Murat Çetin
Şu anda Devletin- yanındayım diye geçinenlerin büyük bir kısmı ekonomik, sosyal ve siyasal ayrıcalıklara sahip kimselerdir. Sıradan yoksul vatandaşlar arasında "DEVLET YANLISI" bulmak yüzyılın hadisesi haline gelmiştir. Çünkü Devlet Güneydoğuda kendi sosyal kurum ve kuruluşlarını örgütlediği dönemde sırtını bölgenin ileri gelenine, şeyhler ve toprak ağalarına bilinçsiz görevlileriyle dayamış, yoksul köylü vatandaşlarla gerekli irtibatı kuramamış, sosyal temelde üst kurum olan aşiret reisleriyle varlığını sürdürmeye çalışmıştır.

Katılımların temelinde yoksulluk, işsizlik, topraksızlık, Che GUEVARA, GIAP özentileri ve cahil cesareti nasıl önemli motiflerse; aşiretler içindeki baskılar, ahlaksızlıklar, vergilendirme, talancılık ve vurguncu düzen de önemli faktörlerdir.

Halkın büyük bir kısmının PKK' nın yanında olmadığı iddiası Devletin yanında olduğunun göstergesi olarak kabul edilemez.

Giderek kızışan silahlı mücadele içersinde; bölgeye yollar yapılmış, elektrik ve su getirilmiş, telefon santralleri kurulmuş, düşük faizli krediler dağıtılmış, bir Kürt Milleti ve Kürt Kültürü olduğuna dair resmi ağızlarca demeçler verilmiş, bu kültürün gelişmesini sağlayacak yani, o insanları ayrı bir millet yapacak her türlü örgütlenme ve yayınlara prim verilmiştir. PKK çetelerini yok edemeyenler halkı kazanma adına ve halka rağmen teröre tavizler vermişlerdir.

Ekonomik.kültürel sosyal yatırımlar gerilla baskısı yok edilmeden başlatılmış ve bölge halkı bu girişimleri PKK örgütüne taviz olarak algılamış; "Yatırım yaptırmanın yolu devlete silahla karşı gelmekmiş, PKK faaliyeti olmasaydı bu hizmetler getirilmezdi." fikri büyük bir yandaş kitlesi bulmuştur.

Olayların başladığı 8 yıldan bu yana PKK örgütü kırsal kesimde artık eylem açısından bir kısır döngüye girmiş durumdadır. Artık İlçe saldırısı, askeri birliklere saldırı yeterli değildir. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti'nin almış olduğu tüm sosyal, ekonomik ve kültürel tedbirleri reformize etmeye, TC'ni siyasal çözüm zeminine çekmeye çalışmaktadır.

Sovyetlerin çöküşüyle birlikte Suriye Kapitalist politikaya bağımlı olarak günümüzde eski radikal tutumlarından vaz geçmek zorunda kalmıştır. ESAD rejiminin terörün arkasında olmadığını gösterme çabaları bu temelde yorumlanmalı ve kabul edilmelidir.

Her fırsatta teröre karşı olduğunu söyleyen batı emperyalizminin ORTA ASYA ve KAFKASLAR'daki çıkarları terörün patronluğuna soyunmalarını gerektirmektedir. Süratle değişen dünyada bazı jeopolitik kavramlar da değişmiş ve "Terör odaklarını kontrol eden, dünyayı kontrol eder." deyişi yeni bir prensip olmuştur.

Bu terimlerin tarihsel ve toplumsal anlamları ne olursa olsun, tarihçi ve siyaset adamları nasıl düşünürlerse düşünsünler bu iki terim çok yaygın olarak 19. yüzyılın başlarından itibaren sık sık kullanılmaya başlanmış, daha doğru bir deyimle "KÜRDİSTAN" ve "KÜRT"lük terimleri belirtilen tarihle politize edilmişlerdir. O dönemde İngiliz, Fransız ve Çarlık Rusyasının Ortadoğu'daki diplomatları her ne hikmetse birer tarihçi ve sosyolog titizliği ile araştırma ve incelemelere başladılar. Kürdistan ve Kürtlük konularında bir yandan makale ve kitaplar yazarlarken, diğer yandan çeşitli geziler bahane ederek Kürt aşiretlerinin yaygın olarak yaşadıkları bölgelerde dolaşıp ileri gelen aşiret reisleri ve ağalar ile şahsi dostluklar geliştiriyorlardı. Bu kişilere pahalı hediyeler sunuyorlar, dostluklarına güvendiklerine Kürtlerin Türklerden ayrı bir millet olduklarını ve bağımsız bir Kürdistan Devleti kurabileceklerini söylüyorlar, böyle bir teşebbüse "Majesteleri" nin de sıcak baktıklarını, her türlü yardımın kendilerine yapılacağını vurguluyorlardı.

Öyle ki; 1804 yılında başlayan aşiret isyanları aralıksız olarak 1886 yılına kadar devam elti. Ancak, burada üzerinde durulması gereken; benzerleri Cumhuriyet döneminde de yaşanan isyanların bir bütünlük arz etmemesidir. İsyanlar adeta aşiret düzeyinde olmuş, biri bastırıldıktan sonra diğerleri başlamıştır.

Bahsettiğimiz gibi Osmanlıların 19. Yüzyılın sonlarına doğru Kürt aşiretler üzerinde oynanan oyunları fark etmeleriyle almış oldukları tedbirler sayesinde isyanlar son bulmuştur.

Belirtilen güçler bu nedenle büyük imkanlar seferber ederek işi çok ciddi boyutlarda ve profesyonel bir biçimde yürütüyorlardı, hatta bu konularda "Kürdoloji Enstitüleri ve Araştırma Merkezleri" bile kurmuşlardı.

Özetle; 1900 lü yılların başlarında artık Türklere karşı uygun zaman, zemin ve koşullar oluştuğu taktirde kullanılabilecek KÜRDİSTAN ve KÜRT'lük kozu meydana getirilmiş oluyordu.

Öte yandan M.Ö. 3000 yıllarında Orta Asyadan diğer bir göç dalgası da güneyden batıya doğru ilerlemiş, Afganistan'ı aşarak Hindistan ve Pakistan'ın Kuzeyinden İran'ın güneyinden Mezopotamya'ya ve hatta Anadolu'nun içlerine yayılmıştır. Anadolu içlerine kadar yayılanlar Kürt aşiretleridir. Bunlarda tıpkı kuzeyden Avrupa içlerine göç eden diğer TÜRKİ' ler gibi değişime uğramışlardır. Bu göçün çıkış ve takip ettiği yol ile ilgili bilimsel ipuçları mevcuttur. Orta Asya'dan yola çıkan Kürt aşiretleri sürekli batıya ilerlemişlerdir.

Bu gün Afganistan'da, Kuzey Hindistan'da, Batı Çin'de ve Güney İran'da Kürt kökenli aşiret ve kabilelere rastlamak mümkündür

Tüm büyük göçlerde gidilecek yer belli değilse ve amaç elverişli bir yurtluk arayışı ise ve bu göç yüzlerce yıl sürüyorsa göç edenler, göç güzergahında mutlaka küçük topluluklar, kalıntılar bırakır. Büyük göçler bu şekilde izah ediliyor. Netice olarak; Kürt aşiretlerinin Kuzey Avrupa'dan değil de, Orta Asya'dan çıktıklarına ve Anadolu'ya yayıldıklarına dair bizce yeterli delil mevcuttur ve bu deliller sadece kalıntılar değildir.

Kürtlerin Anadolu'ya gelişi M.Ö. 1000 yılları civarındadır. Dolayısıyla göçebe Kürt aşiretleri- nin 4000 yıllık bir geçmişi olan uygarlık ortamında egemen ulus olsalar dahi dil ve kültür alanında erimemeleri mümkün değildir.

Farsçanın, Arapçanın ve Latin kökenli dillerin etkisiyle yepyeni bir dilin ortaya çıkması ve gramerinin de buna göre şekillenmesi şaşırtıcı ve inanılmaz olmasa gerekir.

Cevap bulunması gereken sorulardan bir tanesi de Türklerin bulunduğu yerlerde neden Kürtler de bulunmaktadır sorusu olmalıdır.

Dünya Savaşı neticesinde Osmanlı hakimiyeti Balkanlarda Kuzey Afrika'da ve Ortadoğu'da tamamen son buldu. Anadolu dahi emperyalistlerin işgal planlarına dahil edilerek uygulamaya geçildi. Planlarda ilgi çekici bir durum vardır; Anadolu'yu işgal planları yapılırken Türkleri zor durumda bırakmak ve birliği parçalamak için, İngilizler masa başında Doğu Anadoluda "MANDA YÖNETİMLİ KÜRT DEVLETİ" fikrini ortaya attılar. İşin ilginç tarafı o planlar yapılırken bu konuda hiçbir Kürd' ün talebi söz konusu değildi. Planların yapıldığı yerde hiç bir Kürt heyeti veya bireyi bulunmuyordu. Bu eksikliği fark etmiş olacaklar ki, hemen meşhur misyonerlerini göndererek Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da propaganda çalışmalarına başladılar. Altınlar dağıtıldı vaatler verildi. Fakat Osmanlı Devletinin karşı karşıya bulunduğu felaket, Anadolu insanını o denli etkilemişti ki insanlar bu felaketin yaratıcılarının altın ve vaat dağıtıcıları olduğunu anlamakta gecikmediler. Bu koşullarda İngiliz propagandası yandaş bulamadı.

Ki, emperyalistler o dönemde sadece Kürtleri kışkırtmak, onları Osmanlılar için sorun yapmak peşinde koşmadılar. Aynı dönemlerde Balkanları, Kuzey Afrika'yı ve Ortadoğu Araplarını da kışkırttılar. Bu nedenle, Balkan milletlerinin ve Arapların Osmanlı Devletine baş kaldırmalarını anlamak mümkündür, hatta Anadolu'daki Ermeni ve Rum azınlıkların ayaklanma çabalarını da anlamak mümkündür fakat özellikle İngilizler işi o derece ileriye götürdüler ki; Konya'daki, Yozgat'taki Türk aşiretlerini ve hatta Osmanlı Devletini kuran aşiretleri dahi isyana teşvik ettiler. İş bu noktaya kadar getirilmişken Kürt aşiret ayaklanmalarına hiç kimsenin bir diyeceği olamaz ve hiç kimse "Kürtler neden devlete baş kaldırdı ?" diye sormamalıdır.

Çerçeve olarak şöyledir; Şeyh Sait ayaklanması her ne hikmetse, Türkiye'nin Musul ve Kerkük üzerindeki haklarından feragat etmesin- den, hatta bu yönlü görüşmelerin başlamasından sonra sona erdi.

Devleti ihtişamlı dönemlerinde Anadolu'daki Türk ve Kürt aşiretleri üzerinde devlet olmanın gereği olarak hiçbir maddi külfet getirmemişti. Buralarda ne doğru dürüst bir vergi topluyordu ne de halka zorunlu askerliği dayatmıştı. Ancak, ne zaman ki Osmanlı Devleti gerileme dönemine girip Avrupa'da, Afrika'da ve Ortadoğu'da büyük sorunlar ile karşı karşıya kaldı işte o zaman öz kaynağına döndü, bir takım düzenlemeler yaparak o zamana kadar devletin hiçbir külfetine katlanmamış Anadolu insanına düzenli vergi ve zorunlu askerliği dayattı. Anadolu'daki Kürt isyanlarının dış sebepleri İngiliz, Fransız ve Rus kışkırtmaları ise, iç sebepleri de ZORUNLU ASKERLİK ve VERGİ olayıdır. O dönemlerde halkın vereceği vergiyi aşiret reisi, ağası, miri belirleyip topluyordu. Askere gidecekleri de bunlar belirliyorlardı. Daha önce halkın vergisini kendi cebine atan, halkı kendi askeri gibi kullanan aşiret reisi, ağa veya mir devletin yeni düzenlemeleri üzerine gücünde ve imkanlarında azalma gördü, huzursuzluk yaratmaya başladı. 19. Yüzyıl isyanlarının özü bu şekildedir. Cumhuriyet dönemi
reformlarında ise ağa, aşiret reisi tamamen devreden çıkarak şifadan bir vatandaş durumuna iniyordu, artık tüm imtiyazlarını kaybetmiş oluyordu.

Fransızları isyanlar konusunda parça parça da olsa inatçı olmaya iten sebep; Şeyh Sait isyanıyla İngilizlerin Türkiye'den kopardığı büyük tavizlerdi. Üstelik HATAY sorunu MUSUL-KERKÜK sorunundan aşağı kalır değildi. Hatay toprakları stratejik yönü bir tarafa neredeyse Ortadoğudaki küçük bir ülkenin toprakları kadardı. Şu hususa dikkat etmekte yarar vardır; İngilizlerin desteklediği isyan bölgeleri, liderlikleri, isyan biçimleri farklı; Fransızların desteklediği A RI isyanı bölgesi insanları, isyanın liderliği çok daha farklıdır. Aynı şekilde İngilizlerin perde arkasından yönlendirdikleri DERSİM isyanı her şeyi ile bambaşka bir yapı arz etmektedir. Bütün isyanlarda destekleyiciler bölgede bir Kürt devleti kurmaktan ziyade Türkiye'yi bu hassas konuda tedirgin etmeyi, panik içersine girmesini sağlamayı amaçlamışlardır. Bu nedenle nereyi uygun görüyorlarsa, nerede şartlar ve çelişkiler oluşmuş ise oraya el atıyorlar, işi bir bütün olarak ciddiye almıyorlardı. Bir yerde adeta oyun oynuyorlar fakat bu oyunun trajik sonu onları ilgilendirmiyordu.

Cumhuriyet döneminde birçok küçük mahalli isyan olmuştur. Onlar daha hazin ve daha düşündürücüdür. Bu isyanlar; SASON'da, MUTKİ' de, ERUH'ta, PERVARİ'de olmuştur ama muhtevaları üç aşağı beş yukarı hep aynıdır. Bir zabıta olayı olmuştur, kanun kaçaklarını takibe çıkılmıştır, kanun kaçağı kişi veya kişiler saklanabilmek için çeşitli duygu sömürüleriyle kendi aşiret veya kabilesini örtü olarak kullanmıştır, bu nedenlerle takipteki müfrezelere saldırılmıştır, komutanı veya birkaç er şehit edilmiştir. Peşinden çok tabii olarak takviye kuvvetler gelmiştir bunun üzerine ilk olaylara katılanlar çevrelerine; "Aman kaçın! Devlet evimizi başımıza yıkacak, hepimizi kurşuna dizecek, dağa çıkın karşı koyun!" demiş ve ahali daha ne olup bittiğini anlamadan panik içinde kadın, çocuk, genç, ihtiyar dağa çıkıvermiştir. Bunu gören mahalli yöneticiler halk ayaklandı diyerek daha büyük kuvvetlerle onların üzerine gitmişlerdir.

Ulusal Egemenlikteki kastımız şudur; bir devlet eğer kendine Milli Devlet diyorsa sınırlan içinde kültürel, iktisadi, siyasi ve netice olarak da Askeri egemenliğini tesis etmelidir. Cumhuriyet dönemi boyunca Türkiye Cumhuriyetinin Hakkari ilindeki Kültürel Egemenliğinden bahsedilebilir mi? Ana dili ne olursa olsun hatta, ana dilde radyo-TV yayınları ve oku] imkanı olsa bile bir Hakkarili kendisini ne kadar Türk vatandaşı saymaktadır.

Bilindiği gibi Irak, Osmanlılardan sonra İngiliz Manda Yönetimine girmiştir. Iraktaki Arap yöneticiler İngiliz egemenliğini azaltmak, kendi otoritelerini genişletmek için bir takım faaliyetler içine girdiklerinde, İngilizler Iraktaki Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları kuzey bölgesine hemen adam, para ve silah göndererek Kürt aşiretlerinin dini lideri durumundaki Şeyh Mahmut BERZENCİ ile temasa geçerler. Şeyhe "Hakimiyetin altındaki aşiretlerle sen de pek ala bir emirlik veya krallık kurabilirsin, bu konuda sana her türlü güvenceyi veriyoruz" denir. Mahmut BERZENCİ'de bunun üzerine kendisine bağlı aşiretleri Irak yönetimi aleyhine isyana teşvik eder. İsyan başlayıp Araplar zor duruma düşünce bu sefer İngilizler Arap yöneticilere "Eğer manda yönetimini istemezseniz yönetimi şeyh Berzenciye teslim edeceğiz" derler, bunun üzerine Arap yöneticiler bağımsızlık konusunda geri adım atarlar ve İngilizler de kendi piyonları olan Mahmut BERZENCİ'yi yakalayarak Hindistan'da ikamete mecbur ederler. Aradan zaman geçiyor ve Arap yöneticiler yeniden bağımsızlık isteklerini dile getiriyorlar. Bunun üzerine İngilizler tekrar Şeyhi Hindistan'dan getirip Kuzey Iraktaki aşiretlerin içine salıp tekrar isyana teşvik ediyorlar. Araplar tekrar geri adım atıyorlar ve İngilizler Şeyhi tekrar Hindistan'da misafir(!) ediyorlar. Daha sonra üçüncü sefer Şeyh BERZENCİ'ye isyan bayrağı açtıran İngilizler, bu isyanı bizzat kendileri Birleşik Krallığın hava kuvvetlerini kullanarak bastırıyorlar. Bu trajikomik hadise sonucu onbinlerce Kürt ölmüş, bir o kadarının evi başına yıkılmış, bir kısmı da korkudan yıllarca çoluk çocuğu ile dağlarda kaya kovuklarında her türlü çağdaş imkandan mahrum yaşamıştır. Sonra ne olmuştur? Sonra; İngilizler bölgeden çekilmiş, bağımsız Irak devleti kurulmuş fakat Kürdün kaderi değişmemiştir.

Netice olarak; Kürdistan olgusu ve Kürtlük fikri tarihsel ve toplumsal temelleri ne olursa olsun, esas itibariyle 19. yüzyılın başlarında İngiliz, Fransız ve Rusların hayatiyet verdiği birer olgu olarak ortaya çıkmış ve bu temelde şekillenmiştir.

1970'1i yılların başları soğuk savaşın bir kez daha tırmandığı, özellikle ABD ile Sovyetler Birliği arasında her alanda kıyasıya bir mücadelenin yaşandığı dönemdir. Ortadoğu ise bu iki gücün en çatışmalı alanlarının başında gelmektedir. Amerika Birleşik Devletleri için Ortadoğuda en sağlam mevzi İsrail olmasına rağmen; Sovyetler Birliği için Filistin meselesi ve bu meselenin etrafında kümelenen güçler bir tutunma noktası olmaktadır. Ancak, bu güçlerin tutarsızlığı, Filistin meselesinin yavaş yavaş popülaritesini kaybetmeye başlaması, hızının giderek yavaşlaması, daha doğrusu giderek bir çıkmaz içine girmesi SB için bazı tedbirleri acilen gerektirmektedir. Öte yandan Türkiye batı ittifakı içinde yer almasına rağmen Kıbrıs sorunu nedeniyle batıyla karşılıklı geçimsizlik havası oluşmaya başlamıştır. Bir yandan Sovyetler Birliği Ortadoğuda yeni köprü başları oluşturmaya çalışırken, başta ABD olmak üzere batı ittifakı Türkiye'yi her alanda cezalandırmak istemektedirler. Yine bu dönemde Lübnan iç savaşı başlıyor ve sorunun çözülmemesi için bütün dünya el birliği ediyor, aynı yıllarda Türk diplomatlarına karşı yaygın Ermeni Terörü baş gösteriyordu. Silah kaçakçıları Bulgaristan ve Suriye ye üslenerek Türkiye'yi silah deposu haline getiriyorlardı. 1975 yılından itibaren de terör Türkiye'de süratle tırmanmaya başlamıştı. Bu gelişmelerin yaşandığı bir ortamda 1973 yılında fikir düzeyinde birtakım oluşumlar içersinde olan Abdullah OCALAN isimli bir üniversiteli, sessiz sedasız Ankara'da üniversite gençliği içersinde kadro çalışması yapmaktadır. 1976 yılında yeterli sayıya ulaşan A. ÖCALAN, gruba KD (Kürdistan Devrimcileri) adını vermiştir.

Örgüt ideolojisi ve politikası genel hatlarıyla şu şekilde formüle edilerek grup üyelerine benimsetilir; "Klasik anlamda Marxizm-Leninizm araştırılıp incelenmiştir, bu ideolojinin kılavuzluğunda dünyanın, Ortadoğu'nun ve Türkiye'nin genel bir tahlili yapılmıştır. Bu bakış açısına göre Doğu ve Güneydoğu Anadolu (Kuzey Kürdistan) sömürge durumundadır. Türkiye Cumhuriyeti de sömürgeci devlettir. Ayrıca Kürdistan'ın diğer parçalan da İran, Irak ve Suriye'nin sömürge idaresi altındadırlar.

Özellikle eylemlerde ve dışa yönelik faaliyetlerde saldırgan ve son derece ukala olan bu militanlar; APO tarafından sürekli olarak horlanıp aşağılanıyorlar, eylemlerdeki acımasızlıklarıyla deşarj oluyorlardı. Bu durum ile Mafyanın iç işleyişi arasında müthiş benzerlikler vardı. Mafyanın da insan azmanı, psikopat, haraç alan, cinayet işleyen elemanları "BABA" nın huzuruna çıktıklarında süklüm püklümdüler.

Apo; böylece grubun gelişmesi, isim yapması için çaba sarfeden, Abdullah ÖCALAN'I APO yapan Mehmet UZUN, Ali YAYLACIK, Ahmet BALLI ve daha birçoklarını Mafyavari ama tamamen uyduruk senaryolarla öldürttü. Aslında bu tavır, daha o dönemde örgüt saflarına bir mesajdı, gerekçesi ne olursa olsun hiçbir eleştiriye prim verilmeyeceğinin işaretleriydi bunlar... Öldürülen adamlar örgüt içersinde, bazı anormalliklerin farkına varmışlardı. Apo onları öldürtmekle hem onlara açıklama yapmaktan kurtuldu hem de örgüt içinde "MİT-AJAN- KOMPLO FOBİSİ" nin temellerini attı.

ÖCALAN hızla "Devrimci Şiddet" dediği terörü başlatıyor, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun çeşitli yerlerinde çeşitli kesimlere mensup insanlar birer ikişer kurşunlanıyor, eylemlerin savunmasız insanları hedef alması, devlet güvenlik kuvvetlerinin gerekli bilgiden yoksun oluşu ve daha bir yığın nedenden dolayı yapılan eylemlerin hepsi başarıyla sonuçlanıyor, eylemlerde hiçbir kayıp verilmiyordu. Bu durum hızla büyümesinin nedenlerinden biridir.

Böylece Abdullah ÖCALAN, bir bütün olarak Türkiye'deki sağcısından solcusuna; Kürtçüsünden tarafsızına kadar herkese karşı savaş ilan etmiştir. Sonuçta yalnız ideolojik olarak değil aynı zamanda siyaset alanında da ve esas olarak da eylem alanında "Bizden olmayan düşmandır" mantığını adamlarına hakim kılmaya çalışmıştır. Diğer yandan aile, akrabalık ve dostluk ilişkilerini de çizmiş olduğu mücadele metodu önünde "Ciddi ve tepelenmesi gereken" bir engel olarak görüyordu. Daha da önemlisi insanın doğuşundan var olan; biyolojik ve sosyo-psikolojik bir gerçek olan ayrı kişilikleri de kabul etmiyordu. Tek tip bir model dayatılmıştı. Bu modele uymayanlar çeşitli bahanelerle aşağılanıyor, bunaltılıyordu.

27 KASIM 1978 tarihinde kurulan PKK, varlığını 1979 yılı TEMMUZ ayında Milletvekili Mehmet Celal BUCAK'a saldırarak ilan etti. M. Celal BUCAK saldırıdan yaralı olarak kurtuldu. Böylece PKK eylemleri Kırsal Kesim Eylemleri ve Şehir Eylemleri olmak üzere iki temel kola ayrılmış oldu. Kırsal kesimlerdeki eylemlerin temel esprisi; birbirine düşman olan iki aşiret, kabile ve aileden birine yanaşarak ve onların desteğiyle diğerine saldırmaktı.

Abdullah ÖCALAN böyle bir taktiğe; bu kesimlerden kadro, savaşçı ve her türden eleman temin edebilmek için başvurmuştur. Bu arada her şeye rağmen oyuna gelmeyen kabile ve aileleri çatışma içine çekmek için bir takım provakatif eylemlere girişiliyordu, önceden yapılan plan gereği geceleri herhangi bir kabilenin evi taranıyor, birkaç gün sonra da gidip, "Size saldıran olmuş, sizi biz koruyacağız" denilerek oralara yerleşiliyordu.

NİZİP ilçesi ve benzeri yerlerde küçük imalathane sahiplerine mafya yöntemleriyle "ya malın ya canın" tazında bir üslup ile yaklaşılıyor işçi ücretleri üç-dört kat yükselttiriliyor, ardından da işçilere, "Aylıklarınızı biz yükselttik, fazla paraları bize aidat olarak ödeyeceksiniz" deniyordu. İşçilerin büyük bir kısmı bu yöntemle zoraki sempatizan durumuna getirilmişti.

Bir çok gerekçe ile sol örgütlere saldırıyor, solculukta kararlı olanların APOCU olmaları sağlanıyordu.

PKK örgütü kurulup örgütlenmesine rağmen o yıllarda bir-iki istisna dışında hiç bir yayın faaliyetinde bulunmadan, hiçbir dergi çıkarmadan ve geniş anlamıyla hiçbir kitleye propaganda çalışması yapmadan eylemleriyle kamuoyunun gündemine gelip oturmuştur. Türkiye'de bu tür işler kolaydı ve bir serseri iki el ateş ederse kahraman oluyordu.

Herhangi bir yöredeki silahlı PKK grubu dayandığı aşiret, kabile veya ailenin çocuklarını da yanma alarak, diğer aşiret, kabile veya aileye saldırıyor, saldın sonrası kendilerini barındıranların yanına gelerek yaptıkları eylemleri abartılı bir şekilde anlatıyor böylece o aşiret yada kabilenin tüm insanlarını etkilemeye çalışıyorlardı. Bu silahlı gruplar giderek yöre insanları üzerinde, ister istemez korku temelinde oluşan bir otorite haline gelmişlerdi. Özetlersek; ne kadar eylem, o kadar propaganda ve ajitasyon ve ne kadar eylem o kadar otorite...

O'na yurt dışında barınma yerleri temin eden ve bazı ilişkileri sağlayan herkimse, Apo'ya şöyle bir talimat vermiştir; "1980 MAYIS ya da HAZİRAN aylarında Türk Ordusu MHP (Milliyetçi Hareket Partisi) ile işbirliği yaparak bir darbe gerçekleştirecektir. Darbeden sonra Türkiye'de bir iç savaş çıkacak, iç savaş koşullarında merkezi otorite gücünü kaybedecektir. Bir çok kentte ve bölgede darbeciler otorite kuramayacaktır. Doğu ve Güneydoğu büyük oranda başı boş ve kontrolü zor bir sahaya dönecektir. Bu nedenle eğitilmiş bir askeri güce ihtiyaç vardır dolayısıyla çıkartabildiğin kadar adamı yurt dışına çıkart, yurt dışındaki eğitimleriyle biz ilgileniriz." Abdullah ÖCALAN o dönemde yakın çevresine bu durumu birkaç kez ima etmiştir.

1979 yılının KASIM ve ARALIK aylarında yurt dışına çıkan bu kişiler LÜBNAN'da SURİYE' nin kontrolündeki sahada 1980 yılı NİSAN ayının başına kadar eğitim görmüşlerdir.

Ancak, hesapların yanlış çıkması, MHP ortaklı bir darbe değil de, Silahlı Kuvvetlerin emir komuta zinciri içersinde yönetime el koyması, halkın bu hareketi kabullenmesi, kabul etmeyenlerin azınlıkta ve dağınık olması bir iç savaş ümidinde olanların beklentilerini boşa çıkarmıştır. Bunun üzerine yeni bir plan gündeme gelmiştir. Bilindiği üzere askeri yönetimler özellikle getirmiş oldukları kısıtlamalar nedeniyle geniş yığınlarca pek sempatik karşılanmazlar. Ancak Türkiye'deki örgüt ve eylem enflasyonunun karşısında yeni bir otorite gören halk, tercihini tereddütsüz olarak askeri yönetimden yana koymuştur. Hatta sıradan vatandaşları bir yana bırakın, 12 EYLÜL öncesi PKK yatakçıları ve sempatizanları dahi askeri yönetimi desteklemişlerdir.

Yeni plan süratle geri çekilmedir ve örgüt meydanın boş olmadığını anladığı için ne kurtarırsam kârdır mantığıyla kalan tüm gücünü yurt dışına çekmiştir.

APO; "Hepiniz suçlusunuz" diye söze başladı. "Parti adına sizleri yargılamaya kalksam hepinizin cezası idamdır!"

Bunun üzerine herkeste bir suçluluk duygusu oluşmaya başladı. Herkes konuşmak üzere hazırladığı yazıyı katlayıp cebine koydu. Muhataplarını sindirdiğini fark eden Abdullah ÖCALAN; "Şimdi sizlere söz hakkı vereceğim konuşmanızı yapabilirsiniz." dedi.

Aslında bu tür kişiler derhal kurşuna dizilir ya da bir komplo ile ortadan kaldırılırdı; fakat 1981-82 yıllarının ortamı bu işler için elverişli değildi. Bu yıllarda biriktirilen bu tür insanlar 1983 yılından itibaren teker teker örgüt tarafından öldürüldü. Ayrılmak isteyenler kısa sürede diğerleri tarafından yalnızlık ve tecrit ortamına sürükleniyorlardı.

Aforoz edilmiş gibi yalnız kalan bu kişiler, paniğe kapılıp saldırgan-laşıyorlardı. Yıllarca söyleyemedikleri şeyleri açıkça söylemeye başlıyorlardı, APO'yu tenkit ediyorlardı. Bu sefer APO; "Ben demedim mi bu adam MİT ajanıdır diye, ajanlık yapamayınca çıldırdı. Bakın PKK'ya olan düşmanlığını açıkça ilan ediyor, siz olsanız bunu besleyip barındırmaya devam eder misiniz?" diyerek sahneye çıkıyordu.

1982 yılında Irak hükümeti İran ile olan savaştan dolayı Kuzey Irak bölgesini tamamen kontrolsüz bırakmış bu nedenle, Kuzey Irak'ın uçsuz bucaksız dağları, vadileri ve derelerinde Mesut BARZANİ'nin Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) denetiminde bir tampon bölge oluşmuştu.

BAAS (Arap Sosyalist Diriliş Partisi)

BAAS yönetimi kendisini "Ezilen milletlerin dostu olan!" Sosyalist Sovyetler ve Bulgaristan vasıtasıyla iyice pekiştirdiği için, öteden beri hep iç politika hesaplarının piyonu durumuna getirilmiş Kürt aşiretlerini çoktan unutmuştu. BARZANİ'nin KDP'sinin ne önemi vardı.

BARZANİ'nin içinde bulunduğu çıkmaz diğer ülkeler tarafından fark edilince bu sefer İran'daki Kürtlere rağmen İran Şahı, İsrail ve ABD devreye girip insan hakları savunucuları kesildiler. İran, Şattülarap bölgesindeki toprak parçasını Irak'ın elinden almak istiyordu. İsrail zaten Irak'ın güçlenmesini istemiyordu, ABD ise hem İsrail'e hem de İran'a yardımın yanısıra genel stratejisi açısından Sovyet yanlısı Irak'ın burnunu sürtmek istiyordu. Bunun üzerine İran kendi topraklarını BARZANİ ve KDP ye açtı. ABD ve İsrail'den gelen silah, cephane ve para ile İran Şahı kısa sürede BARZANİ'nin yüzbine yakın adamını, silahlandırıp Kuzey Irak'a yerleştirdi. Irak ise, bunun üzerine Sovyet askeri danışmanları ve Komünist Partisi militanlarını da yanına katarak BARZANİ'ye karşı saldırıya geçti. Fakat her şeye rağmen, İran'ı geri cephe olarak kullanan ve önemli ölçüde lojistik destek gören BARZANİ'ye baş eğdirmek mümkün olmuyordu. Zor durumda kalan Irak, İran'la temasa geçerek 1975 yılında Cezayir'de yapılan anlaşma ile Şattülaraptaki toprakları İran'a geri verdi. Ayrıca Sovyetlerle olan ilişkilerini gevşeterek Batı'ya yanaşacağını vaadetti. Bunun üzerine BARZANİ ye yapılan yardım ve verilen destek sanki bıçakla kesilmiş gibi birdenbire bitiverdi. Yüzbinlerce BARZANİ'ci Sovyet danışmanları emrindeki Irak Tümenlerinin saldırısına uğradı. Kürtler birkaç gün içinde kendilerini İran ve Türkiye'ye zor attılar. İran'a geçenler silahsızlandırılarak kamplara alındı, Türkiye'dekilerin büyük bir bölümü ellerinde silahlarıyla sınır boylarında rahatça yaşadılar ve Şemdinli, Çukurca, Uludere, Silopi bölgelerine yerleştiler. Irakta kalıp kaçamayanların binlercesi kurşuna dizilerek öldürüldü, önemli bir kısmı Güney Iraktaki Arap çöllerine sürüldüler. O günleri yaşayanlar bilirler, yaşamayanlar arşivleri karıştırıp öğrenebilirler. Her zaman olduğu gibi başlangıçta Kürtler ayartılmış ve kışkırtılmıştır. Sovyetler ve yandaşları ile batının insan hakları savunucusu (!) ülkeleri anlaşınca Irak ordusu Kürt sürek avına çıkarılmıştır. Çıkarlarını elde edenler Saddam'ın napalmları altında can veren Kürtlerin feryatlarına kulaklarını tıkıyorlardı. Bu filimler günümüze kadar birkaç defa tekrarlanmıştır.

PKK ile BARZANİ KDP'sini sihirli bir el, 1982 yılı sonlarında bir araya getiriverdi. Anlaşmadan hemen sonra PKK gruplar halinde militanlarını Kuzey Iraktaki KDP denetiminde bulunan bölgeye yerleştirdi.. Bazı PKK yöneticileri de Şam havaalanından uçağa binerek, önce İran-Tahran'a sonra da karayoluyla Kuzey Irak sınırına gelerek buraya yerleştiler. Bu anlaşmadan sonra Mesut BARZANİ muradına erdi ve solcu çevrelerden itibar görmeye başladı. Suriye'ye davet edildi. Çünkü Hafız ESAD yönetimi, Irak topraklarında Suriye adına SADDA-M'a karşı savaşacak bir piyon arıyordu. Irak, 1982 yılı başlarında Suriye'nin HAMA kentinde patlat veren olaylarda Müslüman Kardeşler örgütüne geri cephelik görevi yapıyordu. Suriye bu nedenle, Irak'ı cezalandırmak, Celal TALABANİ ile Mesut BARZANİ'yi birlikte devreye sokmak istiyordu.

Artık hiç kimsenin hiç bir şekilde eleştiriye girişmemesi, giriştiği taktirde damgalanıp yargılanacağı bilinci yerleştirilmişti.

İşte tam bu sırada, APO'nun en güvendiği ve Avrupa'ya görevlendirdiği adamlarının yöneticileri, APO'dan uzakta olmanın verdiği cesaretle birazcık seslerini yükselttiler. Söyledikleri özetle şu şekildeydi; "Türkiye'de askeri yönetim yerini yavaş yavaş sivil iktidara bırakmaya hazırlanıyor, koşullar değişiyor. Mevcut yasaların yumuşatılması söz konusudur. Dünyada da birtakım değişiklikler oluşuyor. 12 Eylül öncesi meydana gelen olaylardan dolayı halk silahlı hareketlere prim vermeyecektir, bir müddet daha bekleyelim koşullar biraz daha yumuşasın. Eğer eylemler temelinde Türkiye'ye dönersek bu hepimizin intiharı olur."

APO, durumu sezdikten sonra planlamalarda değişildik yapıldığını bildirdi. "Keşif ve istihbarat faaliyetleri eylemler temelinde yapılmalıdır." şeklinde uyarılarda bulundu. "Eğer girdiğiniz bölgelerde ilk iş olarak birkaç eylem düzenleseydiniz, hem halk sizi bir otorite olarak görecek ve size her kapı açılacaktı, hem de eylemlere bulaşmış birinin kaçmaya kalkışması çok zorlaşacaktı. Hatta eylemi olan biri çatışmada bile kolay teslim olmaz." diyerek talimatlar yazıyordu.

"Ülkeye giriş yaptığınızda sizleri yurt dışına bağlayan tüm köprüleri yıkıp atacaksınız, sıkıştığınızda yurtdışına kaçmayı aklınıza getirmeyin. Girdiğiniz yerlerde artık sizi hiç bir güç söküp atamasın. Halk sizi bir otorite olarak görmediği taktirde bırakın ekmek vermeyi, kolunuzdan tutuğu gibi devlete teslim eder. O görkemli dağlar sizlerden korkmalıdır."

Olaylar bir süre etki-tepki biçiminde geliştikten ve devam ettikten sonra artık pekçok insan cezaevinde bile birtakım oyunlar uğruna peşkeş çekildiklerini anlayıp, topluca cezaevinin kurallarına uyacaklarını bildirdiler. Böylece yönetici durumundaki militanlar açıkta kaldılar. Gerçi bunlar da bir süre kurallara uymayı denediler ama sonuçta özellikle yatakçıların ve tetikçilerin hışmına uğradılar. "Dışarıda iken neden bunca işi başımıza sardınız? Madem sonuçta bu noktada birleşecektik neden bizleri cezaevi yönelimine karşı kışkırtıp zor durumda bıraktırdınız?" gibi çeşitli sorulara muhatap oluyorlardı. Böylece ipliği pazara çıkan bu kişilerin bir kısmı, çeşitli yöntemlerle intihar ederken bir kısmı da ölüm oruçlarıyla hayatlarına son verdiler.

Yazılı ve sözlü propagandanın tüm imkanlarını kullanarak, çeşitli ilişkileri devreye sokarak, Türk basınını dolaylı yoldan etkileyerek cezaevlerini Türkiye'nin ve Avrupa'nın gündeminde tutmuştur. Eylemler başladığında ise cezaevi ile ilgili propaganda çalışmalarını beklemeye alıvermiştir. Eylemler kesildiğinde Avrupa'yı kurcalamış, Avrupa'da işler sarpa sarınca eylemlere ağırlık vermiştir ve bu hep sürüp gitmiştir.

Eylemlilik sürdüğü müddetçe her şey APO'nun planladığı biçimde yürüyor, eylemler kesildiğinde planları, hızla alt üst oluveriyordu. Bu sistemi kendisi kurmuştu, her şeyi eylemlere göre planlamıştı. Bu nedenle eylemler hiç kesilmemeliydi.

PKK 3. Kongresi de diğer kongre ve konferanslardan pek farklı değildi. Resmi süresi kısa, fakat kış aylarına denk geldiği için fiiliyatta 1987 yılı bahar aylarına kadar devam eden bir eğitim çalışması şeklinde gerçekleşti Temel amaç; insanları çeşitli baskılar ile sindirme, tehdit etme, baskı altına alarak suçluluk psikozuna sokmaktı. Daha önce de belirttiğimiz gibi kongre, konferans ve toplantılar bu işlerin tezgahlanması için birer paravandılar. Bu toplantılarda APO, iki maske takınıyordu. Birinci maske; sadist ve despot bir surattı. İkincisi; masum bir iyilik meleğiydi. Bir yandan insanları kurmuş olduğu ölüm çemberinde sindirip eziyordu. Bunu yaparken de kongre veya toplantının manevi gücünü (!) kullanıyordu. Diğer yandan tüm gelişmelerin altında ezilen, üzerindeki yükü kaldırmak için kimsenin yardım etmediği, ucundan tutmadığı bir zavallı oluveriyordu

APO, kongreye katılanlara en acımasız eleştirileri yükleyip bunların önden gelenlerinin idam fermanlarını beyan ederken; "Nasıl olsa bu adamlar enerjilerini tükettiler. Bunlardan yararlandığım kadar yararlandım. İyi gitmeyen işleri bunların üzerine yıkarsam ve bunların görevlerini yenilerine verirsem bir taşla iki hatta birkaç kuş vurmuş olurum!" diye düşünüyordu. Bu şeklide alt düzeydekilerin de ruhlarını okşamış olacaktı.

Kongrede bir yandan bu kararlar alınırken, diğer yandan da APO'nun posası çıkmış eski gözdelerinin işleri bitiriliyordu. Bunlar önce tasfiyecilikle suçlandı daha sonra orta yolcu olduklarına karar verildi. APO; "Aslında suçunuz ağır, cezanız ölüm ancak, sizlere yeni bir şans veriyorum. Bundan sonra örgüte yeni katılmış bir eleman gibi sıfırdan başlayacaksınız. Tüm yetkileriniz ve güçlü konumunuz sıfırlanmıştır. Haydi görelim sizi, kendinizi ispat edin!" diyordu.

1984 yılında bazı militanlar APO'ya rapor yazarak; "Halil bizi desteklemek istemiyor, kimse bize kapısını açmıyor, ekmek bile alamıyoruz." diyorlardı. APO, militanlarına gönderdiği cevabi talimatlarda militanlarına şöyle öğüt vermektedir; "BARZANİ Irakla yönetime ilk başkaldırdığında kendi aşiret fertlerinden başka destekçisi yoktu. Bu nedenle aşiretinden 2000 seçme adamını yanına alarak Kuzey Irak'ı baştan başa dolaştı, diğer aşiret ve kabileleri sindirdi. Birçok köyü yağmaladı, birçok insanı kurşuna dizdi. Neticede otoritesini tesis etti. Hatta her köyden ve kabileden onlarca genci zorla alıkoyarak süreç -içersinde bütün Kuzey Irak'ı kendisine bağladı. Yanına aldığı gençler zaman içinde çatışmalarda öldüler, komutan oldular, evlendiler yeni nesiller bunun için BARZANİye sempati duyar ve destekler. " Abdullah ÖCALAN bu cümleleri sıraladıktan sonra, "Sizler BARZANİ kadar da mı olamıyorsunuz?" diyerek onlara neler yapmaları gerektiğini anlatmış oluyordu.

APO yayınladığı talimatta kongre gereği olarak; "Bize bazı yurtseverler(!) katılıyor, bu gönüllü kesim, ihtiyaca cevap vermiyor. Ayrıca denetimimizdeki bazı köylerdeki taraftarlarımıza, mücadele için yükümlülüğünü yerine getir diyoruz bize katılıyorlar. Bunların katılımı da ihtiyaca cevap vermiyor. O halde zorunlu askerlik yasası gereğince köyleri basıp her aileden en az bir erkek ve bir kadını dağa kaldıracaksınız. Bunları dağda kısa bir eğitimden geçirdikten sonra hızla savaşa süreceksiniz. Böylece, gücümüzün ve etki alanımızın kısa sürede geliştiğini göreceksiniz." diyordu. Bu yöntem tam bir ahlaksızlıktı. Örgüte sempati ile bakmayan aşiret ve kabilelerin köyleri basılacak, erkek ve genç kızları dağa kaldırılacak, eylemlere sokulacak, bir daha kaçmaları mahkum ettirilerek önlenecek ve bunların bir kısmı çatışmalarda ölecekler! Böylece akrabalık bağlan kullanılarak insanlar hizmete ve PKK'ya katılıma mecbur edilecekler. İşte, PKK'nın çıkarmış olduğu zorunlu askerliğin mantığı budur.

APO, kadro için gerekli olan personelin temini içinde şunları salık vermektedir; "Madem böyle bir güç gerekiyor, o halde artık 15-25 yaş arası gençler ihtiyacımıza cevap vermez. Bütün halkı genç-ihtiyar, kadın-erkek saflarımıza çekmeliyiz. Bunun için ana birliklerimizle ,Alay düzeyindeki gerilla güçlerimizle düşmana saldıracağız. Düşman Taburlarını, bölüklerini, karakollarını imha edeceğiz. Büyük çaplı pusular kuracağız. Bize düşman olan aşiretlere operasyon şeklinde planlı saldırılar ile imha eylemleri gerçekleştireceğiz. Yani yeni savaş tarzımız bu olacaktır. Böyle olunca artık köylerin ve köylülerin yerinde kalması, eski yaşamlarını sürdürmeleri düşünülemez. Savaş ortamı toplumu doğrudan etkileyeceğinden taraftarlarımızın çoğu mecburen dağa çekilmek zorunda kalacaklardır, hem de bir daha inmemek üzere... Böyle bir taktikle yavaş yavaş tüm halkı savaşın içine çekebiliriz. Bu sayede sayımız hızla aratacak savaşımız tam bir halk savaşına dönecektir."

Kendisine erişilmez olan, ancak ağasının, patronunun, aşiret reisinin kısaca; "Büyük adamların" muhatap olduğu subaya, polise taş atıyor, bağırıyor, küfrediyor ve hayret, kendisine hiç birşey olmuyordu. Hala hayatta idi ve yaşıyordu! Demek ki, bu işleri başaracak bir adamdı! Bu yürüyüş ve taşkınlıktan yapanları televizyondan ve basından izledik. Resimlerini gördük. Askere ve polise taş atanların gözlerinde kin değil daha önce belirttiğimiz gibi şaşkınlık ve şımarıklık vardı.

Etraflarına aldıkları birkaç tane züğürt şakşakçı vasıtasıyla PKK'nın yetişemeyeceği, müdahale edemeyeceği yerlerde bile esnafa, tüccara telefon ederek; "Biz PKK gerillalarıyız, filan gün dükkanınızı açmayın, yoksa kendinizi yok bilin" demişlerdir. Sonra esnafın arasında dolaşarak "PKK telefon etmiş, kimse dükkanını açmayacakmış, yoksa öldüreceklermiş..." diyerek fısıltı gazeteceliği yapmışlardır. Ardından toplantılar düzenleyerek, demeçler vererek; "Kürdistan halkı baskı ve zulmü kınamak için falan ilçede kepenkleri kapatmıştır. Eylemlerini selamlıyoruz" demişlerdir. Şimdi soruyorum;

Kürtçülük sorununu Osmanlı'dan miras alan Türkiye Cumhuriyeti sorunu 70 yıldır dondurmuştur. Çözmesi gerektiği halde çözmemiştir. Fakat bugün yanan olaylar, Kürt sorununun çözümünü TC'ye dayatmış durumdadır. Bu sorun, önümüzdeki yıllarda mutlaka çözüme kavuşacaktır ama öyle, ama böyle!

"Din halkın afyonudur, sorgu merkezlerinde sakın ola ki kelimeyi Şehadet getirmeyin" diye emir verirken birden bire "Yurtsever imamlar Birliği "ni kuruyor.

Güneydoğu Anadolu'da baştan beri değindiğimiz gibi kendiliğinden, iç dinamikleriyle bir Kürtçülük hadisesi gelişmemektedir. Her şeyi PKK, Abdullah OCALAN ve yurt içindeki yandaşları zorlayarak, yapay olarak geliştirmeye çalışıyor. Normalde çeşitli kesimlerin bir cepheleşme hareketi gelişebilirdi. Bunlar giderek bir silahlı mücadele ve ordulaşma faaliyetine girebilirlerdi. PKK da Marxist-Leninist bir örgüt olarak, işçi ve emekçilerin bir örgütü olarak Cephenin ve Ordunun içinde belli ilkeler çerçevesinde, belli kurallar dahilinde yer alabilirdi.

Suriye kendi topraklarındaki Kürtleri APO'ya her bakımdan kullandırarak ve PKK'ya satarak Kürt sıkıntısına karşı kendisini emniyete aldı. PKK'nın bunların içinden yüzlerce eleman ve milyarlarca lira para almasınısağladı.PKK'yıkullanarakkendiKürtlerinidüşmanına, Türkiye'ye hem de Arap çıkarları için savaştırdı.
0 Responses