Murat Çetin
Artık ünü kendi adını aşan kitaba ileride sahip çıkabilmek için kendi adını koyduran Rıfat İlgaz'a gelen ilk eleştirilerden biri Dağıtıcı Faruk'a aittir:
"Nerde Stepne, nerde Rıfat İlgaz?.. Bırak dostum sen bu işleri!"
"Rusçan fena değil; doğrusu ilk kitabı çok güzel çevirmişsin!" "Ben mi çevirmişim? Hangi yazardan?"
"Hangi yazardan olacak! Stepne'den... Baktın birincisi iyi gitti, ikinciyi de sen yetiştirdin geriden!"

«Ne yaptı?»
«Şey yaptı efendim.»
«Söyle ne yaptı. İnek mi dedi?»
«Hayır efendim, demedi ama... Tarih kitabımın içine...»
«Söyle, çabuk... İnek mi yazdı?»
«Ot koydu efendim!»
Kel Mahmut'la birlikte, yattık yerlere gülmekten. Müdür yardımcısı:
«Gözünle gördün mü?» diye sordu.
«Başka kim koyacak efendim. Bir de açtım ki... Fransa Büyük İhtilâli'ne çalışacaktım...»
İnekliğine bakmadan bir de yağcılık yapıyordu. Kel Mahmut tarihe gelirdi bize.

İş, Kalem Şakir'in tam zekâsını göstermesi gereken bir aşamaya girmişti. Bir parça gevşeklik, «okuldan uzaklaştırma»ya patlayabilirdi:
«Efendim!» dedi. «Ne yalan söyleyeyim. Sizin dersinizden sonra kaçacaktım!»
Bu, kabadayıca bir açıklamaydı. Gel gelelim Kel Mahmut hiç kül yutacağa benzemiyordu!
«Ya! Kaçacaktın demek. Bu katranlı elbiselerle mi?»
«Doğru lekeciye gidecektim! Sonra da...»
«Pes... doğrusu...» dedi, «Şu zekânı tarih dersinde gösterseydin, bu sene bütünlemesiz atlardın sınıfı...»

«Efendimi mefendimi bırak! Fırla!»
«Kalkamam efendim!»
«Kalkamazsın ha! Sebep?»
«Gece şey olmuş da... Banyo yapmam lâzım!»
«Bak soytarıya... Herkes senin gibi gusül abdesti alsa...»
«Öyle değil efendim! Ben çocukluğumdan beri hep böyleyim...»
«Pek erken başlamışsın!»
«Altı aydır bir şey yoktu. Buranın havası...»
«İyi geldi değil mi? Yemeklerimiz yaradı desene! Kalk giyin... Bırak şimdi yıkanmayı...»
«Yalnız emir verseniz de çarşaflar değişse...»
«Şahinpaşa oteli mi burası be? Kurur akşama kadar...»

Kalem Şakir'in doldurduğu izin kâğıdını almış, İnek'i de takmıştı peşine... Şaban'ı izine inandırmak için dümenden Kel Mahmut'a inecek, çıkınca da kapıda bekleyen İnek Şaban'a:
«Al ulan Şaban, zor kopardım izini sana! Unutma şarabı!»diyecekti.

«Peki evlâdım Şaban efendi, izini kimden aldın, söyler misin bana?»
Kel Mahmut, arı gibi tam sokacağı zaman böyle yumuşar, kibarlaşırdı.

Herkes sırayla kendi anhtarını sokuyordu. Henüz kilitlerden birini bile açamamıştık. Düdük:
«Kıralım!» dedi. Palamut Recep ne de olsa idareyi ve kanunu temsil ediyordu.

«Çocuklar! Müdür Bey'in emri var!» diye başladı.
Müdür Bey'in akıllıca bir emrine rastlamadığımız için, «Yine ne saçmalamış!» gibilerden kulak kesildik.

«Pis kaltak. Sen Dezdemona'ya değil, Alfred'e gidiyorsun. Nerede kılıcım?»
İnek Şaban sobanın altındaki demiri kaptığı gibi uzattı Hayri'ye:
«Al Şövalyem, temizle namusunu!»
«Temizlik işleri senin üzerinde... Emrediyorum sen temizle, elimi bir fahişenin pis kanıyla kirletemem!»
«Hayır ben yapamam bu işi...»
Havlusunu almış, dışarı çıkmak istiyordu. Tulum kızdı:
«Hayır, sen yapacaksın!»
«Yapamam şövalyem, fena halde sıkıştım!»
İnekten beklenmeyen, ya da tam inekten beklenen bu yanıt bizi yeniden kırıp geçirdi...

«Ne zili, on dakika var daha...»
«Zil çalmadı mı, zil?»
«Yok Hoca'm, çalmadı!»
«Ama ben duydum!»
Kel Mahmut'un ne zamandır özlemini çektiğimiz kahkahası çınlattı koridoru:
«Demek duydun ha! Hay, sen çok yaşayasın Hoca'm! Bu Hababam Sınıfı, adamın gözünü açar ama, kulağını açacağını hiç bilmiyordum!»

Kel Mahmut'un bir kuşkusu daha kalıyordu. Ya Sivslıların fındıkları da uzun kabuklu ise...
Güdük,onun kafasının içindekini okuyacak kadar zeki, Sivaslıların şikayetini duyacak kadar da kulağı delikti:
«Efendim!» dedi, «Sivaslıların fındıklarına gelince. O fındıklar, Yumra cinsidir. Yuvarlak... Yağlı fındıklar...»

«Hangi eşek kırdı bu camı?»
Camı belki kıran bir eşek olabilirdi ama, tutup da ikinci bir eşeklik yaparak::
«Ben kırdım!» nasıl diyebilirdi?

«İneği meşhurdur, ineği!»
«İneği mi?»
«Ne sandındı?»
«Vay anasını... İneği ha!»
«Yirmi beş kilo süt verirmiş günde... Yani bizim İstanbul'da olsa yüz kilo süt eder... Hiç işitmedin mi? Hollanda ineği bir... Kırım ineği iki...»

«Efendiler, buna ağır makineli tüfek derler!»
Sivas'tan bir torba leblebi ile yağcılığı da bittikte getiren Yamuk Osman:
«Evet efendim!» diye onayladı.

Hoca tam yanına yaklaşıp kamçıyı salladığı sırada, kişnemeyle birlikte, öylesine bir çifte salladı ki... Bu huysuzluğu daha önceden kestiren Hoca'mız, iki adım geriye sıçradıysa da çiftenin etkisinden kurtulamamıştı. Çifteyle birlikte başındaki şapkayla elindeki kırbaç da fırlamıştı havaya.
Hoca, üstünü başını düzeltip şapkasını, kırbacını yerden aldıktan sonra::
«At!» dedi,«Zeki,itaatli,eğitime elverişlibir hayvandır ama...»
Durdu, öksürdü, şapkasını düzeltti, getirdi gerisini: «Nihayet bir hayvandır efendiler!»

«Ne anlatıyor bu beee?
«Sağır mısın? Kiralık Konak'ı anlatıyor işte!»
«Ne Kira geçiyor içinde, ne Konak... Bir Çalıkuşu'dur tutturmuş gidiyor.»
İnek Şaban, sanki duymuştu bu konuşmayı:
«Konakta düğün hazırlıkları başladı, terziler Feride'ye gelinlikler dikiyorlardı.»
Refüze Ekrem döndü Adıbelli'ye:
«Al işte, konak!.. Var mı başka bir diyeceğin!»

«Hayır efendi. Adımı yazmışlar bahçeye!»
«Bahçenin neresine!»
«Yere! Karların üzerine!»
Kel Mahmut gözlüğünü düzeltip baktı, bir şey göremedi.
«Hani?»
«İşte!»
Bu kez kendisi de bakmıştı. Parça parça yağan kar, yazıyı çoktan kapatrrıştı.
«Hani be!» diye sertleşti, Kel Mahmut.
«Kapatmış Efendim!»
«Ne olacaktı yani? Adının altın harflerle yazılıp tarihe geçeceğini mi sanıyordun? Kapanacak elbette!»

(Güdük bütün otlakçılar gibi sadece kibrit taşırdı.)

«Haşşöööle!..» dedi, «Şimdi bir şeye benzedi işte! Ennezâfetü, minel imaaan! Yani temizlik imandandır demişler!..»
Güdük Necmi sordu hemen:
«Kim demiş Hocam!»
Çattı kaşlarını birden:
«Ebenin körü demiş... Sana ne! Sen bunu belle, olduğu gibi... Üzümünü ye de bağını sorma!»
0 Responses