüştü. Sonuçta 7 kişi öldü, 800 kişi yaralandı.

Ancak sonuçta istedikleri amacı elde ettiklerini söylemek ister gibi, "Diyarbakır'daki olaylardan sonra bazı milletvekilleri HEP'ten koptu. Korktular herhalde!" diyordu.

"Bu itirafçıları ve ajanların kullanılmasını ben istedim. Bu adamlar PKK'nın herşeyini biliyorlardı. İyi yetişmişlerdi, tabii hepsi değil. Bunlarla günlerce operasyona giderdik, gıkları çıkmazdı. PKK'ya benden daha fazla düşmandılar. Sonra sayıları çok arttı. Şirazeden çıktılar. "

llah ile bağlantılı olan iki kişi Alaaddin Kanat ile Adem Yakın'dı, Bunların bize hep söylediği şu olmuştur; 'Hizbullah PKK'nin düşmanıdır. Düşmanımın düşmanı benim dostumdur. Güvenlik güçleri kesinlikle Hizbullah ile uğraşmasın, onun yolunu açsın.' Adamların dediği de oldu. Güvenlik kuvvetleri 'Hizbullahı' koruyup, güçlendirmişlerdi. 'Hizbullah'ın tetikçilerinin çoğu itirafçıdır."

Yücel Y.'ye göre ilk başlarda yürütülen faaliyetler istihbarat toplamaktan öteye geçmiyor. Ancak bir süre sonra silahlı eylemlere de başlıyorlar:

"1992 yılının sonbahar aylarında işler değişti. PKK'lı olarak köy basmaya başladık, Yeşil komutasında."

Şurası kesindi: Binbaşı Ersever tanıdığı kişiler tarafından öldürülmüştü. Aksi halde, Ersever'i yakalamak çok zordu. Çok iyi silah kullanıyordu. Bir çatışmada yedi mermili tabanca ile yedi kişiyi öldürebileceğini söylüyordu. Tanımadığı kişilere çatışmadan teslim olması söz konusu olamazdı.

2 Kasım günü Ankara Polatlı Avcılar Köyü yakınlarında 25-30 yaşlarında, uzun boylu, zayıf, saçlarının ön bölümü seyrek, uzun burunlu bir erkek cesedi bulundu.

Beş gün sonra cesedin Binbaşı Ersever'in yakın arkadaşı Mustafa Deniz'e ait olduğu anlaşıldı. Ersever'in cesedi bulunduktan sonra Mustafa Deniz de teşhis edilmişti.

Soruşturmayı yürüten Subay, "iki ölüm arasında gün farkı yok, saat farkı olabilir" dedi.

Mustafa Deniz elleri arkadan bağlı, şakağına tek kurşun sıkılarak öldürülmüştü. Ersever cinayetinde olduğu gibi olay yerinde mermi çekirdeği ve boş kovan yoktu.

Şurası kesin: Mustafa Deniz, Binbaşı Ersever'in son iki yılında hep yanındaydı. Ersever'in sahip olduğu bilgilerin çoğunu Mustafa Deniz de biliyordu. Eğer yaşasaydı, Ersever'in kimin tarafından öldürüldüğünü de bilebilecekti...

Binbaşı Ersever'in cesedi bulunduktan sonra araştırma yapan güvenlik kuvvetleri Ersever'in Suriye uyruklu bir sevgilisi olduğunu ve Çamlıdere'de bulunan cesedin bu kadına ait olduğunu tespit ettiler. Mahsune de Ersever'le aynı gün ortalıktan kaybolmuştu.

"Üçgendeki Tezgah" kitabını yazan Binbaşı Ersever ile sevgilisi Mahsune ve iş ortağı, arkadaşı Mustafa Deniz'in cesetleri üçgen oluşturacak şekilde, Samsun, Eskişehir ve İstanbul çıkışlarına bırakılmıştı!

"TİT, Binbaşı Ersever'in üzerinde uzun uzun düşünüp, katılım sağlamaya uğraştığı bir örgüt olarak ortaya çıkmadı. Hemen hergün en yakın arkadaşlarını kaybeden ve sürekli biçimde PKK hedefi olan bölgenin güvenlik görevlileri arasında potansiyel çoktan oluşmuştu.

Nitekim önce KAP (Kemalist Asker Polis) adı ile kurmaya çalıştıkları ve hemen dağılan örgüt bu potansiyelin kısa süreli bir yansımasıydı. KAP'tan vazgeçtiler. Çünkü KAP onların devlet gücü gibi algılanmasına yol açıyordu. Ayrıca aralarında sadece emniyetçiler ve subaylar yoktu.

"Uzun tartışmalardan sonra TİT adının yeniden canlandırılmasına karar verildi. Türk İntikam Tugayı adı artık sadece ve sadece Kürt meselesi ile yan yana duyulacaktı.

al tutan parmağını yalar atasözü, davalarına bu kadar keskin bir fanatizmle başlamış TİT üyeleri için de geçerliliğini korudu ve olaylar birbiri ardına çorap söküğü misali hızlandı. Her şeyden önce itirafçıların derin bilgisi sayesinde PKK'nın bölgede sirküle olan büyük miktardaki paraları TİT'e akmaya başlamıştı. PKK bölgede kurduğu vergi, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı nedeniyle özel noktalarda büyük para bulunduruyordu. Bu paralar daima Mark ya da Dolar'a çevrilerek tutuluyordu. Ancak TİT'çilerin yemini vardı. Bu paraları Binbaşı Ersever'in hesabında toplayacaklar, kendi örgütlerine silah ve kaynak yaratacaklardı. Her ne kadar büyük miktardaki paralar Ersever'in hesabında toplanıyorsa da, örgüt yeterince kendini topladıktan sonra kurulacak bir şirketin hesabına aktarılacaktı.

"Ali Pınar" büyük bir ihtimalle Ersever ve arkadaşlarını öldüren kontrgerilla timinden. Bilinçli olarak dergiyle konuştuğu muhakkak. Peki "Ali Pınar"ı yönlendirenler kim?

"Ali Pınar"ın konuşması gösteriyor ki, kontrgerilla timleri arasında kanlı bir hesaplaşma var. Gruplardan birinin lideri Binbaşı Ahmet Cem Ersever! Diğer grubun başında kim vardı? Yeşil mi, Mehmet Yazıcıoğulları mı yoksa bir başkası mı?...

Binbaşı Ahmet Cem Ersever, Binbaşı A.Ö. ve Binbaşı H.K. Üçü de Güneydoğu'daki kontrgerillanının en tepesinde bulunan isimler. İkisi ayrılıyor biri Ankara'da merkeze alınıyor. Jandarma Genel Komutanlığı bu ekibi dağıttı mı? Yoksa, bu üç subay kendi inisiyatifleri ile mi Güneydoğu'dan bir şekilde koptular?..

Binbaşı Ersever ve arkadaşlarının cesetleri de Jandarma Bölgesine bırakılıyor. Neden Kontrgerilla cesetleri hep Jandarma Bölgesi'ne bırakıyor? Nedeni belli:

Jandarma cinayetleri çözebilecek teknolojiye sahip değil! Kri-minal, balistik hiçbir laboratuvarı yok. Bu konularda yetişmiş tek bir elemanı bulunmuyor.

Bu nedenlerle Ersever cinayetinde olduğu gibi faili meçhul cinayetlerde parmak izi alınmamıştır. Cesetler üzerinde, "farklı bir kişinin kılı var mı" diye araştırma yapılmamıştır. Olay mahallinden fotoğraf bile çekilmemiştir!

Eğer Ersever bu karanlık işlere karıştı ise bunu kendine çıkar sağlamak için mi yapmıştı? Yoksa devlet çıkarı için mi yapmıştı? Bilindiği gibi, dünyanın her ülkesinin istihbarat (özellikle kontrgerilla) örgütleri giderlerinin büyük bir bölümünü uyuşturucu, silah kaçakçılığı gibi yasa dışı yollardan elde ederler.

"Son dönemde pekçok cinayet dosyası, 'PKK yapmıştır' ko-laycılığıyla kapatılmakta, her olayın ardında ciddi kuşkular kalmaktadır. Faili meçhul cinayetlerin 1000'i aştığı ülkemizde, Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın ve Cem Ersever cinayetleri hakkında da ciddi soruşturmalar yapılmamaktadır. Kamuoyunda Hukuk Devleti yerine 'Kontrgerilla Devleti'ne gidiş kuşkuları uyanmaktadır.

"Hükümet Ankara'da meydana gelen böylesine ciddi bir olay konusunda bile bilgilendirilmemekte, bilgileri olmayan her konuda olduğu gibi, bilgilenme mekanizmalarım işletmenin çaresini bulmak yerine, olayı geçiştirme yönüne gitmektedir.

Binbaşı Ersever Adıyaman Kahta'da görev yaptı. Bilindiği gibi Kahta'da Menzil Şeyhi Raşit Erol vardı. Muhsin Yazıcıoğlu 12 Eylül'den sonra 'İslamı keşfetmiş", Şeyh Raşit Erol'un müridi olmuştu. Binbaşı Ersever, Muhsin Yazıcıoğlu ve Güneydoğu'da 1991 yılında ortaya çıkan "Hizbullah" ilginç bir üçlü oluşturuyor!.. Ersever öldürüldükten sonra olaya geniş yer veren Yeni Hafta dergisi de Yazıcıoğlu ekibinin yayın organıydı. MHP'nin gazetesi Ortadoğu ise Ersever olayına hiç değinmemişti!..
0 Responses