Murat Çetin
Benim kaygılarımı gidermek yerine fazla bir şey anlatmamayı tercih ediyordu. Ama şaşırtıcı derecede sabırlı görünüyordu. Tabii daha sonraları onun bu hoşgörüsünün bana kıvırdığı yalanlar olduğunu anlayacaktım. Oynadığı oyundan pek memnun olmalıydı. Yalan söylemek eğlencelidir. Ben bütün gün durmadan yalan söyleyebilirim.

Para tahsili konusunda öğrendiğim bir şey vardı: Ne kadar çabuk hareket edersen şansın o kadar fazla olurdu.

Dibinde dikenli çalılar boy göstermişti. Los Angeles'in tipik bir binası olduğu için geçerken dikkat etmiştim: çıplak, ucuz ve çirkin. Arka tarafında kötülük duygusu veren bir şey vardı ve ön tarafı daha da kötüydü.

"Onu nasıl bulabileceğimi bilen biri var mı burada?"
Çakısıyla iki kapı ilersini işaret etti. "Lovella'ya sor. O bilebilir. Ama bilmeyebilir de."
"Arkadaşı mı?"
"Sayılmaz. Karısıdır."

Kimi zaman banyonun içine girer dirseklerimi pervaza dayayıp gelip geçen arabaları seyreder ve ne kadar talihli olduğumu düşünürdüm. Bekâr olmayı severdim. Bu âdeta zengin olmak gibi bir şeydi.

"Size bir bardak su ikram edebilir miyim?" diye sordu Eugene. "Kafeinli içecek bulundurmuyoruz, ama isterseniz 7-Up getirebilirim."
"Teşekkür ederim, böylesi iyi" dedim. Bayağı korkmuşum. Dindar hıristiyanların yanında olmak çok zenginlerin yanında olmaya benzerdi, insan bazı kuralların işlediğini, bilmeden bazı garip davranış kurallarını çiğneyeceğini hissederdi. Ağzımdan herhangi bir sövgü sözcüğü çıkmayacağını umarak zararsız şeyler düşünmeye çalıştım.

Eugene boğazını temizleyerek konuşmaya başladı. "Eskiden John Daggett'in kayboluşu hakkındaki bu karışıklığı anlayabiliyordum. Biz onun hâlâ hapiste olduğuna inanıyoruz, ama şimdi başka bir görüş ileri sürdünüz."
"Ben de sizin kadar şaşkınım" dedim. Hızlı düşünüyordum, hiçbir şey açıklamadan ne kadar bilgi elde edebilecek merak ediyordum doğrusu.

Ben yağmur yağdığında hep iyi bir kitap alıp evde bir köşeye kıvrılmak isterim.

"Kentte ne işi vardı?"
"Onu konuşmadık."
"Ne konuştunuz öyleyse? Bir özel detektifle ne işi olabilir?"
Bilgi vermeye niyetim yoktu, o yüzden onun tekniğini deneyerek duymazlıktan geldim.
Not defterimi çekip kalemimi aldım. "Size erişebileceğimi bir numara var mı?"

Bu noktada bunu ona söylememek için bir neden göremiyordum, ama eski alışkanlığım nedeniyle kendimi sansür ettiğimi fark ettim. Birşeyleri kendime saklamaktan hoşlanırım. Bir bilgi bir kere açıklandı mı, geri alınmasına imkân olmadığından ağzını açmadan dikkatli olmak her zamandan iyidir.

On iki yaşıma geldiğimde annem kendini dine verdi ki, hangisinin daha kötü olduğunu bilemiyorum. Babam hiç olmazsa çoğunlukla iyi kalkardı. Annem ise sabah, öğle, akşam İsa'yı yerdi. Gülünç bir şeydi,

"En iyi intikamın iyi yaşamak olduğunu söylerler, Tek savunmam bu olduğu için başarılı oldum. Yaşamımda itici güç kaçmak olmuştur. Babamdan kaçmak, annemden kaçmak, o ev yaşantısını geride bırakmak. Ama garip olan şu ki bir santim bile ilerlemiş değilim. Ne kadar çok koşarsam onlara o kadar daha çabuk.geri kayıyorum.

Bir gecelik iş güreş müsabakasından farksızdır. Ben yalnız olmayı yeğlerim."
"Ne demek istediğini biliyorum. Karımın gittiği yıl ben de bu işlere kalkıştım, ama pek başarılı olamadım. Bir bara giderdim ve bir kadın yanaşırdı, ama gerekli adımlan atamazdım. Bir iki keresinde kadınlar kabalık ettiğimi söylediler, oysa ben sadece havadan sudan söz etmeye çalışıyordum."
"Başarılı olsaydın daha kötüydü" dedim. "Bu oyunu öğrenmediğine şükret. Bunu yapan bir iki erkek tanıyorum. Ama hepsi de mutsuzlar. Kadınlara karşı tavırları düşmanca. Yatıyorlar, ama bütün elde ettikleri de bu."

"Yaşamın basit olmasını isterdim" dedi.
"Yaşam basittir. Durumu karmaşık yapan sensin. Görebildiğim kadarıyla Camilla yokken çok iyiydin. Ama o parmağını sallayınca hemen ona koşuyorsun, Şimdi de neyin aksi gittiğini anlamıyorsun. Kendi başına çorap ördükten sonra kurbanmışsın gibi davranmaktan vazgeç."
Bu kere güldü. "Kinsey, neden aklından geçenleri açıkça söylemiyorsun?"
"Ben gönüllü ıstıraptan bir şey anlamam. Eğer mutsuzsan birşeyleri değiştir. Eğer başaramıyorsan, çık git."

Hiçbir trafik lambasının olmadığı arka sokaklardan geçiyorduk. Ya aramızdaki mesafeyi kapatacaktım ya da onu kaybedecektim. Kimi izlediğinizi ve onun nereye gittiğini bilmediğiniz takdirde tek kişilik bir izleme anlamsızdır. Bu saatte yollarda pek az otomobil vardı ve uzak bir yere gidiyorduysa benim varlığımın bir rastlantı olmadığını anlayacaktı.

Kesintisiz çalan rock'n'roll müziği beni çıldırtacaktı. gürültüde ne konuştuklarını asla duyamayacaktım. Merdiveni inip öteki tarafa, treylerin kapısına gittim. Sağdaki cam açıktı ama perdeler sıkı sıkı kapalıydı.
Müziğin ara vermesini bekledim, sonra derin bir soluk alıp kapıyı yumrukladım. "Hey! Kesin şu gürültüyü artık!" diye bağırdım. "Burada uyumaya çalışıyoruz!"
İçerden kadın, "Özür dilerim!" diye bağırdı. Müzik aniden kesildi, ben de konuşmalarını dinlemek için öteki yana geçtim.
Sessizlik tamdı. Televizyonun sesi de zaten kapatılmış olmalıydı ki, ekrandaki reklamlar sessiz film gibiydi ve artık alçak sesle konuştuklarının bir kısmını duyabiliyordum.

Billy kadının kollarını tuttu. "Hey, sakin ol biraz. Gereksiz yere kaygılanıyorsun."
"Senin sorunun ne, biliyor musun? Böyle bir şey söyleyince her şey düzelecek sanıyorsun. Ama dünya öyle işlemiyor. Hiç de işlemedi."
"Eh, her şeyin bir ilki vardır. Senin sorunun karamsar olman..."

Bardaki tek kadın olduğumdan erkeklerin dikkatlerinin üzerimde toplandığını hissedebiliyordum. Sanki yabancı bir mahallede bir köpekmişim gibi koklandığımı hissederek durakladım.

Sen kiminle konuştuğunu sanıyorsun? Gece doğmuş olabilirim ama dün gece değil. Bu kentteki özel detektifleri tanırım ve sen onlardan biri değilsin. Başka bir şey dene."

Arkamda bir hışırtı duydum, Barbara Daggett sağımda belirdi. Bir süre hiç konuşmadan durduk, insanların neden öyle durup da ölüye baktıklarını bilemem. Bu, bir zamanlar ayakkabılarınızın içinde bulunduğu karton kutuya saygılarınızı sunmak kadar anlamlıdır.

İnsanlar, 'Eh, hiç olmazsa oğulların var,' diyorlar. Ama aslında durum hiç de öyle değildir. Kimseyi çocuğun yerine diğerini geçiremezsiniz."

Volkswagen'im her bakışta gözüme biraz daha berbat görünüyordu. On dört yaşında, çarpık bir metalik bej rengindeydi. Şimdi camının biri de parçalanmıştı. Pek matah bir şey sayılmazdı ama bedeli tümüyle ödenmişti. Her yeni otomobil düşünüşümde midem altüst olur. Taksitler, artan sigorta primleri, yüklü ruhsat vergileri yüklenmek istemem. Şimdiki ruhsatımın maliyeti yılda yirmi beş dolardı ki, bu da bana yeterdi.

"Merak ettim de. Senin çok zeki olduğunu ama notlarının berbat olduğunu söylemişti. Nedenini merak ettim doğrusu."
"Okuldakiler yüzünden. Ben insanların benim siktirici işlerime burunlarını sokmalarından hoşlanmam."
"Sahi mi?" Cola'mdan bir yudum aldım. Düşmanlığı geri tepen bir lağım gibiydi, yatışması için zaman tanımak iyi olacaktı. Küfür etmesi önemli değildi. Ben küfürde onu her an fersah fersah geride bırakırdım.
Benden tepki gelmeyince sessizliği doldurdu. "Notlarımı düzeltmeye çalışıyorum. Matematik ve kimya derslerini almak zorunda kaldım. O yüzden notlarım kötüleşti."

"Polisler gelince ne oldu?" diye sordum.
Anlatmayı mı yoksa beni azarlamayı mı sürdürsün diye düşündü bir süre. İnsanları azarlamaktan zevk aldığını anlamıştım ve fırsatı elinden kaçırmak istemiyordu. Benim görüşüme göre ise öyle fazla dırdır etmesini haklı çıkaracak para ödemiyordu.

Rahip, "Aziz dostlarım" dedi. "Burada John Daggett'in ölümü nedeniyle, onun yaratıldığı toprağa dönüşüne tanık olmak, İsa Efendimiz'in yanına gidişini kutlamak üzere toplanmış bulunmaktayız. John Daggett bizi terk etti. Şimdi artık yaşamın dert ve sıkıntılarından, günahlarından, omuzladığı yüklerden, suçluluklardan uzak olarak..."
Arkalarda bir kadın, "Evet, Tanrım!" diye haykırdı. İkinci bir kadın da hemen hemen aynı ses tonuyla, "Palavraaaa!" diye seslendi, işitmesi o kadar iyi olmayan rahip her ikisini de ruhsal noktalama işaretleri olarak kabul ederek günaha, kötülüğe, şehvete karşı uyarılarına devam etti.
"John Daggett bugüne kadar yaşamış en boktan herifti, sakın yanlış anlaşılmasın!" diye ses yükseldi yine. Herkes arkaya döndü. Arkada Lovella ayağa kalkmıştı, insanlar şaşkın şaşkın bakıyorlardı.

"Hayır. Ben müşterileriyle sohbet eden sürücülerden değilim. çoğu insan zaten anlattığınla ilgilenmez, ben de aynı şeyi tekrarlamaktan hiç hoşlanmam. Politika, hava, beyzbol sonuçları. Hepsi palavra. Ne onlar benimle konuşmak isterler ne de ben onlarla. Yani bana bir şey sorarlarsa yanıtlarım elbette, ama ondan ötesine paydos."

"Sandviç neliydi?"
"Efendim?"
"Ne türdü yani?"
Gözlerimin içine baktı. Saniyeler tek tek geçiyordu. "Köfteli" dedi.
"Teşekkür ederim, çok yardımcı oldun" dedim.
Otomobilin kapısını açıp eteği ve ayakkabıları içeri attım. Onun anlattıkları teyzesininkilere hemen hemen uyuyordu, ama 'köfteli'nin sadece bir tahmin olduğuna emindim.

Elimin içindeki el buz gibiydi. Sormam gereken sorular vardı ama sormadım. Biri ölürken sanki profesyonelmişsin gibi saçma sapan sorular soramazsın. O anda orada sadece ben ve o vardık ve aramıza hiçbir şey giremezdi.

Gözlerinde dalgın bir bakışla kucağına baktı, delikanlılarda olduğu gibi ağlamak yerine yüzü kızardı.
0 Responses