Murat Çetin
Paralı, itibarlı, imtiyazlı bir insan olmadığımı anladığım günlerde şöyle düşünmüştüm:
«Oğlum Azmi! Para sahibi olamazsın, para sahibi olamadığın için de itibar sahibi olamazsın! Geriye bir iyiniyet sahibi olmakla, imtiyaz sahibi olmak mı kalıyor. iyiniyet sahibi olsan bile, kimseyi inandıramıyacağına göre, ha olmuşsun, ha olamamışsın, hepsi bir! Kala kala bir imtiyaz sahibi olmak mı kalıyor? Bilmem kaç kuruşluk pulun başına gelir. Yaz dilekçeni, git tütüncüden dört de beyanname al.. O kadar. Meseret kahvesinde doldur, iliştir dilekçene. Dayan valiliğe, oldun bir gazetenin imtiyaz sahibi.. Gazeten ister çıksın, ister çıkmasın!»

Ben önde, memur arkada tuttuk cezaevinin yolunu. Çift kanatlı demirkapı, ziline dokunur dokunmaz açıldı, nöbetçi gardiyan: «Kim bu?» dedi. «Azmi Halktanır, teslim!» «Tamam!» diye imzaladı teslim kâğıdını. Ne imtiyazname aradı, ne nüfus cüzdanı, ne nüfus cüzdanında fotoğraf.
Bu gibi belgeler, ancak bankadan adına gelen beş doları almak için sorulurdu. Cezaevine girmek için ne gereği vardı bu ıvır zıvır şeylerin!

Ertesi gün hemen hepsinin gözleri gökyüzündeydi. Havada imama inat en küçük bir bulut yoktu. Çolak Recep:
«Gitti benim karatavuklar!» dedi. «şu kara talihime bakın. Tavukların en kararları da benim kümeste çıktı. Haci Hamdi'nin bütün tavukları benekli.»
içeri giren Durdu'nun Hasan:
«Kabardı geliyor!» dedi.
«Ne yandan?» diye içerdikler sordular.
«Asfalttan!»
«Asfalttan yağmur gelmez bizim köye. Senatûrler gelir!»
«icra memurları...»
«Kaymakamlar, valiler...»
«Yağmur gelmez!»

Akordiyon, saksafon, keman, ne varsa davuluna kadar, bir cayırtıdır gidiyordu.
«Mahvolduk!» dedi Oğlak Ali. «Ne bet kalır, ne bereket artık!» Gökyüzüne kalkan başlar, önlerine düşmüştü. Kara kara düşünüyorlardı.
Beatles'lerin bir twist'iydi bu çaldıkları. Kız erkek ne varsa, ingilizce bir şarkı tutturmuştu. Çolak Recep:
«Yağsa yağsa bundan sonra bu Devrimgören köyüne taş yağar!» dedi.
«Yalan da değil!» diye hak verdiler Recep'e. «Temiz bir sopa istiyor bu zıpırlar!»
«Hem de eşek sudan gelene kadar!» Çaldıkları havalar gittikçe oynaklaşıyordu.

Kahvenin önündeki kalabalık daha da artmıştı. Namazdan çıkan imam da cemaatini takmış peşine getirmişti. Çok ferahtı içi. Başarısızlığını örtecek bahane kendiliğinden çıkmıştı işte.. Artık kümesteki kara tavukları keser keser, gönül ferahlığıyla yiyebilirdi.
«Öğretmene haber gönderin de çıkarsın bunları ' köyden,» dedi, «Geceyi burada geçirirlerse değil rahmet, abdest alacak su bulamayız!»
«Taşlayalım!»
«Saygısızlık bunlarınki..»
«Dinsizlik!»

Dantelli mendilin sahibi bayan da boncuk boncuk terliyordu boyuna. Yerimi, iki çocuklu bayana mı vermeliydim, yoksa bu dantelli mendilliye mi ? Çocuklusuna versem, bir teşekkürle hesap kesilir biterdi alışverişimiz oracıkta... Ama bu dantelliyi yerime buyur etsem, öykünün sonu uzar da uzardı. şöyle bir baktım alıcı gözle, değer miydi öyküyü uzatmaya ?... Yok hayır ! Onun yarı buçuk güzelliği, çocuklu kadını ayakta daha çok bekletmeye hiç değmezdi ! Hem sıkılgan, ürkek bir bayandı bu otuzbeşlik, dantel mendilli kadın. Çok yorabilirdi beni, vaktimi boşuna harcatırdı ! Tam çocuklu kadına yer vermeyi düşünürken birden buyur edecek bir yerim olmadığını anlayıvermiştim! Ayağımın ikisini birden yere basmam, kendimi bir yer sahibi olmuş saymamdan ileri geliyordu. Güldüm kendi kendime.

Çok sınavlar geçirdim, çok karakol, mahkeme gördüm, soru'nun, sorgunun her çeşidiyle karşılaştım ama, şu ev sahiplerinin, adamın beynini allak bullak eden soruları gibisine hiç rastlamadım. Ev tutmak, ev kiralamak zorunda mı kaldınız...
Diliniz dolaştı da ağzınızdan uygunsuz bir sözcük kaçırdınız mı, kara kışta sokak ortasında kaldınız demektir. Karakolda istediğiniz kadar saçmalayın, hiç zararı dokunmaz size. Aksayan yani er geç mahkeme'de düzelir. Mahkemede zırvalasanız bile, işin temyizi var, karar düzeltmesi var... Ev sahibi:
«Hayır, evimi size veremem!» dedi mi, lamı cimi yok, sokakta kaldınız demektir. Ne yaparsanız yapın, kapısından içeri bir adım atamazsınız... Değil adım atmak, göz bile atamazsınız, bir daha!
«Evet banyo yüzünden... Vakitli vakitsiz, seni teknede görmek deli ediyor beni.»
«Sudan hoşlanıyorum ben. Kimse mani olamaz bu zevkime!»
«Ömrün banyoda geçiyor, ördekler gibi!»
«Yapamam sudan hoşlanmayan erkekle!»
«Yapamazsan ayrılırız!»
«Ayrılırsak kıyamet kopmaz ya!»
«Bir deneriz.»
«Hemen deneyelim, ne duruyoruz!»
«Hemen!»
«Gidiyorum annemlere.»
Tülin kalktı, üstündekileri çıkardı. Atışmayı mutfaktan izleyen hizmetçiye seslendi:
«Kız Seher, leş gibi rakı kokuyorum, annemin evine de böyle gidecek değilim ya. Yak şu banyoyu!»

Senarist sordu:
«Pekiii..» dedi. «Dün ne oldu, neye karar verdiniz?»
«Neye mi karar verdik? Tam bir haftadır arkadaşlarla meyhanede, sinemada, tiyatroda evlerde teker teker konuşmalar yaptım. Hepsi de toplantıya geleceklerdi. Hele bizim Zülfü Kanat.. Göğsünü yumrukluyor, ah, diyordu, önce bizim film yapımcılarından başlayacağım işe, ağzıma geleni söyleyeceğim. Kim imzalamazsa imzalamasın, Başbakanlığa protesto telgrafı çekeceğim. Sansür heyeti, ne zamana kadar eserlerimizi linç etmekte ısrar edecek, diye soracağım. Hadi diyelim ki, sansür heyetini gerekli görüyorsunuz. Mutlaka aynı adamlar mı kalacak bu heyette. Bir tanecik de sinemacı karışmayacak mı aralarına?» Senarist sordu:
«Peki, Kayhancığım, ertesi gün bu arkadaş toplantıda nasıl konuştu? Protesto telgrafı için imza toplayabildi mi?»
«Zülfü Kanat mı?» «Evet!»
«Herkesten önce geldi. Sinirli sinirli geçti yerine. Bizim çocuklar toplanmağa başlayınca, eğildi kulağıma “çok onemli bir işim var. üzülerek söylüyorum, toplantıya katılamayacağım. Hemen gitmek zorundayım.” Ağbi, dedim, gitmezsen olmaz mı? Çok, çok üzgünüm, kalamadığım için dedi. Haydi sizlere başarılar dilerim, aman boyun eğmeyin sakın onlara!.. Sen hiç merak etme ağbi dedim. Yürüdü gitti.

«Çok geçmeden Zülfü'nün adamlarından Turhan var ya! Çekmiş kafayı Çiçek pasajında... Fitil gibi geldi. Nerde onlar, dedi. Bizim kafadarları arıyormuş meğer.
Gittiler, dedim. Çok önemli işleri varmış da..»
«Çok önemli işleri mi varmış, diye baktı yüzüme. Peki, dedi, bizim şu yoğurtlar ne olacak? Ne yoğurdu bu, dedim. Elinde üstüste bağlanmış iki kutu yoğurt vardı. Kâğıda sarıldığı halde, belli oluyordu dışardan. Bu sefer ben sordum ona, ne olacak bu yoğurtlar, diye. Ne mi olacak, Çılbır yapacaktık, demez mi!»

«Ya, böyle üstadım, çok önemli işleri varmış! Turancığım, merak etme dedim, bir kesekâğıdı yumurta vardı Zülfü Kanat'ın elinde. Hiç durma, seni bekliyordur evde!
Kalktı, hadi, eyvallah dedi. Yürüdü gitti .Peki dostum, sen neye gelmedin o gün toplantıya? Hadi onlar çılbıra gittiler!»
«Ben mi?» dedi. «Ben de davetliydim, o gün çılbıra. Valla kardeşim, Turhan öylesine bir çılbır yapıyor ki parmaklarını yersin!»

«Ne diyorlar yani?»
«Basılacak diyorlar yedi numara!» Hacı Nuri Efendi keyifli keyifli güldü:
«Peki basılacakmış da hâlâ bu apartımanda ne halt etmiye oturuyorlarmış?
Namussuzluk yedi numarada değil, yedi yüz lirayla kaloriferli kız gibi apartımanda oturanlarda... Ulan, hadi diyelim ki bu karı içeriye erkek alıyor, namussuzluk ediyor, daha ne duruyorsunuz. Bırakıp çıksanıza! Bak Mehmet Ali Efendi; bu apartımana girenin çıkanın yapışacaksın yakasına bundan sonra. Karakolun emri var, çıkar hüviyetini diyeceksin! Takılacaksın peşlerine. Defolup gitsinler. Hepsi eski kiracı bunların. En kabadayısı sekizyüzden oturuyor. Bir çıksınlar, elimi öpene veririm bin liraya! Aç gözünü!»

Bir gece mahallenin beklediği baskın da bütün inceliklerine kadar uygulandı. Yedi numara altı aylığına mühürlenmişti.
Nuri Efendi küplere binedursun, kiracılar rahat bir soluk aldılar. Ne oldu ise arada Mehmet Ali Efendiye olmuştu. Yedi numaranın Aysel'i hemen ertesi gün çaldı kapıcının zilini, karakoldan değil de sanki plajdan geliyormuş gibi taptazeydi:
«Al şu altı aylık kirayı Mehmet Ali Efendi!» dedi, «Ben altı aylığına İzmir'e gidiyorum... Sekiz yüz liradan eder, şu kadar lira... Götür şu kontratı Hacı Efendiye, imzalasın!»
«Ya kapıcı parası» diyecek oldu.
Aysel cilveli bir gülüşten sonra:
«ilâhi Mehmet Ali Efendi!» dedi, «Kapıcı parası ha! Kapısı mühürlenmiş bir daireden kapıcı parası istenir mi hiç! Ne yüzle istiyorsun anlayamadım. Aç gözünü demiştim sana, sen zararlı çıkarsın sonra... Görüyorsun ya, dediğim oldu.. şimdi gel hesaplayalım. Seksen liradan eder şu kadar lira... Hediyeler, bahşişler de cabası!»
Mehmet Ali Efendi yutkundu yutkundu, hiç bir şey diyemedi. Tırmandı dördüncü kata. Dokundu Hacı Efendinin ziline:
«Yedi numaranın Aysel'i gönderdi bunları!» dedi, «Sekiz yüz liradan altı aylık kira, eder şu kadar lira... şu da konturat...»
Hacı Efendi:
«Neymiş acelesi!» dedi, Hacı «Ondan altı aylığını birden istiyen mi var kiranın!»
«İzmir'e gidiyormuş da altı aylığına!» «Hey anam!» dedi, «bir şu yedi numaranın Aysel'ine bak, bir de öbür dairelerdeki kiracılara! Kirayı söktürünceye kadar akla karayı seçiyorum. Hem de beşer, altışar yüz liradan... Gördün mü namuslu karıyı, aşkolsun şu yedi numaranın Ayseline! Dürüst karı vesselam!»

işte böyle evlenir, bir oğlan dünyaya getirir, büyütür, okula yollar. işte böyle, aşk mektuplarını da ona yazdırır!
Bir gün herhangi bir baba oğluna şu soruyu sorarsa:
«Oğlum, okula gidip de ne yapacaksın?» şu cevabı alırsa hiç şaşmasın: «Anamın aşk mektuplarını yazacağım!» Böyle bir cevapla karşılaşmamak için öğüdümüz: «Kızının da büyüyüp aynı duruma düşmesini istemiyorsan hemen onu yazdır okula! Yazdır ki ilerde oğluna aşk mektubu yazdırmanın ayıp olduğunu öğrensin okulda!» OKUMA YAZMA ÖĞRENiP DE...
«Kız evlat, ne yapacak okula gidip de... Mahalle delikanlılarına mektup yazacak değil mi?»
Gitmezse ne yapacak? Büyüyüp evlenecek, çoluk çocuk sahibi olacak. Mahalle delikanlılarına değil de istanbul'daki sevgilisine mektup yollaması gerekince... Ne mi yapacak?...
«Gel oğlum!» diyecek, «Otur şöyle yanıma da yaz bakalım! Bir tanem, sen gittin gideli izmir bana dar gelmeye başladı. Seni düşünmekten gözüme uyku girmez oldu. Sen istanbul'da plajlarda yaşarken... Ben ömür törpüsü kocamla...»

«Ormanlarımız yanıyor, ne dersin üstad ?» dedik.
«Yalan !» dedi. «Kaldı mı ki yansın ? Söyledik kaç senedir, dinletemedik. Bugünler için de bir iki kök ağaç bırakın !

Hop oturup hop kalkmağa başladım. Dayanabilirsen, dayan! Kızı da tiyatroyu da unutmuştum. Yavaşça kalktım yerimden. Artık bu işi kökünden ve dibinden halletmenin sırası gelmişti. Helayı bulacak kadar fransızca biliyordum. Sahnenin yanındaki , kapıdan tuvalete geçtim. iki üç basamaklı bir merdiven çıktım. Loş bir oda vardı önümde. Bir aralıktan daldım içeri. Tuvalete benzer bir şey yoktu ortada. Yalnız büyük bir palmiye saksısı duruyordu.
Ne olursa olsun, diye yanaştım. Meselenin küçüğünü olsun çözmüştüm. Oooh!.. ferahlamıştım artık!. Geldim, yavaşça yerime oturdum.
Madmazel, dedim, je vu pri, gerisini anlatır mısınız ?
Valla, dedi, ben de bir şey anlayamadım. Kadın aşığını beklerken biri girdi sahneye. Sonra köşedeki palmiyeye yanaştı. Affedersiniz... Sonra da... Yalnız, şu var ki, çok başarılı, çok natureldi bu aktör.
Ben bazı şeyler anlar gibi olmuştum. Alacakaranlıkta şöyle sağıma, soluma, ilerime, gerime bir göz atacak oldum. Kime baktımsa gözü bendeydi. Seyirci kaçmayı düşünürken, solumda, oturan direktör kılıklı bir mösyö yavaşça doğrularak :
Sizi tebrik etmeme müsaadenizi rica ederim, dedi : şu kadar yıldır bu Komedi Fransez'e devam ederim, böylesi bir aktörle ilk defa karşılaşıyorum !
Ben mi aktörüm, dedim, Ohhhooo ! Siz aktör görmemişsiniz. Bizim Vasfi'yi görseniz, deliye dönersiniz !
Önümden arkamdan eller uzanıyor, tebriklerin sonu gelmiyordu.
Bir aktör bukadar naturel olabilir.
Büyük bir kompozisyon yarattınız, üstat!
Büyük bir kreasyondu doğrusu.
Yalnız şuna aklım ermedi... Palmiye'nin dibini doldurup taşıracak kadar sermayeyi o anda nasıl buldunuz ?
Bu cahile ağzının payını verdim hemen:
Cahil! dedim, Sanat bir birikimin bir anda boşalmasıdır. Ben munkabız sanatçılardan değilim.
Arkamdan saygıyla ürkek bir elin dokunuşunu hissettim :
Breht'i sever misiniz üstadım? diyordu gözlüklü bir delikanlı.
Çok severim, dedim. Hatırlıyamamıştım, kimdi bu Breht.

Pardon, dedim, hela nerdedir. Adam aval aval baktı suratıma. Ben : Kabine yani ?
Anlamıştı. Demek onlarda da kabine ayni manaya geliyordu. Yarım saatlik bir yol tarif etti. Benim durup dinleyecek halim yoktu ama nezaket de ölmemişti ya...

Bütün çabalan seçim listesinin üst başında yer alabilmek için.. Saman altından su değil, memleketi yürütebilmek için nelere, ne cambazlıklara başvuruyorlar... Seçim sonrası ceplerine girecek paraya karşılık ne yatırımlar yapıyorlar şimdiden kim bilir!
Kimisi arttırmalara giriyor, kimisi eksiltmelerle... Ama bir sporcu yürekliliği ile açıktan açığa değil de sinsi sinsi...
şu Millî Korunma Kanunu'nun etiket koyma zorunluğu yeniden çıksa da herkesin yakasına çengelli iğnelerle tutturulsa değeri! Anlayıversek kendilerine binlerce lira paha biçmeye kalkışan aslanların kaç para ettiklerini, bir bakışta!

Futbolcu Metin, bir ayak adamına yakışmayan, tam kafa adamı işi bir lâf etti:
«Futbol beni bırakmadan...» dedi, «Ben futbolu bırakmalıyım!»
Kendisi için olduğu kadar, çaptan düşmüş çok kişiler için de tam yerinde edilmiş doğru bir söz!

«Eğer seçilirsem...» diye başlayan nutuklar atacaklar, «Size yüzme havuzları yaptıracağım, enginar fabrikaları açacağım, keçiboynuzu yetiştirmeye hız vereceğim!» diyeceklerdir. Kentleri dolaşacaklar, köyleri harmanlayacaklardır. Seçilecekler, Meclise de girecekler, Bakan, Başbakan, Hükümet, Devlet, en sonunda Muhalefet Başkanı bile olacaklardır. Olsunlar, olmasınlar demiyoruz ama, tam vakti gelince de bir futbolcu Metin olabilseler...

Yüzsüzlerden çok, ikiyüzlülerden çekinmişiz. Yüz verirsek astarını da isteyeceklerinden mi ürkmüşüz kim bilir?.
Hele dilimizi tutamayıp ileri geri konuştuğumuz günler, arkasından atıp tuttuğumuz kişilerle yüzleşmekten kaçmışız. Güleryüzlü dostlarımızı, sevgililerimizi yüzüstü bırakıp gitmiş, yüze gülüp geriden kuyumuzu kazanların arasına düşmüşüz. Kimimiz fazla yüz verirsek içyüzümüzü de kurcalamaya kalkarlarsa diye, daha hesaplı bulmuşuz asık yüzlü durmayı.
Yüzyüze yüz sevap, elele elli sevap diyen kimi yobazlar, ne yüz sevabı hak edebilmek için sevdiklerinin yüzlerine yüz sürebilmişler, ne de elli sevabı hak edebilmek için dostça, insanca elele verebilmişlerdir. iyiliğe, dürüstlüğe yüz çevirmekten, ilerici, devrimci kişilerin ölüsüne bile sövmekten büyük çıkarlar sağlamayı düşünmüşlerdir, yüzeyde kalan inanışları yüzünden!

«Son aylarda attığı her ters adımla partimizi takviye eden, muhalefet saflarımızı sıklaştıran ve yarına olan güvenimizi artıran Menderes'e saygılarımızı bildirelim. Kabul mü?» Teklif oybirliğiyle kabul edildi. Oturum bitmişti.

«Bakın sayın yolcular! Tren çok kalabalık. Hepinizin iki ayağını birden yere basmanız imkânsız.»
«Evet imkânsız!»
«Kolayı var... Çatal matal kaç çatal oynayacağız. Herkes birer eş tutsun... Ben emir verir vermez, kilosu ağır, ensesi kalın olanlar, önündeki ince kıyımların sırtına atlayacak.»
«Nasıl olur? ince kıyımların ensesi kalınların sırtına binmeleri gerekmez mi?»
«Bırakın solculuğu! Neden gerekirmiş? Burada önemli olan yerimizin darlığı değil mi? Zayıflar alta yatar da, iri kıyımlar sırta binerse yerden kazanırız. Başka türlü sığışamayız ki... şimdi ben, çok iri kıyım olan arkadaşın sırtından inip daha az yer tutan bir yolcunun sırtına bineceğim.»

«Siz de sağolun! Bütün memleket sağolsun. şimdi asıl oyuna geçiyoruz. Çatal matal kaç çatal oyununa. Biliyorsunuz bu oyunu herhalde.» «Biliyoruz.» Sırttakilerden biri:
«Biliyoruz ama...» dedi, «Siz gene anlatın. Alttakiler de anlasın... Kolay kolay anlayamaz onlar.» «Evet arkadaşlar, anlayamaz onlar!» «Oyunun bilimsel yönü aydınlansın ilk önce.» «Talim terbiyeye havale etsek...» Altta yatanlardan sızıltılar geliyordu: «Yahu bu oyunun adı uzun eşek oyunu değil mi?» «Höööst! Ağzını topla, eskidendi o!» «Canım halk arasında böyle denmez mi?» «Denmez!»
«Uzun eşek olmamış da bayağı eşek olmuş. Biz yükün altına girecek olduktan sonra!» «Bırakın bozgunculuğu!» «Eşeklik her yerde eşekliktir.» «Eşeklik aynıdır ama, binicilik değişir. Öylesine ustalıklı bineceksin ki, kimsenin beli incinmesin!. Soruyorum size, beli incinen var mı?» «Biraz nah şuralarım...» «Dizlerim bükülüyor!» «Benim sol ayağım hafiften...» «Susturun şunları. Daha beş dakika oldu yerîmîze geceli. Gelelim oyunun kurallarına...»
«Biliyoruz oyunun kurallarını! Başlayalım artık!» «Dur hele! Acelen ne, başlarız! Kuralları bir inceleyelim! Önce Anayasa komisyonuna havale edeceğiz. Kanunlara aykırı bir oyun oynamadığımızı size inandırmak için...»
«Bu oynadığınız da bir başka oyun sizin. Yutmayız biz! Heeey, altta kalanlar, ezilenler... Uyuyor musunuz be? Oyuna getiriyorlar, bırakın eşekliği!»

«Uzatma, başla artık!»
«Aceleniz ne?.. Bakın az önce birbirinizin ayaklarını çiğniyordunuz. Var mı ayakları ezilen, parmakları çiğnenen?»
Üsttekiler:
«Yoook.»,
«Gördünüz mü, nasıl huzur getirdik şu trene! Buna özgürlük denir işte. Artık gönül huzuruyla başlayabiliriz asıl oyuna!.. Belki oyunu bilmeyenler vardır...»
«Biliyoruz, hemen başlayalım!» Üsttekiler:
«Biz bilmiyoruz, anlat! Uzun uzun anlat ki haksızlık olmasın!»
«şimdi ben bir elimle altımdakinin gözlerini kapatırken...»
Kahraman:
«Hangi elinle kapatacaksın, anlayamadık.»
«Söz gelimi, sol elimle kapatırken, sağ elimi kaldıracağım havaya. Açacağım parmaklarımdan birini, ya da ikisini, üçünü de açabilirim istersem, dördünü de...» Üsttekilerden biri:
«Beşini de açabilir misin?»
«Evet açabilirim arkadaşlar! söz gelimi, açıyorum işte! Sol elimle de kapatıyorum gözünü altımdakinin.»
Üsttekilerden biri:
«Bu kuralda yanlışlık olacak galiba.. Gözlerin sağ elle kapatılması daha doğru olurdu. Sağ elle kapatılmalı.»
«Çatal matal komisyonuna havale edelim bu meseleyi.»
«Hangi komisyona dedin?» «Uzun eşek!..»
«Önce Anayasa komisyonuna havale edelim.'» Üsttekiler:
«Edeliiim!...
«Komisyondan çıkana kadar durumu muhafaza etmemiz gerek. Ne olur ne olmaz, belki yanlış bir iş yaparız... Herkes yerinde sıkı dursun!» Alttakiler:
«Başlayın artık.' Taşıyamıyoruz sizi! Uzun ediyorsunuz. Uzun eşek oynuyoruz dedikse, bu kadar uzasın demedik.»
«Peki, peki, başlıyoruz.' Kuralı tekrar edeyim: Önce sağ elle gözler kapanacak. Sonra sol el havaya kaldırılıp parmaklardan ikisi, üçü açılacak... Ya da beşi... Söz gelimi böyle işte!.. şimdi soruyorum. Yalnız cevabı, bindiğim vatandaş verecek!... Yanlışlık istemem. Soruyorum! Çatal matal kaç çatal?»
«Dört!»
Altta yatanlar:
«Tamam, bildi! Atın sırtınızdakileri!» Toraman:
«Oyuna henüz başladık! Ben size nasıl oynanacağını gösteriyordum. Arkadaşlar, sakın kimse inmesin.»
Alttakiler:
«Oyun başlamıştı. Mızıkçılık yok!» «Başlamamıştı.»
«Başlamıştı. Kapatmıştın gözümü de sormuştun bana!»
«Zaten kapalı değil miydi gözünüz canım?» «Atın sırtınızdakileri!»
«Kim bu bozguncu!.. .Poliiis!. Toplum polisiiii.» «Bildik, ineceksiniz sırtımızdan!»

Kapadım altımdakinin gözünü, soruyorum! Çatal matal kaç çataaal?»
«Üç!»
«Bildi! inin!»
«Üç değildi arkadaşlar!»
«Üçtü!»
«Siz söyleyin üsttekiler, üç müydü, beş miydi?»
«Beşti!»
«Üçtü, üç! Atın sırtınızdakileri! Çöktü omuzlarımız. Hooop! Güm!.. Bu herifler insan değil, insan azmanı! En zayıfı doksan kilo! Haydi bakalım, biraz da siz taşıyın bizi!»
Toraman çekti altındakini bir yana:
«Sen onlara uyma!» dedi, «Gel, altımıza bir koltuk bulalım! şimdi gir koluma da beni zaptetmeğe çalış!»
Kahraman da öbür koluna girerken sordu:
«şimdi ne olacak sayın usta?»
«ikinci oyuna geçiyoruz. Ben deliyim şimdi, düpedüz deli, anladınız mı?»
«Yani, açıklama sırası geldi mi artık?»
«Dinle. Kahraman! şimdilik deli olacağım ben! Sen de zaptetmeye çalışacaksın! Bir iki kişiyle zaptolmam ben! Bak yolcu arkadaş, bize bilet alan hayır sahibi!..» Yakalanmıştık Toraman'a. iri, tombul elleri yakamdaydı:
«Sen de gir öbür koluma!» dedi. «Sıkı tut, hah şöyle!.. Diyelim ki ben bu tarihten itibaren deliyim. Zaten bu ortamda delirmemek için de sebep yok!»
Kahraman söyleniyordu boyuna:
«Uf, uf, ufff!.. Gitti nasırım!... Biraz müsaade baylar!...»
«şimdi nasırına dedirteceksin!» dedi, öfkeyle, «Yorgunluktan kırılıyor ayaklarım!
Koltuk isterim ben.' Birinci mevki olsun! Çekin sürükleyin beni!»
Ben önden çekiyordum, o geriden dayanıyordu. Tek parmak, tek parmak daha...
«Baylar, hasta var! Bir saniye baylar! Tozuttu son günlerde. Zıvıttı baylar! şöyle biraz... Lütfen baylar...»
Kızmıştı Toroman:
«Sizin bir şey yapacağınız yok. Tanıtayım onlara kendimi!»
Önüne ilk rastlayanın sırtına atladı: «Çatal matal kaç çatal!» diye sordu.
Bütün trendekiler alışmışa benziyordu bu demokrasi oyununa.
«Söyle!» diye üsteledi Toraman, «Çatal matal kaç çatal?»
«Bilirsem ne olacak?» diye sordu alttaki. «Vatandaşlık görevini yapmış olacaksın!»
«Ya bilemezsem?»
«Bilemezsen de aynı şey! Canım isteyip de bir daha sorana kadar beni taşıyacaksın!»
«Yani eşeklik sürüp gidecek, öyle mi? Uzun eşeklik...»
«O nasıl söz? Beni sırtında taşımak neden eşeklik oluyormuş? şereftir, şeref!»
«Bilirsem şeref meref tanımam, indiririm haaa!» Kapıdakilerden biri:
«indirmekle kalmaz, bu sefer biz bineriz!» «Sen ne karışıyorsun?»
«Ha o, ha ben! Halk değil miyim? Uzatma! Zaman kazanıyorsun bizi lâfa tutmadan sor, hadi!» «Ne soracaktım, unuttum!» «Çatal matalı soracaktın!»
soralıım, sayın vatandaş! Çatal matal kaç çatal?»
«Beş!»
«Bildi, in aşağı!»
«Olmaz, birisi kulağına söyledi! Tahrik var!»
«Ben kendim bildim! Kimse söylemedi kör olayım!»
«Öyleyse aferin sana, bildin demek!» Yolcular hep birden bağırdılar:
«Bırak aferini de in sırtından!»
«Canım, size ne oluyor!»
«ineceksin! Kaydır sırtından şunu be! Sen de amma meraklıymışsın eşekliğe. Bildin işte!»
«Bildim, in artık efendi!»
«Aferin dedik ya!»
«in diyorum sana!»
«Canım, ben inersem başkası binecek değil mi?»
«Geçti, bindirmem kimseyi!»
«Peki, bir daha soracağım. Bu sefer de bilirsen inerim!»
«Kandırıyor, dinleme! Haydi arkadaş. Hooop. Güüüm!»
«Hah, böyle olacak işte!»
Sırtındakini kaldırıp atmıştı ama Toraman'ın ayakları bile yere değmemişti.
Kahraman lâstik top gibi kapmıştı havada. Ama Toraman hâlâ adamın sırtına tırmanmak istiyordu:
«Atamazsın beni! Nasıl atarsın? Ben senin isteğinle çıktım! Ben sandıktan çıktım!»
Baktım iş uzayacak, ben karıştım işe:
«Görüyorsunuz ya, hasta bu adam.» dedim, «Üşütmüş!»
«Doğru! Bunaldım havasızlıktan!»
«Tozutmuş işte!»
«tozunu silkeleyelim de aklı başına gelsin!»
«Peki, pencerenin önüne geçeyim de silkeleyin bari!»
«Pencere açmak yasak!»
«Neden yasakmış?»
«Toz gelir dışardan!»
«Ne tozu be?»
«Süt tozu!»
«Çocuklarımız ishalden kınlıyor!»
«Süt tozu gelir ama, yerine kendi tozumuzu veririz!.»
«Yani davul tozu, öyle mi?»
Her kafadan bir ses çıkıyordu. Toraman'ın sırttan inince rahatı kaçmıştı.
«Koltuk isterim pencerenin önünden!» diye tutturmuştu. Köşede oturan pos bıyıklı bir ihtiyar:
«Sayın vatandaşlar!» dedi, «Sanıyorum ki bu bay iki kişinin himayesinde yola çıktığına göre pek tekin bir zata benzemiyor. Masuniyetinize bir tecavüz vaki olup da can ve mal emniyetiniz haleldar olması ihtimallerini nazarı itibara alarak...»Birden kompartımanda bir kaynaşmadır başladı.
«Doğru! Boğar bu adam bizi! Çıkın dışarı!..» Hüryaaa!
Çıkanların yerine iki kafadar geçip oturdular. Toraman tanımış olacaktı bu pos bıyıklı, kös dinlemiş ihtiyarı:
«Sen misin babalık?» dedi, «Gözlükçüden mi geliyorsun?»
«Bak hele, tanıdı beni!.. Beni tanıdığına göre de...»
«Seni kim tanımaz babalık! Atina'yla Paris tanıdı seni! Devlet gibi adamsın!»
«Benimle bir işin var galiba!»
Kurtuldum artık.»
«Ooooh, çok memnun oldum!» Sonra bize döndü ihtiyar:
«Sakın üstüne varmayın!» dedi. «Ne derse he deyin! Haydarpaşa'da polise teslim edersiniz, o nereye kapatırsa kapatır?» Toraman işkillenmişti:
«Polise mi dedin? Ne polisi! Her koyun kendi boynuzundan asılır. Kardeşlerimden bana ne?»
«Neler söylüyorsun sen be!» Yeniden bize döndü ihtiyar:
«Bakırköylük tam!..» dedi, «Siz zahmet etmeyin, verin polise o götürsün!»
Eğildim, Toraman'ın kulağına fısıldadım:
«Sen saçmalamağa devam et! Bak, yuttu ihtiyar!»
«Peki! Sayın vatandaşlar! Her oy bir dolar! Her dolar onbeş kâğıt, karaborsada. Eğer dolar ayarlaması olursa siz kâr edersiniz. Doların değeri nerde düşerse düşsün, bizde kalkar. Memlekette dolar tehlikesi yoktur, mark tehlikesi vardır. işçilerimiz o kadar çok mark soktular ki içeri, bütün memleket nerdeyse marksist olacak. Bu tehlikeyi önlemek için markları bozup marksistlerin canına okuyacağız!. Her tarafta bankalar açtık. Nedeeen? Onların marklarını bozmak için! Bize gelince, bozulmayacağız arkadaşlar. Bozulmak yok!»
Dinleyenler bağırdılar kapıdan:
«Bozull!»
«Bozulmak yasak!.»
«Bozullll!»
Eğildim kulağına Toraman'ın:
«Millet böyle istiyor, bozuluver canım, sen de!..
bir saatin sayılamayacak kadar faydalar vardır.»
«Biz guguklu saat değiliz bozulacak. Biz elektrikli saatiz, tıkır tıkır işleriz. Ancak ceryan kesildikçe bozuluruz!»
«Hayırrr! Siz şimendifer saatisiniz. Kurmadan işlemezsiniz!»
«Ne olursa olsun bozulmayız biz!.. işledik bugüne kadar, bundan sonra sizleri de işleteceğiz! Amacımız memleketi bir şantiye haline getirip... türkün gücünü...»
«Bütün kapitalist memleketlere göstereceğiz!» «Avusturya'dan Avustralya'ya kadar!...»
«Dünya gücümüzü tanımadıysa tanıyacak bundan sonra!.. Bizim acı kuvvetimizi sayın vatandaşlar! Bizi tanımayanın, ya aklı yok, ya markı!..»
izmit'e girmişti tren. Kahraman, yanındaki Toraman'ın kulağına eğildi:
«Haydi Beyefendi, hoşça kalın!» dedi, «Bekliyorlar istasyonda. Buraya kadar sağ selâmet geldik işte! iyi yolculuklar bundan sonra!..» ihtiyara döndü: «Hastamız size emanet!» Kızmıştı kös dinlemiş ihtiyar: «Bana ne sizin delinizden!» diye gürledi.
«Ben restorana gidiyorum! Benim derdim bana yetiyor, bir de sizin delinizle mi uğraşacağım!» Kahraman bana döndü bu sefer de: «Geç benim yerime arkadaş!» dedi, «Haydarpaşa'ya kadar yokluğumu belli etmezsin! Vapurda yer bulamazsanız gene başlarsınız çatal matala! iyi yutturuyor bizim Toraman doğrusu... Haydi eyvallah!
1 Response
  1. Adsız Says:

    Blog çok güzel olmuş. Teşekkür ederim.